Yüreğime birdenbire inen sert bir ağrı ile yerimde doğruldum. Nefes alış verişlerim arttı. Kısa nefes alıp onu uzunca dışarı veriyordum. Gözlerime çöken yorgunluk ile göz kapaklarım kapanmak istiyordu. Buna müsaade etmek istemediğim için kendi vücudumla direnmeye başladım. Elimdeki kitabı bırakıp ayağa kalktım yavaşça. Ayağımı yere tam basamadığım için sarsıldım. Dengemi sağlamak için bir an durdum. Ardından derin bir nefes alarak küçük bir adım attım. Bunu yürümeye yeni başlayan bir bebek edasıyla yapmıştım. Heyecan, sevinç ve korkuyla… Bir adım daha attım sonra. Bir adım daha… En sonunda odadan çıkıp banyoya yöneldim. Banyoya ulaşmak için yurdun uzun koridorunu tamamlamam gerekiyordu. Koridor boştu. Yurt kuralı gereği bu saatte kimse ayakta olmazdı zaten. Krem rengi, eski boyalı koridor duvarına dayadım elimi. Soğuktu duvar ve rutubetli… Zaten hep soğuk olurdu duvarlar. Bu duvarlar soğuk olmasa şairler hangi duvarın soğukluğundan bahsedecekti şiirlerinde? Küçük adımlarıma devam ederken duvara da tutunuyordum bir yandan. Az önce adım attığı için sevinen bir bebekten, duvardan kuvvet alamadan yürüyemeyen bir yaşlıya dönüşmüştüm. Üstelik bu birkaç saniye içinde olmuştu. Gerçi yaşlılar da uzun yılların ardından başa, her şeyin en başına dönüyor ve bebekleşmiyor muydu?

Uzun koridora baktığımda yolumun gerçekten uzun olduğunu fark ettim. Bu yüzden düşünmeyi bırakıp yürümeye devam ettim. Her bir adımda vücudumun hepsini saran o ağrı biraz daha artıyordu sanki. Normal şartlar altında üç beş adımda bitiriyor olduğum koridor şimdi küçük adımlarımla bitmek bilmiyordu. Bir an önce soğuk suya dokunmak istiyordum. Bu yüzden acımı hissetmemeye çalışarak adımlarımı hızlandırdım. Bu şekilde kendimle savaşarak yolu kat etmiştim. Işığı açık olan banyonun kapısından içeri girdim. Ayağımda çorap olmadığını soğuk fayansa dokununca fark ettim. Fakat soğuğu severdim… Soğuk, üşütür hatta titretir insanı fakat sıcağın kıymetini bildirir. Bu yüzden seviyorum ben soğuğu. Derin bir nefes alıp koridorun halısında bulunan diğer ayağımı da soğuk fayansa değdirdim. Adımlarımı lavabo musluğunun bulunduğu sol tarafa yönelttim. Sonunda musluğun önüne geldiğimde suyu açmak için eğildim fakat karşımda birini görmemle durakladım. Korkmuştum galiba. Belki de korkmamış, ürkmüştüm. Bilmiyorum. Koridor boş diye kimsenin ayakta olmadığını düşünmüştüm. Fakat yanılmış olmalıydım. Zira karşımdaki bir çift göz, gözlerimin içine bakıyordu. “Ayakta birinin olduğunu bilmiyordum.” dedim küçük harfler ile. Karşımdaki bir cevap vermedi. Gerçi soru sormamıştım. Karşımdakinin sadece gözlerini görüyordum. Çok yakındık ve sadece gözlerimiz vardı her ikimizin de açısında. Ben ise elim musluğa doğru uzanmış, yarı kambur halde durur iken donakalmıştım. Biriyle karşılaşmayı beklemiyordum. Lakin bir korku oluşmamıştı yüreğimde. Karşımdakinin gözlerinin içine baktım. Bana çok yakındı. Bana o kadar yakındı ki göz bebeğinin etrafında bulunan beyaz yerdeki, bir incelip bir kalınlaşan kırmızı damar çizgilerini yol edasıyla gözlerimle takip edebilirdim. Hatta göz bebeklerinin içindeki ince halkaları görüyordum. Kahverengi gözlerinin ortasındaki siyah nokta gittikçe büyüyordu. Fark edebileceğim bir hızda büyüyordu.

“Sen kimsin?” diye sordum adeta fısıldayarak. Gözlerinin ta içine bakıyordum. Kahverenginin etrafını hafif pembe bir renk sarmıştı. Sorumu hiç duymamış gibiydi. Sorum fazla mı kabaydı? Evet, kabalık bize yakışmazdı! “Efendim, kimsiniz siz?” diye sordum usulca. Gözleri biraz sakinleşircesine gevşedi sanki. Yahut bana öyle geldi. Olayları istediğim gibi görmekte çok iyiyimdir. Bir an gözlerini kısıp daha dikkatli baktı sanki. Ben de aynı şekilde karşıladım bakışlarını. Gözlerinin içinde bir şey vardı. Farklı bir şey… Yahut daha önce kimseye bu derece yakından bakmamış olduğum için farklı geliyordu bana. Bilemiyorum. Eğer bir fark vardıysa bu farkın ne olduğunu anlamalıydım! Tabiatımda vardı merak. Sonuçta insandım ben!

Derin bir nefes aldım. Kararlı bir şekilde onun gözlerinin içine baktığımda onun da gözlerinde bir ciddiyet belirdi. Lakin bu ciddiyet gözlerin içindeki o farklılığı götürmüyordu bir yere… O farklılık ne çoğalıyor, ne de azalıyordu. Sabit sürat deniyordu buna fizikte. Al işte hayatın içinden fizik örneği. Fizik hayattır tümcesinin göstergesi. Yahut da kendimi derslerin mantığına inandırmaya çalışma çabamın göstergesi… Farklılığın var olduğuna emin oldum çünkü gözünü devirmiş olmasına rağmen bir durgunluk vardı göz bebeğinde ve o farklılık kaybolmamıştı.

 Ben bunlar ile zihnimde meşgul olur iken karşımdaki gözlerde bir hareketlenme peyda oldu. “Efendim, kimsiniz siz?” dedim âcizane bir üslup ile. Lakin ne ses vardı, ne seda. Gözlerindeki o farklılığın ne olduğunu bulamamıştım. En azından emin olmuştum var olduğundan, bu da bir şeydi. “İyi misiniz?” dedim kısık sesle. Cevap gelmeyince “Neden konuşmuyorsunuz?” diye sordum ama nafile. Cevap yoktu yine. Bir an göz kapaklarını yorgunmuş gibi yarım kapattı. Ardından tekrar eski haline geldi göz kapakları. O an gördüm… Acı vardı karşımdaki kahverengi gözlerde. Acı… Nerede görsem tanırdım ben acıyı. Şuncacık hayatımdaki tek tecrübemdi belki de. Geç fark etmiş olmama şaşırsam da fark etmiştim işte! Acı çekiyordu kahve gözleri… Ne için acı çekiyordu acaba? Sormak istedim lakin acı sebebini sormak fazla acımasızca olur diye düşündüm. Bana göre anlatınca içini dökmez insan! Yaşadıklarını zihninde canlandırıp, yüreğini incitir sadece… Bu yüzden vazgeçtim. Sonuçta acı insana has bir duyguydu… Acı çekiyor olması tuhaf değil, gayet olağandı. Acı sebebini boş verdim. Acı çekmesi kafiydi. İnsanı, insan yapan acı çekebiliyor olmasıydı bir yerde. Eğer karşımda duran gözlerin sahibiyle tanışmamışsam daha öncesinde, mutlaka tanışmalıydım. Bu zaman da insan bulabilmek zordu çünkü. Acı insana has bir duyguydu sonuçta.

 Yüzündeki başka noktalara yöneldi benim gözlerim. Kirpiklerine baktım ilk olarak. Zira göze en yakın olan o idi. Siyah idi kirpikler. Belki de koyu kahverengi. Çok gür değildi lakin seyrek de değildi. Tel tel olması gereken kirpikler sanki ıslaklıktan dolayı birbirine yapışmıştı. Fakat bu hal gözlere pek yakışmıştı. Bir daha gözlere baktığımda beyaz olması gereken göz bebeğinin etrafındaki çemberin pembeliği çarptı gözüme. Az evvel de görmüştüm fakat şimdi anlamıştım bu gözlerin ağladığını. Kirpiklerde bu yüzden ıslanmış ve birbirine yaslanmış idi. Şaşırılacak bir şey yoktu aslında. Sonuçta gözyaşı yanaklar için meşhurdu…  Acı olan yerde, gözyaşı da olurdu tabii.

 Kaşlara baktım ardından. Gürdü kaşlar. Düzeltilme adı altında bozulmamıştı. Ne hilal ne de keman kaştı fakat çirkin de değildi. Koyu kahve idi rengi. Hani çam kozalağı kuruyunca kabuk kaldırır ya. İşte o kabukların rengindeydi bu kaşlar. Lakin bu kaşlar az daha parlaktı. Gözlerin hizasını takip ederek burna doğru yöneldi benim gözlerim. Burnun sol deliğinin biraz üst kısmında küçük bir sivilce vardı. Onun dışında normal bir burundu işte. Tıpkı Gogol’un bahsettiği burun gibi basit bir burun… Az önceki o acı dolu gözlerden sonra sivilceli bir burna vakit ayırmak istemediğim için gözlerimi sağ tarafa doğru yönelttim. Elmacık kemikleri vardı fakat pek belirgin değildi. Yalnızca zayıf deriyi az da olsa öne çıkarmıştı. Beyaz bir teni vardı. Hayır, kumraldı ten rengi. Belki de beyazdı, bilemiyorum. Işıklandırması iyi değildi yurdun. Elmacık kemiklerini detaylıca incelerken azıcık üstte bulunan göz çukuru dikkatimi çekti. Morarmıştı… Yo hayır, yemyeşil olmuştu. Bir yarım ay edasıyla gözaltının tamamını morlu yeşilli bir renk almıştı. Sol göz çukuruna bakınca aynı renklerle karşılaştım. Bu derece çökmüş olan göz altlarını da fark edince dayanamayarak “Çok ağlamışsınız, peki ya niçin?” diye sordum gözlerimi o renkli göz altlarından çekemeyerek. Fakat bir cevap yoktu yine. Göz altında, ten renginden eser yoktu. Yalnızca yeşil ve mor birbirine karışmıştı.

 Bir cevap bekliyor olduğum dudaklarına baktım. Geniş bir ağzı vardı. Ne tebessüm ediyor ne de büküyordu dudaklarını. Öylesine duygusuzca duruyordu. “Efen…” cümlemi değil kelimemi bitirememiştim. Çünkü dudaklar kıpırdamıştı. Ona öncelik tanımak için sustum. Fakat hemen eski halini almıştı dudaklar. Acaba ben sözünü kesmiş gibi oldum da o yüzden mi susmuştu? Bekledim bir müddet daha. Konuşsun diye…

 Lakin ne ses vardı ne seda… Usanarak, “Efendim ama siz de…” diye kelimelerimi hızla sıralıyordum ki dudakların kıpırdadığını fark ettim tekrardan. Bir korku düştü yüreğime… Karşımdakini gördüğüm an hissettiğim şeyden daha büyüktü bu. O olmasa da şu an hissettiğim korkuydu işte… Az önce sert bir ağrı yüreğime düştüğü için gelmiştim ben buraya. Bu korku hiç beklenmedik olmuştu. Gerçi korku beklenmezdi zaten ama yüreğim henüz çok küçüktü. Avcum kadar... Düşüncelerimden bir kez daha sıyrıldıktan sonra, karşımdakine “Sen, ben misin?” diye sordum. Sorumu bitirmeden cevabımı almıştım aslında ama insan garip şey işte. Hala musluğa doğru uzanmış olan elimi havada asılı durmaktan kurtarıp sol göğsüme bastırdım. Kalbim beni terk etmek istercesine çarpıyordu. Göğüs kafesimi kırmak istiyordu adeta. Korku düşen yüreğim kaldıramamıştı bu ani korkuyu.

 Son bir umutla “Siz kimsiniz?” diye sordum karşımdaki dudaklara. Fakat dudaklar sorumla eş zamanlı olarak kıpırdıyordu. Ne diye soruyor olduğumu ben de bilmiyordum. Zaten ben pek bir şey bilmiyorum. Yaşıyorum sadece. Belki yaşamıyorumdur da. Bilemiyorum. Elimi göğsümden çekmeden küçük, çok küçük bir adım attım geriye. Daha uzakta gördüğümden olsa gerek kazakla sarılı boğazı göründü. Kırmızı balıkçı kazağında gümüş bir zincir parlıyordu. Yurdun o zayıf ışıklandırması aynaya vurmuş ve aynadan da benim gözüme vuruyordu o parıltı. Göğüs kafesimin altındaki yaşamına bir son vermek isteyen kalbim daha hızlı atmaya başlamıştı. Kafes altında yaşamaktan sıkılmıştı belki de. Özgürlük istiyordu. Belki o da güvercinlere özenmek istiyordu, kim bilir… Uçmak istiyordu arşıâlâya. Artık bir bulut olmak istiyordu belki de. Hiç sakinleşmek bilmeyen kalbimi boş verip az evvelkinden daha küçük bir adım daha attım geriye. Zincirin ucunda bir kolye belirdi. Gümüş bir çiçek… Çok, çok daha küçük bir adım attığımda beyaz, plastik, desensiz ayna çerçevesiyle karşılaştım.