Güneş evime umut gibi doğdu. Bugün, uzun süre sonra perdeyi çektim. Dışarıda dolaşan insanları izledim. Gülenleri, düşünceyle yürüyenleri, bekleyenleri, buluşanları... Sevgili okur, bu benim için gerçekten çok büyük bir adım. Kendimden başkasının da var olduğunu hatırlamak, kendimi küçük hissettirdi. Yalnızlık, insanı bir süre sonra tekleştiriyor. Sadece sen varmışsın, sadece sen acı çekiyormuşsun ve kalan herkes küçücük şeyleri dert ediniyor gibi hissettiriyor. Ben de dünyadaki her geri zekâlı gibi en büyük acının kendimde olduğunu düşünerek mi geçirmiştim hayatımı?


Önceleri, aileme bağlı birisiydim. Başlarına bir şey gelme fikri bile dizlerimin bağını çözüyordu. Yaşadığımız her problem, bizi daha da bağlıyordu birbirimize. Birbirine bu kadar bağlı olmayan aileleri gördüğümde çok şaşırıyordum hatta. Sonra, bu durumun bizim için potansiyel bir acı olduğunu düşünmeye başladım. İki kardeşim, babam ve ben kendi hâlimizde yaşayıp gidiyorduk. Bu düşüncemi harekete geçiren şey annemi kaybetmemiz olabilir, diye düşündüm çok sonradan. Hayatında kendisinden çok daha fazla önemsediği insanı kaybeden birisi, ölmek ister. Hayatın tüm rengi kaçmış, çamaşır makinesinde renkliler ve renksizler aynı anda yıkanmış gibi olur. Nerede güleceğini, nerede hüzünleneceğini bilemezsin. Kahkahalar attığın bir anda, insan fıtratının iğrençliğinden tiksinirsin. Hayatın devam etmesine öfkelenirsin. Hâlâ gülebiliyor olmana kızarsın. Bir başkasının gidişine hüzünlenebiliyor olmayı kendine yakıştıramazsın.

Ben de ölmek istedim. En azından annemin yerine. Başarılı olmak, kötü alışkanlık edinmekten çekinmek, birisini sevmek, birisiyle kavga etmek, annemin tepki vereceği bir şeyi yapmak gibi kavramlar hayatımdan çıkmıştı. Hayatımın onay merci bir anda yok olmuştu.


Bir süre, kalan çekirdek ailemle yaşamaya devam ettim. Ne yaşamak ama! Babamı her gördüğümde, içimde volkanlar patlıyordu. Hayat arkadaşını kaybetmiş bir babanın, ailesini bir arada tutma çabaları beni kendimden utandırıyordu. Otuz yıldır beraber uyuduğu kadının yokluğuna üzülmeyi ertelemiş, hayatımızda onun yerine de geçmişti. Pozitif bir ikiyüzlülüktü babamınki. Her akşam balkona çıkıyor, birkaç tane sigara içiyordu. Annemi düşündüğünü herkes biliyordu. Belki onu yalnız bırakıp gitmesine sitem ediyordu. Belki de bu özlemle nasıl başa çıkacağını düşünüyordu. Arkasından balkona çıkıp, omzuna dokunup ona teselli vermeyi çok isterdim ama annemin açtığı yaraya benim pansuman yapmam hiçbir şeyi değiştirmeyecekti.


Hayatımıza dışarıdan yemek siparişi verme kavramının yeni girdiği günlerden birisiydi. Bir evin annesinin gitmesi, tabii ki beslenme alışkanlıklarını da değiştiriyordu. Babam, yemeği yedikten sonra balkona çıktı. Ben de arkasından gittim. Yüzüne baktım. Annem öldüğünde balkonun tam da üzerinde durduğum yerinde ağlamıştım, aklıma geldi. Gözlerini kaçırmıyordu. Sigara paketini gösterip bir tane de ben içebilir miyim, diye sordum. Babam, yeterince büyüdüğümü düşünmüş olacak ki hiçbir şey söylemeden paketi uzattı. O gün, sigaraya başladım.

Babaannem öldüğünde neler hissettiğini sordum. Bencil, şımarıkça bir soruydu bu bana kalırsa. Karısını kaybetmiş bir adama, annesini kaybetmiş bir çocuk sorusuydu tam olarak. Ben de kendi hüznüme bir deva arıyordum. Babaannem öldüğündeki hislerini çok fazla anlatamadı. Babam, üzüldüğü şeyleri bize anlatmazdı. Tahmin ediyorum ki her baba böyledir. Kendi annesi öldükten sonra annemle tanıştığını anlattı. Hayatından bir kadın çıkmış, bir kadın girmişti.


Annemin ölümünden 2 yıl sonra ayrıldım evden. Daha fazla dayanamıyordum, babamı ve kardeşlerimi bu kadar çok sevmeye. Onlar olmadan yaşamayı öğrenmem gerekiyordu. En önemlisi, onların yokluğuna, onlar hayattayken alışmalıydım. Açıklamayı bu şekilde yapmadım tabii ki. Üniversiteyi bitirdiğim döneme denk geliyordu ayrılışım. İş yerim ile evimizin çok uzak olduğunu bahane ederek ayrıldım evden. Annem, babam ve kardeşlerim de yük oldu; sırtladım ve işte bu küçük eve geldim. Umut gibi evime giren güneş, beni geçmişime götürdü. Babam, onları arayıp sormamamı hiç sorgulamadı. Annem dönseydi ve hepimizin sonsuza kadar beraber yaşayacağı garanti edilseydi dönerdim belki de evime.


Tüm bunları ayakta, camdan bakarken düşündüm. Evde bir ses, hareket olsun diye kedi sahiplenip ismini de Ses koymuştum. Benim sessizliğime dayanamamış olsa gerek ki o da kaçtı gitti. Hiç üzülmedim ama. İçinde hayvan sevgisi olan birisi sahiplenmeli bir canlıyı. Evde ses olsun diye kapı açılmaz hiçbir şeye. Ben ki insan sevmiyordum, hayvan neyimeydi?

Masama döndüm. Bilgisayardan"Through Me"yi açtım. Bir enstrüman olma hakkım olsaydı muhakkak kemaneyi seçerdim. Yayı kalbime sürtseler aynı sesi çıkarır gibime gelirdi.


Yatağıma gittim, altından ayakkabı kutusunu çıkarttım. Yıllar sonra, küçük bir yazı yazıp kutunun içine bırakmıştım birkaç gün önce.



''Manzaranın mükemmelliği bana kaybettiklerimi hatırlatıyor. Bir günün doğuşunda denize bakıp huzur dolamıyorum bu yüzden. Gökyüzünde uçan martılar manzaraya kalite değil hüzün katıyor. Göçüp gidenleri yüzüme yüzüme vuruyor. Karaya yaklaşan gemiyi her gördüğümde 'acaba bu sefer mi' diye düşündürüyor, 'bu da mı değil' diye hayıflandırıyor.''



Yazıyı okumak için almadım kutuyu. Sigarama biraz ekleme yaptım. Sandalyeye oturup bilgisayarın tuşuna dokundum. Bir duman çektim. Birkaç dakika sonra gevşeyecektim. Babam, annem, kardeşlerim flulaşacaktı. Sevdiğim kadın flulaşacaktı. Ben flulaşacaktım.


Üniversitenin son senesi tanışmıştım onunla. Beni anlayacağını düşünmüştüm. O da kaybetmişti annesini. Kömür gözleriyle tüm Afrika'yı ısıtabilirdi. Yanaklarıyla dünyanın pamuk ihtiyacını karşılayabilirdi. Saçlarıyla ipek yolunu yeniden inşa edebilirdi. Sevmedi beni. Belki de denedi ama sevemedi. Biraz düşündüğümde hak da veriyordum ona. Kendi distopyamda onu sultan ilan etmiştim. Hiçbir gerçekliği yoktu hayatımın. Beni sevebileceğini düşünsem yıllar sonra çıkardım evimden dışarı. Tiksinsem de yeni arkadaşlıklar bile kurardım o istediği için. Bırakırdım uyuşturucuyu. Aylardır kendime sorduğum soruyu bulduğum aklıma geldi. En son ne zaman dışarı çıktığımı hatırlamıyordum az önceye kadar. Bir daha görüşmeme kararı almıştık onunla. Varacak hiçbir yerimiz olmadığını söylemiştik birbirimize. Ben olduğumuz yerde kalmaya da vardım oysaki. Bunu ona söylemedim elbette. Onu kıracak değildim, hayatında kalmayı isteyerek. O günden tam iki ay sonra, ayrıldığımız yere gitmiştim tek başıma. Kendi başıma devam edebileceğimi göstermek istemiştim. İnsanın kendi kendisini ikna etmeye çalışması çok gürültülü oluyor.


Evin içinde dolanmaya başladım. Ben, bir şey beklememeyi seçmiştim. İki odalı evime sığdırmıştım tüm duygularımı, hüzünlerimi, geçmişimi. Artık kendime bir yer bulamıyordum, o kadar kalabalıktı. Kendi evinde fazlalık olduğunu düşünmüş insanlar beni çok iyi anlayabilirdi. Evlatlık çocuklar, gece kalmasına gittiğinde arkadaşının babasıyla konuşmak zorunda kalanlar, ihbar süresini doldurmayı bekleyen işçiler beni iyi anlardı.


Aylar sonra ayakkabımı giydim. Kullanmayacağımı bile bile sipariş etmiştim internetten. "Ben de varım!" dememin farklı bir yöntemiydi bu, dünyaya. Anahtarımın yanımda olmadığını bile bile kapattım kapıyı.

Soluğum kesilene kadar koştum. Mideme kramp girene kadar koştum. Mide öz suyum ağzıma gelene kadar koştum. Kalbim çatlayana kadar koştum. Varacağım yeri bilmeden, kafamda bir hedef olmadan koştum. Geçmişimden, sevdiğim kadından, nankör insanlardan, vefasız dostlardan uzaklaşmak için koştum.

Yalnız kalana kadar koştum.