Genç adam, memurluk için girdiği sınavı kazandığında, hayatında yeni bir sayfa açılacağını sanmıştı. Bartın’da, maliye bölümünde işe başladığında çevresinde pek az insan vardı; ama bu yalnızlık, onun alışık olduğu bir histi. Yalnızlığın tanıdık gölgesinde, işine gömülmüş, rutin hayatının tekdüzeliğine sığınmıştı. Ancak o kasabaya adım attığı gün, kaderini değiştirecek bir kadının gözleriyle karşılaşacağını bilmiyordu.

Arzu. Adı kadar cezbedici, bir o kadar da tehlikeli. Kasabanın sokaklarında, eski taş evlerin gölgelerinde dolaşırken genç adamın karşısına çıkmıştı. O kadın... Bir Afrodit, bir Hera gibi, güzelliğiyle insanı sarsan bir varlıktı. Arzu, zarafetiyle etrafındaki her şeyi silikleştiriyor, sanki dünyanın merkezinde sadece o varmış gibi hissettiriyordu.

Arzu, 25 yaşında, bir kasaba efsanesi gibiydi. Onun hakkında herkes konuşur ama kimse ona tam anlamıyla yaklaşamazdı. Genç adam içinse bu kadına tutulmamak mümkün değildi. İlk bakışmaları, bir çay bahçesinde, Arzu’nun küçük bir kahkahayla dönüp göz göze gelmesiyle başlamıştı. Kahkaha, genç adamın içindeki eksik parçayı tamamlar gibi, beyninde yankılanmıştı.

Aralarındaki ilişki, bir yaz fırtınası gibi ani ve tutkulu başladı. Arzu’nun gözlerinde bir anne şefkati, dudaklarında ise başka bir dünyanın vaadi vardı. Genç adam, bu kadının teninde bir şeyler arıyor gibiydi: Belki bir geçmişin izi, belki de annesinden alamadığı o sevgiyi. Freud'un "Oedipus Kompleksi" kuramını bizzat yaşamaya başlamıştı. Ama Arzu evliydi. Bunu öğrendiğinde, genç adamın içindeki suçlulukla arzu arasında gidip gelen çatışma iyice derinleşti.

Kasaba küçük, dedikodular büyük. Onlar ise gizliliğin gölgesine sığınıp geceleri buluşmaya devam ediyorlardı. Her gece, genç adam Arzu'nun yanına koşuyor, iki bedenin birleşmesinde içindeki karanlık arzularını doyuruyordu. Ancak her sabah, bu yasak aşktan doğan suçluluk, onun ruhunu biraz daha parçalıyor, zihnini labirent gibi karmaşık hale getiriyordu.


Genç adamın Arzu’ya olan tutkusu, bir ağrının derinliğini hissetmek gibiydi. Onunla her buluşmasında, Arzu bir adım öndeydi. Gülüşüyle onu avucunun içine alıyor, uzaklaşan bakışlarıyla derin bir kuyuda boğuluyormuş gibi hissettiriyordu. Genç adam, onun yanında kendini sürekli eksik, sürekli ihtiyaç içinde buluyordu. Sanki Arzu olmadan nefes alamazdı, ama her an elinden kayıp gidecekmiş gibi bir korkuyla yaşıyordu.

O gece, genç adam Arzu’nun eski taş evine gitmişti. Kapıyı Arzu açtığında üzerinde ince, saten bir sabahlık vardı. Hafif aralanan yakasından görünense genç adamın zihnindeki karanlık arzularını daha da kışkırtıyordu. Arzu, her zamanki gibi gülümseyerek onu içeri buyur etti, ama gözlerinde bir yabancının sıcaklığı yoktu. Sanki genç adamı çözmüş, onun üzerinde tam bir hâkimiyet kurmuştu.

Bir süre karşılıklı oturdular. Genç adamın eli titriyordu; ne Arzu’ya dokunabiliyor ne de ondan uzak durabiliyordu. Arzu, puro yakıp bir nefes aldı. Genç adam, onun bu umursamaz hâline bakarken dayanamadı ve dudaklarından döküldü:

“Beni neden böyle hissettiriyorsun?”

Arzu’nun gözleri kısıldı, dudaklarının kenarında o sinsice kıvrılan tebessüm belirdi. “Nasıl hissettiriyorum?” diye sordu, sesi hem masum hem de zehir gibiydi.

“Aciz…” Genç adamın sesi çatallandı. “Sanki sensiz… sensiz bir hiçim.”

Arzu, elindeki puroyu küllüğe bastırdı ve yavaşça genç adamın yanına oturdu. Elini onun saçlarına daldırıp yüzünü göğsüne doğru çekti. Genç adam, sanki yıllardır özlediği bir şefkatin içinde boğuluyormuş gibi, başını Arzu’nun göğsüne yasladı. Gözlerini kapadı, nefes almaya çalıştı.

Arzu, saçlarını okşarken, yavaşça fısıldadı: “Seni böylesine çaresiz hissettiren benim, biliyorum. Ama belki de aradığın şey ben değilimdir. Ama ben…” Bir an duraksadı, sanki genç adamın ruhunda daha derine inmek ister gibi. “Ben ne annen olurum ne de kurtarıcın. Ben yalnızca sana neyi eksik hissettiğini hatırlatırım.”

Genç adam, bu cümlelerin altında ezilirken, Arzu yerinden kalktı. Şarap kadehini alıp pencerenin önünde durdu. Camdan dışarı bakarken, arkasını dönmeden konuştu: “Bu kasabadan gitmek istiyorum. Burada her şey beni boğuyor. Ama sen… sen asla gitmezsin, değil mi?”

Genç adam, onun ardından kalkıp ona yaklaşmaya çalıştı. “Arzu, sensiz nasıl yaşarım? Senin olmadığın bir yerde nefes bile alamam!” dedi, sesi yalvarırcasına.

Arzu, yüzünü ona döndüğünde gözleri buz gibiydi. “Ah, canım benim. Sen zaten nefes alamıyorsun. Ben sadece bunu daha fark edilir hâle getiriyorum,” dedi ve genç adamın yanağını okşadı. Dokunuşu hem şefkat dolu hem de bir hançer gibi derin yaralar açıyordu.

O gece yine birleştiler, ama bu kez genç adam, Arzu’nun teninde kendini ararken daha da kayboldu. Onun yanında olmanın bir zehir olduğunu biliyordu, ama bu zehri içmekten başka çaresi yoktu.

Gecenin sonunda, Arzu genç adamın kollarında doğrulup sigarasını yaktı. Yavaşça bir nefes alıp yüzüne üflerken, şöyle dedi: “Bir gün buradan gitmem gerektiğinde, beni durdurmaya kalkma. Çünkü benim ait olduğum yer, hiçbir yer.”

Genç adam sustu. Sadece sustu. Çünkü o, Arzu’nun nefes aldığı bir anda onu bırakıp gitmesinden delicesine korkuyordu. Ama bu aşk, onu her geçen gün biraz daha karanlığa sürüklüyordu. Ve o karanlık, bir çıkış yolu göstermiyordu.