Arzu’yla olan ilişkisini bitirme kararı, genç adamın içinde kopan bir fırtına gibiydi. Her ne kadar bunun doğru olduğuna kendini inandırmaya çalışsa da, Arzu’nun gülüşü, bakışları ve dokunuşları zihninde sürekli dönüp duruyordu. Geceleri uykularında, sabahları ise işinin başında onu düşünmekten kendini alamıyordu. Arzu, genç adamın zihninde sönmeyen bir ateşti; bu ateşi kontrol altına almak istediğinde, daha da harlanıyordu.

Memuriyetin monotonluğu, taşranın baskıcı havasıyla birleşince, genç adamın içindeki sıkıntı daha da büyüdü. Maliye memuru olarak her gün evrak yığınları arasında kayboluyor, akşam olduğunda ise kendini karanlık odasında Arzu’yu düşünürken buluyordu. Zaman geçtikçe bu döngü, dayanılmaz bir hal aldı. Günlük rutinlerinde bile Arzu’nun anıları gölgesini bırakmıyordu.

Bir gün, bu kasvetli döngü içinde Adem’le tanıştı. Adem, genç adamın çalıştığı binanın hemen arkasındaki eski bir kahvede vakit geçiren, yaşça büyük bir memurdu. Herkesin “Adem Abi” diye saygı duyduğu bu adam, taşranın sıkıcı atmosferine aldırış etmeden kendi dünyasında yaşamayı başaran biriydi. Onun hakkında “Yapmaz dediklerini yapmış,” diye fısıldayanlar çoktu. Ama Adem’in bu geçmişine dair kimse açık bir şey bilmezdi. Belki yasak bir ilişki, belki bir görev ihlali, belki de herkesin bildiği ama konuşmaktan çekindiği bir sırdı.

Adem, genç adamın sıkıntılı halini bir bakışta fark etti. Kahvede yan masasında otururken, sigarasını yaktı ve derin bir nefes aldı.

“Memur olmak zor zanaat, hele bir de taşrada,” dedi, gözlerini genç adamın üzerine dikerek.

Genç adam bir an irkildi, ama Adem’in bakışlarında bir sıcaklık, bir anlayış vardı. Sesi hem davetkar hem de yaşanmışlık doluydu.

“Sıkıntın var senin,” diye ekledi Adem, sigarasından bir nefes daha alarak.

Genç adam önce sessiz kaldı, sonra yavaşça başını salladı. “Herkesin sıkıntısı var,” dedi, sesi alçak ve çekingen.

Adem hafifçe güldü. “Ama seninki başka bir şey. Böyle bir bakış, taşranın sıradan sıkıntısı değil. Daha derin bir şey var.”

Bir süre sessizlik oldu. Kahvedeki diğer masalardan gelen gürültü ve çay bardaklarının tıkırtısı, iki adamın arasında yankılandı. Adem, genç adamın sessizliğini kırmak için devam etti:

“Bak, evrakların arasında boğulursun, taşra seni ezer. Ama asıl tehlike, kendi içindeki sıkıntının seni bitirmesidir. Kaç kere gördüm bunu. İnsan kendini tüketir de fark etmez.”

Genç adam, Adem’e bakmadan konuştu. “Bazen neyi aradığımı bilmiyorum. Ama eksik bir şey var gibi…”

Adem, genç adamın sözlerini dikkatle dinledi. “Eksikliği hep hissedersin,” dedi. “Ama onun seni kontrol etmesine izin verirsen, o zaman işin biter. Eksiklik, seni harekete geçirecek bir şey olsun; içine hapseden bir pranga değil.”

Genç adamın aklı, Arzu’nun yüzüyle doldu. O eksiklik hissi, Arzu’nun varlığıyla daha da büyüyordu. Adem haklı mıydı? Yoksa bu eksiklik onun hayatında asla doldurulamayacak bir boşluk muydu?

Adem, bir sigara daha yaktı. Gözlerini uzaklara dikip konuşmaya devam etti. “Ben zamanında yapmam denileni yaptım. Belki bu yüzden hâlâ buradayım. Ama unutma, yapmaz denileni yapmak her zaman kötü değildir. Bazen insanın kendini anlaması için sınırlarını zorlaması gerekir.”

Adem’in sözleri, genç adamın zihninde yankılandı. Ama bu sözler, onu bir çıkış yoluna götürmüyordu. Aksine, içinde bir tür karmaşa yaratıyordu. Arzu’nun anıları, Adem’in nasihatleriyle çatışıyordu.

Genç adam, Adem’le olan bu sohbetlerden sonra bile buhrandan kurtulamadı. Taşranın sıkıcı atmosferi, onun zihnindeki karanlığı daha da derinleştiriyordu. Arzu’nun silinmeyen izleri, Adem’in sözleriyle birleşerek genç adamın içinde karmaşık bir düğüm haline geliyordu.

Adem’in hikâyesi ise yarım kalmış bir roman gibiydi. Genç adam, onunla her konuştuğunda bu yarım kalmışlığı hissediyor, ama Adem’in geçmişine dair bir şey sormaya cesaret edemiyordu. Belki de Adem’in en büyük sırrı, taşranın bu kasvetli havasında yaşayıp kendi yalnızlığını kabullenebilmesiydi.

Genç adam ise hâlâ Arzu’nun esiriydi. Arzu’nun gülüşü, onun zihninde yankılanıyor; Adem’in sözleri ise bu yankıyı susturmakta yetersiz kalıyordu. Hayatı, bir çıkış yolu olmayan bir labirent gibiydi. Ve o labirentte, Arzu’nun anıları ve Adem’in nasihatleri arasında sıkışıp kalmıştı.