Beyaz zemin üzerinde satranç tahtası hâlâ iki genç adamı karşı karşıya getiriyor. Siyah taşların ardında oturan neşeli genç adamın yüzünde yine o rahat, umursamaz gülümseme var. Öte yandan beyaz taşların sahibi düşünceli genç adamın yüzü ciddi ve düşünceli, ama bakışları zaman zaman kayıyor. Ellerini tahtanın kenarında birbirine kenetlemiş, öylece oturuyor.

Neşeli Genç Adam:

(Şımarık bir tebessümle taşı tutup havada çevirerek)

“Bir soruyla başlayalım: Tasavvuf nedir, bilge satranççı? Kalın kitaplardan, derin nefeslerden öğrendiğin bir şeyler vardır elbet.”

Düşünceli Genç Adam:

(Biraz utanarak, sesini kısarak)

“Ben… birkaç kitap okudum sadece. Hatice... O zamanlar onunla konuşabilmek için okumuştum. Birkaç beyit, birkaç hikâye ezberledim. Ama ne öğrendiğimi sorarsan…”

(Duraksar, eliyle başını kaşıyarak)

“Aslında pek bir şey bilmem. Yüzeysel şeyler işte.”

Neşeli Genç Adam:

(Bir kahkaha patlatır, taşını tahtaya bırakır)

“Yani koca tasavvufu, kadınla yakınlaşmak için mi öğrendin? İnsanlar der ki ‘Aşk, ruhu terbiye eder.’ Ama senin durumun daha ilginç: Kadın aşkı, ruhu tasavvufa sürüklemiş.”

Düşünceli Genç Adam:

(Kaşlarını çatarak, savunmacı bir tonda)

“Ne var bunda? Herkes bir yerden başlar. Senin gibi eğlence peşinde koşan biri ne anlar tasavvuftan?”

Neşeli Genç Adam:

(Bir anda ciddileşir, bakışları derinleşir)

“Benden beklemezsin, değil mi? Ama ben anlarım. Çünkü bu oyun değil. Bir nefes meselesi. İnsan içini boşaltmadıkça, asla dolamaz. ‘Nefsini bilen, Rabbini bilir.’ Bunu duydun mu?”

Düşünceli Genç Adam:

(Eli tahtanın üzerinde bir taşı tutar, sıkı sıkıya sarılır)

“Okumuş olabilirim. Ama bu sözün gerçek anlamı nedir, bilmiyorum.”

Neşeli Genç Adam:

(Başını iki yana sallayarak, derin bir nefes alır)

“Sen sadece kulağına gelen kelimeleri okudun. Kitaplarda yazan birkaç satırla oyalanıyorsun. Oysa tasavvuf, bir satranç tahtasına benzemez. Burada ne siyahlar vardır ne beyazlar. İkilik, yani benlik kalkar ortadan. Sen yoksun. Taşları değil, kendini oynarsın ve sonunda toprağa dönersin.”

Düşünceli Genç Adam:

(Eli bir an boşluğa düşer, taşı bırakır)

“Sen… Sen eğlenceyi savunmuyor muydun? Şakacı tavırlarınla tasavvufun ne ilgisi var?”

Neşeli Genç Adam:

(Tahtada ilerleyen siyah taşlarına bakarak sakin bir sesle)

“Eğlence, hakikati unuttuğun zaman oyun olur. Ama hakikati hatırlarsan, her kahkaha bir şükürdür. İnsan, dünyada bir yolcudur. Oyun da, ciddiyet de birer yol. Ama bazıları ciddiyetin taşlarında takılıp kalır. Senin gibi.”

Düşünceli Genç Adam:

(Hafifçe sinirlenerek, sesi sertleşir)

“Beni küçümseme. Senin o hafifliğin yüzünden bu dünya bir kargaşaya dönmüş durumda. Herkes eğlenmenin, gülüp geçmenin peşinde. Biraz ciddiyet, biraz disiplin lazım insana.”

Neşeli Genç Adam:

(Öne doğru eğilerek fısıldar gibi konuşur)

“Ve işte tam da burada yanılıyorsun. Tasavvuf, ciddiyetle sıkışıp kalmak değildir. Hadi söyle bana, ‘ney’ neyden yapılır?”

Düşünceli Genç Adam:

(Biraz düşünerek)

“Sazlıktan…”

Neşeli Genç Adam:

(Eliyle tahtayı işaret ederek)

“Ve ney, içi boş olmasa ses çıkarır mı? İnsan da böyledir işte. Kendini doldurmak için ne kadar çırpınırsan, o kadar susarsın. Oysa boş olan, hakikati bulur. Taşların ağırlığını bırak artık.”

Düşünceli Genç Adam:

(Bu sözler üzerine bir an duraksar. Yüzünde bir karmaşa belirir, taşlara bakar ama bu sefer o taşlar sadece taş gibidir.)

“Ya sen? Hakikati buldun mu?”

Neşeli Genç Adam:

(Gülümseyerek arkasına yaslanır)

“Ben aramayı bıraktım. Bazen bulmak, aramamakta yatar.”

Bir hamle daha yapar. Siyah vezir tahtanın köşesinde beyaz şahı kıstırır.

Neşeli Genç Adam:

(Şakacı ama yumuşak bir sesle)

“Şah mat.”

Düşünceli Genç Adam bir süre konuşmaz. Başını yavaşça kaldırır ve siyah taşlara bakar. Neşeli Genç Adam zaferin keyfini çıkarmak yerine sessizce ona bakar. Sanki kazanan, aslında kaybedendir.

Düşünceli Genç Adam:

(Sessizce, dalgın bir şekilde mırıldanır)

“Ben… sadece Hatice’ye anlatacak birkaç hikâye öğrenmiştim.”

Neşeli Genç Adam:

“Ve o birkaç hikâye seni buraya getirdi. Bak bakalım, belki de en doğru yerdesin.”

İkisi de susar. Tahtanın üzerinde taşlar olduğu gibi kalır. O an, yalnızca sessizlik konuşur.


Satranç tahtasının üzerindeki siyah ve beyaz taşlar, bitmek bilmeyen bir mücadelenin yorgun sessizliğini taşır. Beyaz taşların ardında oturan düşünceli genç adam, yüzü gölgelerle kaplı, son hamleyi hesaplamaya çalışır. Siyah taşların arkasında ise neşeli genç adam, her zamanki gibi umursamaz ve rahat bir gülümsemeyle oturur. Ama bu sefer gülüşünde başka bir şey vardır: yırtıcı, kibirli bir kararlılık.

Neşeli Genç Adam:

(Sakin bir sesle, tahtadaki siyah veziri hareket ettirerek)

“Şah mat. Ama sen farkında bile değilsin, değil mi? Tahta başından beri seni tuzağa çekiyordu.”

Düşünceli Genç Adam:

(Kızgın ama çaresiz bir tonla)

“Yine mi o oyunların? Ne istiyorsun benden?”

Neşeli Genç Adam:

(Yüzündeki gülümseme genişler, sesi alaycıdır)

“Ne mi istiyorum? Her şeyimi geri istiyorum. Hatice benim. Arzu da benim. Sen sadece onların hayalini kurdun, ben onları yaşadım!”

Düşünceli Genç Adam:

(Şaşkınlık ve öfkeyle doğrulup bağırır)

“Ne saçmalıyorsun! Hatice de, Arzu da birer hikâye sadece. Kimse kimsenin değil!”

Bu söz, neşeli genç adamı bir an susturur. Ama sonra, yüzü tuhaf bir ciddiyetle gerilir. Aniden ayağa kalkar. Elleri titrer ama gözleri öfkeyle parlar. Satranç tahtasını kavrar ve düşünceli genç adama doğru savurur.

Neşeli Genç Adam:

“Artık SEN yoksun!”

Ahşap satranç tahtası genç adamın kafasına şiddetle çarpar. Düşünceli genç adam, hiçbir şey söyleyemeden yere yığılır. Beyaz taşlar, tahtadan fırlayıp her yöne dağılır. Sessizlik kalır; sadece taşların soğuk, boş yankısı odanın köşelerinde gezinir.

Neşeli genç adam bir süre nefes nefese, hareketsiz duran bedene bakar. Yüzünde ne zafer vardır ne de pişmanlık. Yavaşça diz çöker, tahtayı yerden alır ve parmaklarının arasında tutarak mırıldanır.

Neşeli Genç Adam:

“Bitti. Nihayet…”

Sonra tahtayı kolunun altına sıkıştırır ve dışarı çıkar. Gökyüzü alacakaranlığın koyu mavi tonlarına bürünmüş, hava sessiz ve ağırdır. Boş bir alana, kuru toprağın ortasına kadar yürür. Orada, sanki çoktan hazır bekleyen bir çukur vardır. Tahtayı toprağa bırakmaya hazırlanırken, derinlerden bir ses gelir. Freud’un sesi.

Freud:

(Yumuşak, ama tok bir sesle)

“Ne yaptığını sanıyorsun? Gömdüğün sadece tahtan mı?”

Neşeli genç adam duraksar. Freud’un silueti bulanık, ama yüzünde bilge bir sakinlik vardır. Gözlerini neşeli genç adama diker.

Freud:

(Gülümseyerek)

“Gömdüğün sensin, farkında değil misin?”

Neşeli Genç Adam:

(İnatla başını iki yana sallayarak, toprağa avuç avuç toprak atarken)

“Hayır! Bu benim değil. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. O tahtayı, o eski beni, düşünceleriyle boğulan adamı gömüyorum. Özgürüm artık!”

Freud susar ve sadece izler. Neşeli genç adam, tahtayı tamamen toprağa gömer, üzerini sıkıca kapatır. Bir süre çömelmiş halde nefesini düzenlemeye çalışır, sonra ayağa kalkar.

Neşeli Genç Adam:

(Kendi kendine konuşur gibi)

“İstifa edeceğim. Memurluktan, bu sıkıcı hayattan… Her şeyi bırakacağım. Artık oyun oynayarak yaşayacağım. ‘Hayatı bir kere yaşarsın’ derler. Öyleyse dolu dolu yaşamalı, değil mi Freud?”

Freud’un silueti hafifçe başını eğer, sonra rüzgârla birlikte silinir. Neşeli genç adam gülümser. Alacakaranlık çökmüş, hafif bir esinti yüzünü okşamaktadır. Oyun bitmiştir; ama belki de yeni bir oyun başlamaktadır.

Neşeli Genç Adam:

(Yüzünü göğe kaldırarak, kollarını iki yana açar)

“Hayat, artık seninle dalga geçmeye geldim!”

Arkasında bıraktığı toprak yığını, bir mezarı andırır. Ama neşeli genç adam, toprağın altında kimin yattığını artık umursamıyordur. Adımlarını hafiflemiş, omuzları kalkmış bir şekilde uzaklaşır. Her şeyin sonunda kazanan, oyun oynayan olmuştur.