Bir sokağın başında yokuş aşağı inmek üzere adımlarımı sakinlik ile birer birer atıyorum. Ne bir yere acelem var ne de bir bekleyenim… Kendimle baş başa kalmışım, yürüyorum. Sokağın ardındaki duvar; mezarlık. Duvarlarda asılı özlü sözler, gelen geçene göz kırpıyor. Mevlana’dan tutun Necip Fazıl’a kadar… Şöyle bir bakınıyorum yazılara, bir tanesi ilgimi çekiyor. Adımlarımı kesip okuyorum. Kime ait olduğu belli olmayan sözde diyor ki: “Bir gecelik kalacağı otelin kaç yıldızlı olduğuyla ilgilenenler, ebedi kalacakları ahiretle neden ilgilenmezler?” Aklım ve ruhum farkındalıkla can çekişiyor. Aniden gelen ışık hüzmesi gibi kalbime dokunuyor. Bazen birinin bir cümlesi saatlerce düşünmeme sebep olur. Bu cümlede sanki bugün karşıma çıkması lazım gibi bende vücut buldu. Ölüm ile yaşamı düşünüyorum. İnsanın yaşamı, iki şey arasındadır: Doğduğunda kulağına okunan ezan ile ölümünde kılınan namaz. Bu ikisi arasındaki bağ da şu şekildedir: Doğduğunda okunan ezan, öldüğünde kılınan namazı içindir.Buna rağmen bizler, varlığın ne kıymetli olduğunu anlayamayacak kadar acz miyiz? Ya da anlamamak için mi bunca çabamız, sırf dünyevi olana sarılmak için mi yaşıyoruz? Böyle bir sürü yazıyı sâkinlik ile okuyarak sokağın sonuna geliyorum. Sokağın sonu, mezarlığın kapısında. İstemsizce -aklımda takılı kalan az önce ki sözü düşünerek- içeri giriyorum. Kiminin canından öte sevdiği dedesi, annesi, babası, evladı; kiminin ömrünü adadığı eşi bu mezarlıkları doldurmuş. İlerliyorum mezarlığın içerisinde. Sonra bir ses işitiyorum. Kulağıma ezan sesi gibi çalınıyor. Oysaki ezana daha çok var, biliyorum. Yaklaştıkça bunun sela olduğunu anlıyorum. Az önceki sözü okuduğumda aklıma gelenler yine kendini belli ediyor. Etrafa bakınıyorum, ses yakınlarda fakat yönünü kestiremiyorum. İçimden geldiği gibi sağımdaki basamaklardan aşağıya iniyorum. 

  Biraz daha yürüdüğümde önümde bir sürü beşer, onar litrelik su dolu bidonları görüyorum. Üst üste dizilmiş duruyorlar. Yandaki mezarlıkta yatan kişinin adına bakmak için kafamı oraya çeviriyorum. Mezarının başında Türk bayrağı asılı duruyor… İçimi ürperti dolu bi’ ağlamak esir alıyor. Ruhum sanki tam burada filizlenmiş gibi çaresiz hissediyorum. Kontrolü ele alıp yanımda parlayan fotoğrafa bakıyorum. Üstünde üniforması olan genç bir kadın, her şeyi özetler gibi gözlerinin içi gülümsüyor. Işığı hiç sönmemiş gibi. Sela sesi işte buradan geliyor. Mezarın az ilerisinde sandalyesinde oturan adam, sükûnet ile duruyor. Sokakta denk gelsen yardım etmek istersin ya, işte öyle görüntüde. Fakat hayır, adamın yüzüne bakınca bakışlarından anlaşılıyor. Bu adamın öyle acınacak halde olmasının sebebi parasızlık değil. Yanındaki kaseti fark ediyorum. Sela bittikçe tekrar tekrar çalan kaseti. Adam kafasını bir kere bile kaldırıp gözlerime bakmıyor. Ne rahatsız oluyor ne de konuşmak istiyor. Sanki ben orada hiç yokmuşum gibi bakışları hep aynı yerde, şehidin fotoğrafında. Dayanamıyorum, adama sesleniyorum. İlkinde sesim öyle cılız çıkıyor ki ben bile duyamıyorum. Öksürüp tekrar sesleniyorum: “Allah rahmet eylesin, neyiniz oluyor?” diyorum. Soruyu sorar sormaz nefesimi tutuyorum. Elim, ayağım buz kesmiş bekliyorum, ya rahatsızlık verdiysem diye. Cevap vermesini bekliyorum fakat aradan iki dakika geçtiğini tahmin ettiğim süre zarfında hiç ses etmiyor. Acaba sesimi duymadı mı diye düşünüyorum, veyahut duydu konuşmak istemiyor. Tekrar mezarın başına gidiyorum. Duamı okuyup arkamı dönüyorum ki adamın sesini duyuyorum. Sanki yıllarca konuşmaya tövbe eden birinin ilk sözcükleri gibi çıkıyor cümleleri: “Burada yatan benim kızım” dedi. Duyabileceğim en çaresiz kızım demekti bu. Sevgi ve özlem dolu bir babanın sessizliğin feryadı en fazla böyle yansıyabilirdi. 

  “Sekiz ay oldu bu toprağın altına gireli. Hain bir saldırıda şehit düştü.” Cümlenin sonunu getirirken sesi titriyor, nasıl titremesin ki. Bir şehit değil, binlerce şehide titredi canı, cananı… “Koskoca sekiz ay hiç gitmedim buradan. Belki birgün beni arar da yanında bulamayıp üzülür diye. Polislik istedi diye kızmıştım. Yapma dedim. Bir gün bana ölüm haberini getirtme kızım. Lakin hep hırslı, azim doluydu. ‘Yok baba’ dedi, ‘Ben her çatışmadan sağ salim çıkıp yine senin dizlerinde uyuyacağım. Olur da sözümü tutamazsam mezarıma gelip ağlama. Bil, ben orada huzurdayım.’ Böyle dedi kızım, Elif’im…” Sustu. Sessiz sedasız gözyaşlarına boğuluyor. Sanki sekiz aydır ilk defa ağlıyormuş gibi yine de hıçkırarak değil, içine ağlıyor. Biten selayı başa sarıp, gözlerini boşlukta asılı bırakıyor. ‘Boşlukta asılı kalmak’. Evladını kaybeden bir babanın acısı başka nasıl tarif edilir, bilmiyorum. Boğazım düğüm, ne desem de içindeki sızıya, yaraya merhem olsam bilmiyorum. Saatlerce nefessiz konuşsam ne fayda, bir kere içine düşen kor ateşi söndürmek mümkün değil. Bir müddet olduğum yerden mezarlığa bakıyorum. Elif’e bakan babasının gözlerinden bakmaya çalışıyorum. Aklıma haberlerde her gün verilen görüntüler düşüyor. Hatta daha dün ki haber geliyor aklıma. “Gara’daşehit edilen 13 kişiden 11’nin kimlikleri belirlendi. 2’sinin kimlik tespiti ise sürüyor. Şehitlerime Allah’tan rahmet, kalanlara sabır diliyoruz…” ve başka geçilen bir haber sonrasında gündem değişiyor. 

  Mecburen ya da mecburmuşca. Hayatta o kadar ansızın olaylar yaşanıyor ki ne gideni düşünecek zamanın ne de kalana üzülecek vaktin yokmuşçasına yaşam devam ediyor. Acımasızca yitip giden ömürlere, katledilen canlara adaletsiz miyiz? Düşününce neyde adaletli olabildik ki… Tecavüze uğrayan kızlarımıza, kadınlarımıza, sokak hayvanlarına, vatanaşkı uğruna şehit düşen mehmetciğimize… Bizim adaletimiz hangi rafta toz tutmakta, bilmiyorum. Düşüncelerim beni karanlık sokağına çekerken bitmiş ve tekrar başa sarmış sela sesi ile kendime geliyorum. Adımlarım birer birer geriye giderken mezara gelmeden gördüğüm duvardaki söz geliyor aklıma. Kime ait olduğu belli olmayan söz aslında hepimize aitti. Başka yerde oyalanmadan doğrudan eve gidiyorum. Kimse ile konuşmaya halim yok. Evin kapısına gelip anahtarımla içeri girdikten sonra bir yudum su içip, üzerimi değiştirmeye gerek duymadan yatağa atıyorum kendimi. Karanlık çoktan bastırdığı için kesintisiz uykumu çekiyorum. Güneş doğmadan bir vakit, saat bilmem kaçken uyanıyorum. Uykumu rahat almış olmanın enerjisi bünyemde yok. Sanki uyumamışım ama zorla uyandırılmışım gibi hissediyorum. Dünün etkisinde olduğuma eminim. Bir işim var mı diye düşünmeye başlıyorum. Düşünme yetimi kaybetmemiş olmama sevinerek, henüz. Bugün hafta sonu ne bir yerde bekleyenim ne de bir meşgalem var. Yine de yalandan acelem varmış gibi dünden kalan giysilerimi değiştirip mutfağa gidiyorum. Dolapta peynir, zeytin ne bulduysam saklama kaplarına koyup bir bez çantanın içine atıyorum. Evden çıkınca doğrudan dün ki adamın yanına gidiyorum. Yolda giderken acaba beni tersler mi, kızar mı yoksa yine sessizce durur mu diye düşünüyorum. Yine de adımlarım hızlı hızlı ilerliyor. Adamı orada bulacağımdan en ufak bir şüphem yok. Nitekim mezarlıkta yolumu biraz karıştırırken yine sela sesini duyarak o yöne gidiyorum. Adam dünden bir farkı olmadan aynı yönde aynı giysilerle ve aynı bakışları ile selayı dinliyor.Mezara dönüp duamı ettikten sonra evden çıkmadan yanıma aldığım katlanan sandalyemi rahatsız etmeyecek mesafede yanında açıp oturuyorum. Çekine çekine “Size bir sakıncası olmazsa ben de burada oturmak isterim. Umarım sizi rahatsız etmiyorumdur. Eğer öyleyse hemen giderim fakat bunları size hazırladım, lütfen kabul edin.” Elimdeki bez çantayı uzatıp tuttuğum nefesimle adamın gözlerine bakıyorum. Kabul etmezse ne yaparım, düşünmedim. Sanırım bu olasılığın gerçekleşmesini istemediğimden. Adama mı yoksa kendime mi yardım eli uzatıyorum, kimi hangi kuytudan çıkarıyorum, kime çare oluyorum, karışık. Adam sakince selayı dinledikten sonra durduruyor. “Güzel yüzlü kızım. Oturmak istiyorsan elbette otur. Seni kovmak ne haddime. Sen bana Allah’tan gelen misafirsin. Ben pek konuşmam fakat istediğin vakit gel, istediğin vakit git. Memnun olurum.” Diyor. Hem ona hem de bana çare oluyor. Kaseti tekrar başa sarınca yüzümde anlamsız gülümseme, içime huzur bulan neşe yeşeriyor. Kendimi ilk defa doğru karar almış gibi hissediyorum. O gün öyle sela sesi eşliğinde oturarak geçirdik. Ne o çok konuştu ne de ben çok soru sordum. Sessizliği doya doya yaşadık, aynı Nurullah Genç’in dizelerindeki gibi: “Çaresiz, duyulmaya başladı vuruşları/Gözlerimin önüne serilince yüreğim/Kanatlandı semaya sessizliğin kuşları/Anladım; sessizliğe ben de gömüleceğim.” 

 Bir sokak, bir duvar yazısı, bir adam ve kızı, sessizlik dolu sözler ve kendimi buluşum, ölüm ile yaşam arasında beni var eder.