Krem renkli salonun orta yerine, duvara yerleştirilmiş siyah, tüplü televizyon akşam haberlerini spiker eşliğinde sunmaya başlarken Oktay, az önce yaptığı menemenine iştahla ekmeğini bandırmaktaydı. O kadar acıkmıştı ki ağzına gelen tadı hissedebiliyordu. Sanki domates Çanakkale’den, biber ve soğan kendi bahçesinden, menemenin olmazsa olmazı yumurta da bahçesindeki kümestendi. Hızlıca, ekmekle birlikte yemeğini bitirdi. Tek başına yaşıyor olduğundan yemeğini yerken ağız ve burnunda hep yemek lekesi olur, aldırmaz ve hiçbir şey umursamadan doyana kadar böyle devam ederdi.


Karnını güzelce doyurup çayını eline aldığında terlemiş sırtını yavaşça koltuğa dayadı.


Akşam haberleri başlarken spiker tüm cazibesiyle neredeyse kıyamet alameti sayılacak haberleri şehvetle sunuyordu. Oktay, spikerin ince bir hat halinde büyüyen dolgun dudaklarına, ince işlenmiş kaşlarına ve hiç yakışmayan boyalı saçlarına baktı. Acayip, dedi. Güldü. Bir an kongre merkezindeki meslektaşına, garson arkadaşına benzetti. İsmi neydi o kıvırcık saçlının? Düşündü, yüzden fazla garson olduğundan isimler hep karışırdı ve yine karışmıştı. Bir de bunun günübirlik garsonları eklenince çık çıkabilirsen işin içinden.


Hatırlamak için ekrana bir daha baktı. Baktıkça aklına geliyordu. Ya-se-min. Evet, Yasemin’di. Etkileyici bir güzelliği vardı. Kıvırcık saçları bir yandan, insanı alaşağı eden gülüşü bir yandan Oktay’ın yüreğine her geçen gün daha da derinden işleniyordu. Seviyor muydu, emin değildi. Sevse yerinde duramazdı, biliyordu. Yani öyle duymuştu. Oktay gayet sakin, aklı başında izliyordu onu. Hareketlerine, başkalarına olan davranışlarına, müşteriyle değil de çalışma arkadaşlarıyla olan iletişimine dikkat ediyordu.


Birden çayın elini yaktığını hissetti, annesi gibi “Allahım sen bizi yakma!” dedi ve bardağı diğer eline alıp masaya bıraktı. Kunduranın içinde rengi solmuş çoraplarını çıkartıp koltuğa iyicene, ayaklarını gererek uzandı. Saat akşam yedi olmuştu. Ekrana yeniden dikkat kesildi. Siyasiler mecliste yine kavga etmiş. Şaşmamalı! Garibanın ekmek derdi, vatandaşın hakları için bir kerecik çıkarsız konuşamayanlar, boyunlarındaki kravat ve yakalarındaki parti rozetleriyle sözde milletin vekili oluvermişti. Riyakâr ve sahtekarlardı.


Yeni haber... Elektriğe, suya, doğal gaza, bilmem daha nelere yeni yıldan sonra yeni bir zam daha yapılacakmış. “Bunun neresi yeni be güzelim! Yutar mıyız biz?” diye ekrana doğru söylendi. Kıvırcık saçlı spiker Oktay’ı duymadan bir başka habere geçiyordu. İş fırsatlarının son yıllarda arttığını, özellikle bu yılın diğer yıllara göre daha verimli istatistiklere sahip olduğunu söylüyordu. Evet, söylüyordu: yalan söylüyordu! Onlara, yani iş fırsatı verenlere, işçi değil saatli köle gerekiyordu.


Uzağa kadar gitmeye gerek yok. En büyük örnek kendisiydi. “Ne diyorlardı ona ya, sistematik köle mi? Öyle bir şey işte! Uyan, beş dakikalık kişisel bakımını yap, hızlı bir kahvaltıyla iş yerine varmış ol! Gün içinde öküzün tarla sürdüğü gibi oradan oraya koştur, terle, yorul ve sonuç sadece hiç! Ömrünü müşterilere verdiği yalan tebessümüyle, şef bir yandan bağırır, müşteri bir yandan nazlanır, uğraş babam uğraş... Müşterinin de gıcığına denk geldin mi... Eyvah! Gün bitmez. Yok hayır, saatler geçmez. Kesin.”


Oktay gözlerini zor bela açarken güneşin yüzünü yaktığını, bu yüzden de terlediğini fark etti. Açık kalmış televizyonda son dönemlerde pek meşhur olan moda programı oynatılmaktaydı. “Eyvah!” dedi, duvardaki yeri yadırganmayan saate baktı. “Kalk lan kalk, geç kaldık!” dedikten sonra koltuktan hızlıca atıldı. Saç baş dağınık, üstü başı kırışık... Hızlıca kendisini evden atmadan önce çapaklı gözleriyle bir daha saatine baktı. Geç kalmıştı! Bir an kolunu kapıya dayayıp uzunca düşündü: madem geç kalmıştı, birkaç saat daha keyif yapmanın zararı olmaz, diye geçirdi aklından. Kapıyı kapatıp lavaboya girdi. Aynanın karşısında kendisine her zamankinden farklı baktı; acele etmeden, dikkatlice. Yüz hatlarını inceledi. Saçlarına dolaptaki unutulmaya yüz tutmuş spreyden sıktı. Sakalını da en az saçları kadar özen göstererek kesti. Jilet!


Parasızlıktan erzak görmeyen mutfağa girip keyifli ıslığıyla birlikte, gözleri değil, karnı bile ancak doyurabilecek olan kahvaltısını bitirdi. “Oh be!” dedi, “Dünya varmış anasını satayım. Ne lan her gün acele, koştura koştura uyanıyoruz? Azıcık dinlenelim yav.” diyip çayını yudumladı.


Saat öğleye doğru gelince en gıcır beyaz gömleğini giyip dışarıya adımını attı. Otobüs, şu bu derken; önce kongre merkezinin büyük, şaşaalı kapısından sonra da garsonların, temizlik görevlilerinin girdiği, en köşedeki, göze nahoş gelen bodrum katından içeriye girdi. Askıdaki yeleğini boynuna asacaktı ki Yasemin’i gördü. İçi titredi. Hafiften terli, turuncuya kaçmış yanaklarına dikkat kesildi. Dudakları rujsuz olmasına rağmen iki dağ arasında doğan güneş gibi parlaktı. Güzel dediğin işte böyle olur, böyle durur, diye düşündü.


Yasemin sigara molasına çıkmıştı. Oktay’ı görünce hemen ona seslendi.


“Şef seni sorup duruyordu. İsmin Oktay değil mi? Büyük salonda şu an. Gözüksen iyi olur.”

“Olur güzelim, olur. Gözükürüz!”

“Anlamadım?”

“Şimdi görmeye giderim, diyorum.”


Yasemin ince sigarasını yakarken Oktay büyük salona girdi. “Aman aman... Bu ne doluluk... Semti mi evlendiriyorsunuz be?” diye düşünerek şefin yanına vardı.


“Selam şef! Geciktim. Uyuyakalmışım da...”


Bütün garsonlar gibi şef de terlemiş, sırtı terden tenine yapışmıştı. Anlaşılan epey yorucu bir gündü. Yoksa bu adam imkânı yok garsonun işini yapsın...


Şef, Oktay’a öyle bir bakış attı ki alnındaki ter kendiliğinden yanaklarından akıp geçti.


“Oktay'cığım, artık istediğin kadar gecikebilir, istediğin kadar uyuyabilirsin.”

“Nasıl şef? Anlamadım.”


Saatlerce bir garson gibi koşuşturan şef, çalışmaktan o kadar yıpranmış, Oktay’ın geç kalmasına öyle sinirlenmişti ki, burun delikleri büyümüş ve dudakları titremeye başlamıştı.


“Kovuldun aslanım! Muhasebeye uğra, çalıştığın günlerin parasını versin. Haydi eyvallah!”


Oktay bu durumu sezdiğinden midir yoksa beklediğinden midir, hiç şaşırmadı. Etrafına bakınmakla yetindi. Tanıdığı, tanımadığı herkes hiç durmadan, bir karınca gibi hizmet ediyordu.


Önlüğünü şeytani bir tebessümle çıkarıp eline doladı. Son kez yedi ayını verdiği ekmek teknesine, arkadaşlarına, güzelliğinin etkisiyle zengin konuklara özellikle görevlendiren Yasemin’e baktı. Bu yol, bu macera burada biter!


Oktay muhasebeye uğrayıp birikmiş üç beş lirasını aldı. Çıkmadan mutfağa uğrayıp misafirler için dizilmiş içki şişelerine baktı. Çalışıyorken özellikle tembihlerdi şef: Asla içki içilmeyecek ve bir şey yenmeyecekti. Ama artık işten ayrılmış, kendisi de sözde misafir ya da hırsız statüsüne girmişti. Hem yasaklanan şey daha tatlı gelmez miydi? Öyleydi, biliyordu. Çaktırmadan, tecrübeli bir hırsız gibi en çok merak ettiği şarabı alıp kirli kıyafetlerinin olduğu poşete attı. Sonra doğru Haliç’e...


Çimlere gömülmüş kuytu bir köşeye çömelip bir yudum dahi içilmesi yasak olan şarabın şişesini açtı. Yasak içinde yasak vardı ve şarap tüm yasaklar gibi merak uyandırıp içini gıdıklıyordu.


Sahile park etmiş bir arabanın içinden gelen şarkıya dikkat kesildi. Ne diyorlar buna? Caz mı, jazz mı? Bilmiyordu. Şu an bildiği tek şey vardı: artık haber bültenlerinde bahsedilmeyen milyonlarca işsizlerden sadece biriydi ve gün, Yasemin’in dudakları gibi parlak, şefin yalandan gülüşü kadar itici ve televizyondaki spiker gibi sahtekardı.


Oktay, önündeki kara karıncanın standart bir karıncanın yaptığı gibi kendisinden daha ağır bir yükün altında olduğunu ve ağır ağır yürüdüğünü görerek bardağını doldurdu. “Emekçi karınca kardeş...” dedi. Bardağını karıncaya kaldırdı: “Senin şerefine içiyorum.”