-Şirkette ilk günün, altı yıldır askerlik yapan bir beyaz yakaya emir verdiğini düşün. Sana nasıl bakacağını, hangi sözlerle terslenebileceğini tahmin etmeye çalış. Sonra kafanı çevir ve elindeki elektrikli testere ile yüz yaşındaki bir ağacı kesen insana bak. Ağacın, insanı tersleyemiyor olmasının sebebi dilinin olmaması mı? Televizyonu aç, kanalları karıştır. Oyuncularından tut da senaryosuna kadar aynı olan dizilerin sahnelerini izle, söylenenlere kulak ver: Esas adam kafasına bir silah dayamış, ölmek istemiyorum diye bağırıyor ama çekiyor tetiği. Şimdi arkana yaslan, gözlerini kapat. Anlattıklarımın arasında bir fark var mı?
Amca beyin gözleri yeşil ve çekikti. Suratıysa kırışıklıklarla doluydu. En az otuz yıldır koluna taktığına emin olduğum saatini gösterdi ve ''Hadi,'' dedi ''hala gözlerini kapatmadın.''
- Gözlerimi kapatmama gerek yok, dünyanın bir düzeni var. İnsanın barınmaya ihtiyacı vardı, mağaralara sığındı. Yıllar geçti, insanlar konforu keşfetti. Ağaçları, yeşillikleri yok edip tuğlaları üst üste yığdılar ve ismine ev dediler. Evin hâkimi(!) olan erkek, kendisine bir meşgale aradı. Gücü kuvveti olduğu için balık avladı, su taşıdı. İnsan, doğayı kullanmayı öğrendi. Barındı, beslendi. Çalışmak diye bir şey icat oldu. Birileri toprakların sahibi, birileri sahiplerinin çalışanları oldu. Teknoloji gelişti, bununla beraber ihtiyaçlar arttı. Bir güvercin Ankara'dan havalandı, İstanbul'a geldi. Güvercinin ağzı boş kalmasın diye ağaçlar kesildi. İnsanoğlu her zaman daha iyisinin peşinden koşmayı öğrendi. Önce iyi bir koltuk aldı, sonra koltuk takımı. Televizyon icat edildi. Sadece pavyonlarda görünen sanatçıların şaşaalı hayatları takip edilebilir oldu. Yüzlerce yıl önce kocasından sadece balık bekleyen kadın, söylenmeye başladı. Kuşa koyulacak beyni olmayan erkek, pipisinin varlığının verdiği ilham ile erkeklik onuru diye bir şeyi keşfetti. Daha çok çalıştı. Kuşlar daha çok havalandı. Daha çok ağaç kesildi. Sen bu işte çalışmak için en az on beş sene eğitim görmelisin, dedi onlarca yıl öncesinin toprak ağası; şimdinin yönetim kurulu başkanı. Bir başka yeşilliği yakıp daha büyük çaplı tuğlaları üst üste koydu insanoğlu. İsmine okul dedi. Daha çok ağaç kesildi. Günün sonunda talebi insan oluşturdu, insan karşılamaya çalıştı. Konuşmayı bilmeyen doğaya oldu olan. Yağmurla, selle, çığla bağırdı çağırdı dünya ama kimse sorunu anlamadı.
- İsmin nedir genç?
- Onur, memnun oldum.
Şu ana kadar kaç kişiyle tanışmış olabileceğini, kaç kişiye memnun olduğunu söylediğini, bu memnuniyetin kaç dakika sürdüğünü, kaç kişiyle görüşmeye devam ettiğini düşündüm birkaç saniye içerisinde. Benim için maddenin yapı taşı samimiyetti. Her yerde samimiyeti arar, bulamadığında ise dünyanın kurtuluşuna dair ümitlerini yitirmeye devam ederdi.
-Öğrenci misin Onur?
Farid Farjad'dan Shekare Ahoo çalıyordu. Oturacağım yerdeki insanlarla en az bir ortak paydamız olsun istemiştim ve çalan müziği duyunca en az ne kadar mutsuz olunursa o kadar mutsuz olarak girmiştim kafeye. Mutlu olmayı kaldırmıştım lügatimden.
''Öğrenci değilim, mezun oldum bir süre önce.'' dedim, gözlerimi yemyeşil ve çukurlarla dolu silüete dikerken. ''Grafikerlik yapıyorum özel bir şirkette.'
Amca bey bakışlarıma aynı netlikle karşılık veriyordu, bir ton daha ciddi bile olabilirdi.
''Siz neler yapıyorsunuz?''
-Buradan geçerken çalan müziği duyunca oturmak istedim. Çevremdeki insanlarla en az bir ortak noktada buluşmam gerektiğine inanırım. Çok dışarı çıkmazdım ben. Evde kapanıp kaldım yıllarca. Yazılar yazdım, şarkılar besteledim. Dergilere hikayeler gönderdim, kitap çıkarmaya uğraştım. Dostoyevski'yi, Paulo Coelho'yu, Sait Faik'i okudum. Bunlar yetmemeye başladı. Yazabilmek için, anılarımı tazeleyebilmek için dışarı çıkmam gerekiyordu. Bir kere aldım ya tadını, daha da eve giremiyorum. En son otuz yıl önce gördüğüm insanları görme ihtimali bile beni heyecanlandırmaya yetiyor. Bu, kolumdaki saatin pili biteli yirmi altı sene oldu. Derdim zamanı takip etmek değil, o yüzden kolumda hâlâ. Yıllar öncesine ait olan bir ben yokum, saatim o yılları temsil ediyor.
Kahvelerimiz, bir garson eskortluğu eşliğinde masamıza geldi. Teşekkür ettik. Sade olanı önüme çekip orta şekerli olanı amca beye uzattım, sonra bir de sigara yakıp amca beye uzattım paketi.
''Ben içmiyorum evlat. Bırakalı yıllar oldu. Sana tavsiyem, bir an önce kurtul bu meretten. O kadar çok içiyordum ki önceleri, içimde bu alevi körükleyen şeyin ölme isteği olduğunu fark ettim. Ölecektim; anneme, kız kardeşime kavuşacaktım. Öldürmedi süründürdü. Affedersin, bir boka yaramadı. Acımı da hafifletmedi. Allah var ama sinirlendiğimde rahatlıyordum. Sana tavsiyem Onur, bırak bu pisliği. Az önceki ağaç örneğini düşün. İnsanoğlu kendi ipini kendi çekiyor. Dışarıdan bir kedinin kendi sonunu hazırladığını görsek mâni oluruz. Saf, akılsız olduklarını düşünürüz hayvan için.''
Söyledikleri klişe şeylerdi. Evet, sonumuzu hazırlıyorduk. Evet, bir hayvan yapsa bunu akılsızlığına yorardık davranışını. Ama bu sözler beni rahatsız etmiyordu. Karşımda yılların tecrübesiyle konuşan bir amcadan fazlası vardı. Sigara içme isteğimi sorguladım sonra. Nur'la esaslı bir ayrılığın sebebi olabilirdi. Anneme daha erken kavuşmamı sağlayabilirdi. Babamın da sigara kullandığını düşünürsek birbirimizden ayrı kalma süresini en azından sabitliyor olabilirdi. Her bir dalda yedi dakika ömür kısalttığı söylenir sigara için, doğruluğunu sorgulamadan biat ediyorum bu bilgiye. Yaşamım, yazarı olduğum bir kitap. Her gün yeni bir sayfa ekliyorum kasvetle, acıyla. Beğenmediğim yerleri silemiyorum, düzeltemiyorum. Zamanı geri alamıyorum çünkü. Sahnede doğaçlama oynanan bir oyun gibi. Muhteşem bir son yapmak değil benim amacım. Zaten geberip gittikten sonrası da pek umurumda değil.
''Teşekkür ederim, bilemiyorum. Ben henüz otuz yaşına bile gelmedim. Bu hayatın benim için hiçbir mana ifade etmemesi, sizin yaşınıza rağmen hayat dolu oluşunuz...
İlginç geliyor bana doğrusu. Belki hayatın manası bu, sevdiğin insanlara bir bir veda etmek. Bu acıya dayanmaya alışmak; sonraki acıların tamamına şerbetli hale gelebilmek. Hüzne duyarsızlaşmak. Profesyonel insan olmak. İlginç değil mi? Sonra peki, ne olacak? Bilek güreşi yaptığı tüm problemleri tek hamlede mağlup eden insan, neye varacak? Büyüdün, büyüdün, büyüdün; rakipsiz kaldın. Hangi merci galibiyetini ilan edebilecek, seni kim tatmin edebilecek? Babiller mesela, amaçları gerçekten dünyanın en büyük kulesini mi yapmaktı yoksa tanrı mı olmaktı? İnsanoğlu ne olursa olsun gücün gökyüzünde olduğuna inandı. Bu benim hayatımın şartı, zihin yapım. Bu şekilde düşünmemi sağlıyor. Peki, değiştirelim baktığımız açıyı. Problemlerin tamamını kimseyi kaybetmeyecek şekilde çözdük, sorun çözmekte o kadar ustayız ki ölümsüzlüğü bulduk, huzursuzluk hayatımızdan silindi, güven problemi lügatten kaldırıldı. Büyük bir güçle sevdiğimiz yârimiz sonsuza kadar göğsümüzde, anamız divanda, babamız televizyonun karşısında uyuyor. Herkes mutlu. Peki hayatın amacı bu mu? Sonsuza kadar yaşamak değil, sonsuza kadar mutlu yaşamak bile ilgimi çekmiyor. Ölümsüz de olsak, on saniye öncesini geri getiremiyoruz.
''Sen hayatın bir nesne gibi elinin içinde olmasını istiyorsun evlat. Ömür, siyah ya da beyaz değildir. Bazen gridir, bazen beyazdır bazense siyah. Yaşamın cilvesi bunda saklıdır. Bahsettiğin mutlu evrende umut etmek diye bir şey yok. Oysa umut mutsuzluktan bir sonraki oda değil midir? Ayrılığa uğradıktan sonra umudun kapısını çalmaz mısın? Hayal kırıklığı dahi umut etmekten evveldir. Perişan hâldeyken dahi seni ayakta tutan şey umuttur. Ayrılık korkun olmasa sevdiğin kadına bu kadar bağlı kalabilir miydin? Kaybetme korkun olmasa anneni gözünden sakınmaya devam eder miydin? Ölüm korkun olmasa maneviyatı mı yoksa maddiyatı mı inşa ederdin?''
''Belki de haklısınız. Bir şeyi merak ediyorum. Evden hiç çıkmadığınızı söylediniz yıllar öncesi için, ne oldu da sokağa çıktınız?''
''Rüya gördüm evladım. Otuz yıl geçmiş, harap etmiştim her şeyi. Ne sevdiğim kadına ulaşmıştım ne ölebilmiştim. Yıllar boyu dışarı çıkmayarak özlem ateşini körüklemiştim. Ağaç kesme örneğini düşün. Kendi hayatımın oksijenini kesiyordum. Bireysel bir yok oluştu benimki. Yüzünü hatırlamadığın şeylere özlem duymak kadar aciz hissettiren bir şey yoktu belki de hayatta. Fotoğrafına bakabilecek cesaretinin bile olmadığını gösterir çünkü bu. Mucize denen şey oturup beklemekle çıkmıyormuş karşına. Şartları oluşturman gerekiyormuş önceden. Öylece yol gözlemekle dönmüyormuş, gerekirse dünyayı değiştirmekmiş kavuşmak. ''
Bir sigara yaktım uyanır uyanmaz. Aynanın karşısına geçip gözlerimin için baktım. Yeşilin beyaza geçişini inceledim. Biraz aşağıya inince moraran göz altlarım dikkat çekmeye başlıyordu. Odak noktasını dudaklarıma sabitleyip sigarayı içime çekmeye başladım. Ben bir hamle yapıyordum ve ağzıma dayadığım şey buna yanarak tepki veriyordu. Aptal bir keyif veriyordu bana. Evin içinde yürümeye başladım. Uykumu çok iyi almış olmak, içimi ilginç bir hissin kaplamasına sebep oluyordu. Beni bu kadar uykuda tutan şeyin ne olduğunu anlamaya çalışırken tekrar aynanın karşısına geçmiştim. Kolumdaki saate takıldı gözlerim bu kez. Öksürmeye başlayınca sigarayı çektim ağzımdan. Yere oturup koltuğa yaslandım. Bacaklarımı uzattım. Ayaklarımın bittiği yerde ayna başlıyordu. Kendimi izlemeye ve geceyi düşünmeye devam ettim. Odada Farid Farjad'dan Shekare Ahoo çalıyordu.
rüveyda
2020-05-30T22:41:35+03:00Emeğinize sağlık, harikaydı.