Birinin seni sevmesi için çabalaman gerekiyormuş, ben böyle şeylerin kendiliğinden olduğunu zannediyordum. Artık bunlara kafa yormuyorum.

Salonda, televizyonun karşısındaki koltukta sürekli uyuyakaldığım için yatağımı salona taşıdım. Yalnız yaşıyorum. Hakkını veriyorum bu eylemin. Bir başımayım. yıllarca buna alışmak için çabalamıştım. İstediğim şeyi başarmış olmanın gururunu yaşayabilirim.


TelevizyondaFight Cluboynuyor. BilgisayardaNot Afraidçalıyor. İkisini de dinlemiyorum. Sadece gözlerimle televizyona bakıyorum. Kapitalist sistemi, kısıtlı özgürlüğü, mutsuz işçilikleri, özenti giyimleri iğnelemek için bir film çek; dünyanın en gözde aktörü oynasın. Giydiği pantolon, taktığı gözlük, yaptığı saç stili milyonlarca genç tarafından taklit edilen Brad Pitt'ten bahsediyorum. Bu aptal ikilem beni müthiş bir senaryoya sahip olan filmden soğutuyor. Bir şeylerin üzerine düşünmeden, keyif almaya çalışmaya da alışacağım.


Tek hamlede eğilip, yatağımın altındaki ayakkabı kutusunu çekip alıyorum. Bir zamanlar yazdığım şiirler, hikayeler olurdu bu kutunun içinde. Sevdiğim kadın beni bırakıp gittiğinde inandım aşk diye bir şeyin olmadığına. Bu yüzden bırakmıştım edebiyatı. Oysa böyle şeyler insanı yazar, şair yaparmış. Aptal aşıklar öyle söylüyor. Sevdiklerine ulaşmak için ellerinden geleni yapmışlar; bacaklara kapanmışlar, gözler önünde ağlamışlar, hüzünlerini bir şekilde karşı tarafa geçirmeye çalışmışlar. Ben hepsinden zorunu yaptım. Sustum. Birisiyle konuşmaya ihtiyaç duyduğumda, beynimle hislerimi oturttum masaya. İkisi de anlattı düşüncelerini. Ben dinledim.

Kutuyu açtım. Yıllar önce yazdığım bir şiir, kağıdın arasında:


''Ben seni seviyordum da,

Vazgeçmekte geç kaldım.

Bilirsin, sevenler vazgeçtikten sonra kıymetlenir,

Sevmek birinci yanlışımdı, vazgeçmemek ikinci.

Ben seni seviyordum da,

Biraz da İstanbul soğuğu etkili oldu bunda.

Vücudumu saracak birine ihtiyacım vardı,

En iyi sen ısıtıyordun.''


Şiire biraz göz attım. Amatör ve acemiymişim. İçimdeki sevdanın hakkını vererek yazamamışım şiiri. Geçirememişim kağıda duygularımı. Daha basit düşünelim ya da iyi bir şair değilmişim. Bir bok olmazmış yazdıklarımdan. Artık o kağıtları yazmak için kullanmıyorum.

Sigaramı ikiye kırdım. Televizyonu kapattım. Bilgisayarda çalan şarkıyı, Elephant Gun ile değiştim. Biraz daha soft bir şarkıya ihtiyacım var.

Kağıdı masanın üstüne koyup gerçek bir A4 haline getirdim. Şiirin bittiği yerde bir başka bağımlılık başlıyordu.

Kağıdın bilmem kaç yıl önce ağaç olması, skunkın bitkisel olması, doğadan kopamadığım anlamına geliyor mu acaba? Çalıştığım şirket home ofis vardiya almama izin veriyor. Şu anda yıllık izindeyim. Teknoloji öyle gelişti ki market alışverişimi akıllı telefonlardan yapabiliyorum. Yine aynı akıllı telefonlardan faturalarımı ödüyorum. Teknolojinin bu derece gelişmesi beni çok mutlu ediyor. Evden çıkmıyorum çünkü. Tüm bunlara rağmen doğadan kopamamış olmamı takdir etmeliler. Evime bir madalya postalayabilirler.

Bu iki maddenin sentezi: beynimdeki düşünceler.

Aslında sadece gevşetiyor. Sanal bir dünyaya sokmuyor insanı ama benim beynim dünden razı buna. General karşısındaki er gibi hazır kıta.

Önce oturuşum değişiyor. Az önce ayakkabı kutusunun olduğu yerde, ayaklarım var.

Şiiri yazdığım zamana gidiyor aklım. Ben ancak geçmişime dönerek evden çıkıyorum, hareket ediyorum. Çok fazla yürümeme rağmen kilo veremiyorum. Dengeli beslenmiyor olmamın da bunda payı olabilir.

Bir kadın var. Yüzünü hayal meyal hatırlıyorum. Hafızamı zorluyorum ama aklıma net bir şekilde getiremiyorum. Siktir et, diyorum sonra. Aklımdan çıkarıyorum.

Babamı düşünmeye başlıyorum. Ayakkabı kutusundan yazdığım şiirin çıkmasına mı, ot çıkmasına mı daha çok kızardı, bunda bir karar veremiyorum.



Geçmişime yaptığım yürüyüş, ikinci turda beni yoruyor. Düşünmek istemiyorum hiçbir şeyi.

Kafamın içindeki karıncalanmalar, eski usül televizyonları aklıma getiriyor. Anlamı yok ama bundan keyif alıyorum. Bir şeyi sorgulamadan keyif alma kararını şu anda ikinci aşamaya getirdiğimi fark ediyorum.

Televizyonu tekrar açıyorum, Beirut'u en azından bir süreliğine susturuyorum. Galatasaray'ın, Çek bir takımla maçı var. Ne çok severdim bir zamanlar futbolu. Yıllarım, futbolcu olma hayaliyle geçti. Benden bir bok olmayacağını fark ettiğimde değil, bahisçilerin cebini doldurduğunu anladığımda bıraktım futbolu. En iyi senaristler, zengin adamlar.


Kanalı değişiyorum, reklamlar oynuyor. Türk erkeklerinin sakalları, bakır teli kadar sert diye aptal bir cümle geçiyor bir permatik reklamında. Sakallarıma dokunuyorum, iyi ki kağıt kesiği etkisi yaratmıyor diye düşünüyorum. Sonra aklıma arkadaşım geliyor, yılda bir kere ancak keserdi sakallarını. Gerçekten birisine güvenebildiğim zamanlardı. Gerçekten, birisine bir şeyler anlatabildiğim zamanlardı. Şu anda birisine güvensem bile anlatabileceğim bir şeyim yok. Güvenimi, kumbaradaki para gibi harcadılar. bir kere para biriktirmeye başlarsın, sonra bir gün bakarsın ki annen alıp faturayı yatırmış, eve bir şey almış. Ne kadar işe yaradığını anlamazsın. Bir daha para biriktirmezsin. Benim güvenimle, kendi özgüvenlerinin diyetini ödediler.



Yarın sabah uyandığımda, hiçbir şeye bağımlı kalmayacağım diye söz vereceğim kendime. Güneş doğmuş olacak çünkü. Ne yaparsam yapayım, güneşin umut gibi evime doğmasına karşı koyamıyorum. İçimde bir şeyler huzur bile doluyor hatta. Sonra akşam olacak ve benim elim tekrar ayakkabı kutusuna gidecek. Belki yaşadıklarım birisinin kurgusudur, belki yaşadıklarım birisinin montajıdır. Ben de kendimi bir irade sanan aptalımdır. Özgür olmadığımı anlamamak için uzun bırakılan ipimi koparmaya çalışmıyorum. Özgür olsam ne yapabilirdim? Yüzünü unuttuğum kadının fotoğrafına bakabilirdim belki.