Koşmaktan değil, yaşamaktan yoruldum. Kendimi ifade edememekten, söylediklerimin tesir etmeyeceğine emin olmaktan yoruldum. Yalnızlıktan, düşünmekten yoruldum.

Ne kadar koştuğumu, kaç insana çarptığımı bilmiyorum. Kalbimin ritim hızını, nabzımın dakikadaki sayısını bilmiyorum. İpinden kurtulmuş bir it gibi koştum durdum dakikalarca. Nereye koştuğumu bilmiyorum. Yokuşları, engebeleri aştım bir masal kahramanı gibi. Kahraman nasıl olunur bilmiyorum.


Kendime geldiğimde mezarlığın girişindeydim. Nefes almakta zorluk çekiyordum ama uzun süre sonra ruhsal bir problemden dolayı değil, fiziki hareketliliğimden kaynaklanıyordu bu durum. Vücudum etten, kemiktendi. Tepki vermesi çok normaldi. Kendime kızamıyordum bu yüzden.

Girişin hemen sağındaki musluğu açıp yüzüme yüzüme vurdum soğuk suyu. İnsanlar yakınlarının topraklarını ıslatabilsin diye yapmışlardı bu hayratı buraya muhtemelen. Bir mezar bulsam içine girebilirdim hiç düşünmeden. Toprağımı da ıslatmalarına gerek kalmazdı, cesedim zaten yeterince ıslaktı. Kendi kendime yetmeyi yıllar önce öğrendim ben. Kütlemin tamamıyla başa çıkamayacağımı anladığımda ruhumun yarısını çürümeye bıraktım, geri kalan kısmına ancak hükmedebildim. Gücüm her şeye yetsin, çok isterdim.


Mezarlık kelimesinden oldum olası nefret etmişimdir. Türkçede, kelime anlamının bu kadar içi boş kaldığı bir kelime daha var mı bilmiyorum. O çukurda yatan kişi; hayatta olan birisinin nefesi, geçmişi, özlemi. Yattığı yerin adı, mezarlık. Anlamı, insan ölüsünün yattığı yer.

Ben bunları düşünerek annemin yanına giderken bulunduğum ortamın ne kadar kalabalık olduğunu fark ettim. Bu kalabalık normal miydi bilemiyordum. Şaşıramıyordum bu yüzden. Kimse, yerin altına alıcı gözüyle bakamıyordu. Anneme doğru iyice yaklaşmıştım ki kafamı kaldırdığımda babamın ve kardeşlerimin de annemin yanında olduğunu gördüm. Mezarlıkta vuslatı yaşamak, bana nasip olmuştu. Nasıl davranmam gerektiğini bilemiyordum. Yanlarına sokuldum, hiçbir şey söylemeden dua etmeye başladım, annem için. Kardeşlerim ve babam da dua ediyordu. Babamın yüzüne baktım kaçamak bir şekilde. Burada hiçbirimiz olmasak, kardeşlerim olmasa, insanlar olmasa nasıl ağlardı diye düşündüm. Bağıra bağıra sesini duyurmaya çalışırdı yerin iki metre altına. Toprağına sarılıp kavramaya çalışırdı onu bedeninden belki de. Kardeşlerime baktım sonra utanarak. Abilik yapmaktan bihaberdim. Yangında ilk kaçan ben olmuştum. Birkaç dakika öncesine kadar ağladıkları görünüyordu gözlerinin altındaki kırmızı noktalardan. Beynimde babamın ağlayışını hayal edip gözlerimle kardeşlerimi izlerken ağzımla bildiğim en uzun duayı okuyordum, benimle konuşmaya hiç başlamasınlar diye. Kur'an kursundan kaçtığım her ana kızdım o bir dakikada. En uzun sureyi oturup ezberlemediğim için kendimi yine tembellikle itham ettim.


Babam elini uzatıp bayramımı kutladı. Şaşkınlığımı gizlemek için annemin yanına uzanabilirdim. Tebessüm ettim. Fırtına öncesi sessizlikti. Bazen, gözyaşlarımın göğsümden başlayan yolculuklarını hissederdim. Bir bayram günü, babamla ve kardeşlerimle mezarlıkta karşılaşmıştık ve yıllar sonra ağlamaya bu kadar çok yaklaşmıştım. Babamın elini sıktıktan sonra ona sarıldım. Kardeşlerime döndüm sonra. Onların elini sıkmadım. Gözlerinden, yanaklarından öptüm. Ciğerlerime yıllar sonra oksijen gitti. Dönüp babama tekrar sarıldım. Annemin yerine. Annemmiş gibi. Hem anne hem baba olmanın böyle sorumlulukları da varmış sevgili okur. Babamda şahit oldum bu duruma ben de. Onun pozitif ikiyüzlülüğünden size daha önce bahsetmiş olmalıyım.


Babam, ikinci cümlesini kurmadan bir şeyler uydurmaya çalıştım. O kadar uzun süredir konuşmuyordum ki bir konuşmaya başlasam annem bile kalkıp beni dinleyebilirdi. Annemin kalkıp beni dinleyebileceğini bilsem hiç susmadan konuşurdum. Anlatırdım yaşadıklarımı. Onlar, anlatamadıklarımı da anlarlardı muhakkak.

Babama, önce eve uğradığımı, onların evde olmadığını gördüğümde ise mezarlığa geldiklerini tahmin ettiğimi söyledim.

Tebessümle baktı suratıma. Yıllar öncesine gitti aklım. Lisede sorunlu bir öğrenciydim ben. Okulumu değiştirmem için gözlerimin içine bakardı hocalar. Yine problem yaşadığım bir öğretmen, babamı çağırmıştı okula. Sorumsuz, tembel, asabi ama zeki bir çocuk olduğumu söylüyordu babama, branşı İngilizce olan hoca. Müdür yardımcısı da tasdikliyordu onu. Babamın yüzünde utançla dolu bir tebessüm oluşmuştu. Benimle uzun uzun konuşmuştu sonra. Babam benimle ilk defa uzun uzun o zaman konuşmuştu. Şu anki tebessümü de kardeşlerime benim adıma utanma tebessümüydü, adım gibi biliyordum. Ona, annemle biraz vakit geçireceğimi ve akşama doğru onlara gideceğimi söyledim.

Yıllar sonra ağladım. akciğerlerim yıkanıyordu. Aylardır, artık duygularımı kaybettiğimi düşünürken, nasıl ki beynimin bilinçaltı vardı, kalbimin de bilinçaltı olmalıydı. Bu kadar şeyi arka planda nasıl sakladığını açıklayamıyordum kendime.


Mezarlıktan çıkarken yine soğuk suyla yıkadım yüzümü. Kuruyordum. Geçmişimle, duygularımla, hüzünlerimle, ilerleyemeyişimle kuruyordum ve su bir fayda etmiyordu. Kendime gelmemi sağlayamıyordu.


En kısa yolları kullanarak yürüdüm evime. Rehabilitasyon olacağını zannettiğim hava almak, hiçbir işe yaramamıştı. Aksine tüm gerçekliğini yüzüme vurmuştu hayatımın. Babamdan, kardeşlerimden, annemden, sevdiğim kadından koşarak kaçtığım evimden; babamı, annemi, kardeşlerimi ziyaret etmiş olarak dönüyordum.


Aylar sonra bir markete girdim, pet şişe aldım. Kapıyı binbir uğraşın ardından açarak salona geçtim, bilgisayarın başına oturdum.Le Trio Joubran'dan Nawwar'ı açtım.Üstümü değişip yatağa uzandım. Zor bir gün olmuştu benim için. Yıllardır ertelediğim şeylerle yüzleşme günümdü bugün. Bilgisayarı kucağıma aldım. Tarihe baktım, 29 Ocak'ı gösteriyordu takvim. Sayıları hiçbir zaman sevmedim. Hep tek bir anlamı ifade ettiler. Ben alışmıştım eş sesli, eş anlamlı kelimelere. Eksileri pozitif olarak yorumlayamıyordum sayılarda. İşime geldiği gibi algılayamıyordum hiçbir şeyi.


Bir sigara yaktım.