“Sen bir yalancısın.” dedim. Bir an gülse de beni ciddiye almadığını gözlerinde görebiliyordum. Ki beni ciddiye almadığı gibi aynı zamanda beni umursamıyordu. Onun bir kendini beğenmiş olduğuna hiçbir zaman şüphe duymamıştım. Ama onun bu denli kendini açık etmesine de daha önce hiçbir şekilde şahit olmamıştım. Yeni bir oyuna başladığını anlarken bu sefer bu işin sonunun nereye ya da neye varacağını belki de o bile bilmiyordu.

“Dinlemek istediğini sanıyordum. Yalan ya da gerçek, bu seni gerçekten ilgilendiriyor mu? Bir gazeteci olarak burada olduğuna göre herhangi bir anlatı sana yetebilir.”

Karşımda katil bir kraliçe vardı. Şakacı’nın bile öyle ya da böyle bir hikâyesi varken ona ait bir geçmiş yoktu. Anlatıların hiçbirinden bir gerçeğe ulaşmanın yolu yoktu. Ona dair ne kadar çok araştırma yaparsa yapsın bir yanılsama olarak bir an için gerçeğe ulaşıyordu ve sonra yeniden her şey tuzla buz oluyordu. Onu tanıdığı ilk günden beri o bir bilmece, bilinmez ve asla tahmin edilemezdi. Şimdi oldukları yer bir hapishanenin özel görüşme odalarından biriyken bu yerin onun için son olacağını hissediyordu. Ulaştığı yalan hikâyelerde her zaman bir kurtuluş bulmuşken Ortadoğu’nun ortasında şeriatın hüküm sürdüğü topraklarda hayatta kalmasının da vatandaşı olduğu ülkeye teslim edilmesinin de yolu yoktu. Üstelik artık kimsenin onu istemesi gibi bir avantajı da kalmamıştı.

“Gerçekleri yazmayı, insanlara senin gerçek yüzünü göstermeyi tercih ederim.” deyip başımı bir anlığına eğerek defterime baktım. Ses kayıt cihazını içeriye sokamamak eski nesil yöntemlere beni mecbur kılmışken onunla konuşurken yazmanın beni eksik bırakacağından emindim. Yine de konuşmama ihtimali de varken not alacak çok fazla şey olmayacağı ihtimali orada tüm canlılığı ile duruyordu. “Sen kimsin? Yazar mı yoksa katil mi? Ajan mı yoksa ressam mı? Aynı anda hem bu saydıklarım olup hem nasıl bir oyuncu oldun?”

Düşünmek için kendime fırsat vermeden soru sordum. Badana beyazı duvarlara sigara dumanın başka bir renk daha verdiği odada kendimi güvende hissetmezken onun da güvenlikle hiçbir alakası yoktu. Bir hapishanede güvende olmanın esamesi okunmazken bunu onun önem vermediğinden ise emindim. O gerginlikten, huzursuz ortamlardan beslenir ve kendisi için en uygun ortamı yaratmayı bilirdi. Yeniden her zaman olduğu gibi avantajlı tarafa geçeceğine dair bir inanca kapılmış gibi görünüyordu ama ben bu sefer istediğini alamayacağından da onu bir metre ötede bekleyenlerin vazgeçmeyeceğinden de emindim. Ve bu kez aptal olanın o olması, kaybedecek olması ona üzülsem de kendimi iyi hissetmeme engel olamıyordu.

“Doğru insanları tanırsan her şey olabilirsin Tete.” Bir an duraksadı. Yüzünde onu bile masum gösteren bir gülüş belirdiğinde onu ilk kez gerçekten gördüğümü düşündüm. “Aslında sadece oyuncu olmak istemiş küçük bir kızdım. Ama kafamın içinde başkalarına hizmet etmesi istenen bir zekâ ve akıllı bir sistem vardı.”

“Anlamadım. Daha açık konuşman gerekiyor? Senin kadar zeki değilim.”

“Biliyorum. Kimse benim kadar zeki de akıllı da değil.” Yılgındı. Ama kibrinden hiçbir şey kaybetmediği gözlerindeydi. Sandalyenin arkasına yaslanıp masanın üzerindeki sağ elinin parmakları ile bir ritim tutturdu. O ritimde onun gibi hem tanıdık hem de yabancıydı. “Rönesans döneminde yaşasam ve erkek olsam muhtemelen şimdi Leonardo ile eşdeğer görülürdüm. Ya da çok daha önemli bir yere konulurdum. Lakin şansıma insanların beyninin küçüldüğü, tek bir uğraş üzerine uzmanlaştıkları bu dönemde doğdum. Ve zengin bir ailede doğsam Batman olacakken para ile kullanılabilen bir makine haline geldim.”

“Bu bir itiraf mı?”

“Ne için itiraf olsun? Ben bir ressamım ve patronlarım için bir makine gibi tablo yapıp para kazandığımı herkes biliyor. Yanılmıyorsam itiraf böyle bir şey değildi.” Parmakları onun konuşması esnasında çaldıkları ilkel bir müziği bıraktığında gözleri üzerimdeydi. Bunun kendi soruş sırası olduğunu düşündüğünden yaptığına emindim. Ve soru sormasına karşı çıkmamın bir yolu yoktu. Ona sorularını cevaplama şartı ile soru sorabiliyorken sorusunu beklediğini belli etmek için elimi açıp beklemeye başladım. “Sen hâlâ neden benim peşimdesin? Canını çok mu yaktım yoksa bana hâlâ aşık mısın zavallıcık? Ya da dur tahmin edeyim… Egon… Siz erkekler yenilgiyi de av olmayı da asla ama asla kabul edemiyorsunuz. Hep kazanacak ve her daim avın sonunun tadını çıkaracaksınız. Ama Aristoteles ne der? Bir son olması için bir başlangıç olmalıdır. Ve başlangıçta sen yoksun. Asla gerçeği en saf şekliyle öğrenemeyeceksin.”

“Ve sen de idam edileceksin.”

Canımı sıkmaya çalışmasına karşılık vermek isteyerek bildiği gerçeği ona söylemekten çekinmedim. O ise bundan hiç etkilenmiş görünmedi. Yüzündeki duygusuz ifade dururken her an yaptığı gibi karşısındakini küçük görüyordu. Zekasının onu yine kurtaracağından şüphe ya da buna gerek duymadan yosun yeşili gözleriyle bana bakıyordu. Akıl karıştırıp üstünlük kurma becerisini yine ve yeniden kendime hatırlatırken yüzüne yarım gülüşünü yerleştirdi.

“Emin misin?” Gülme sırasının bana geldiğini düşünüp güldüm. Dışarıda onu bekleyen kaderi tüm dünya biliyordu. Kimse yardımına gelmeyecek, ona para kazandıran patronlarından hiçbiri onu kurtaramayacaktı ve kurtarmayı da istemiyordu. En zenginlere ve güçlülere çalışsa da onların ellerinin yetişmeyeceği, daha da kötüsü onlara düşman olanların toprağındaydı. Eva Arleni’nin bedeni sabahın ilk ışıkları toprağı ısıtmaya başladığında yaptıklarının cezasını çekmek için değil ama sözlerinin bedelini ödemek için ona tüm kapıları açan zekasının yurdunu kurtarmayı başaramayacaktı. Başı bu topraklarda diğer kadınlar gibi bedeninde ayrılarak onun hükümdarlığında kalamayacaktı.

“Görecelilik Teorisi’ni bilir misin?” Onun ne dediğini anlamadım. Öldüğü anın hayali gözümün önünde canlanmışken onun başına gelecekleri gerçekten isteyip istemediğimden asla emin olamayacaktım. “Bütün gözlemcilerin gözlemleri aynı derecede geçerlidir. Mutlak tek bir gerçek yok. Daha da önemlisi şimdi, gelecek ve geçmiş sadece bir illüzyondan ibaret. Yani bu sabah belki başım çoktan kesildi ya da kesilecek. Tanıklar belki de bir yerlerde zaten senin bu pek istediğin ana şahit olmuşlardır.”

“Neden bahsediyorsun sen?”

“Ben bir sanatçıyım Tete. Kendimi sanatıma adadım ve bu uğurda bedeller ödemekten de asla çekinmedim. Çünkü olması gereken için yapman gerekenlerden feragat edemezsin, her şey kendiliğinden olsun isteyemezsin. Bir karar vermek zorundasın. Ve ben cehenneme gitmek için iyi niyet taşları ile yol örmedim, böyle devam etmedim diye beni suçlayamazsın.”

“Manipüle etmeye çalışıyorsun.”

Manipülasyon konusunda uzmandı. İstediğini elde etmek isteyen tüm insanlar gibi bu sanatın tüm detaylarını biliyordu. İnsanın gözlerinin içine bakarak tatlı tatlı konuşması ya da bir anda konuyu değiştirmesi onunla veya ruhsal durumuyla ilgili değildi. Yapmak istedikleri uğruna derilerinden soyunur, cümleleri başka anlamlara çeker ve ne yapması gerektiğinden bir an dahi şüphe etmezdi.

“Her şeyin değiştiği bir an vardır. Sanırım benim için dönüm noktası sana saklı kalması gereken kimliklerimden biriyle geldiğimde yaşandı. Bu kesinlikle büyük bir hataydı. Rahat bir şekilde yazmak isterken sen de dahil tüm belaları üzerime çektim.”

“Senden diğerlerini kandırdığın masalları istemiyorum. Gerçeğini duymak, gerçekleri duyma hakkına sahip olanlara istediklerini vermek için buradayım.”

“Etik değerlerin gözlerimi yaşarttı.” Tiksinircesine güldüğünde bu kısa gülüşten neyi ne şekilde anlamam gerektiğini sorgulamadım. “Ne derler bilirsin. Siz gerçeği değil kandırılmayı istiyorsunuz. Ki sen de seni burada gönderenler de gerçeği istemenin yanında bile geçebilecek insanlar değilsiniz. Ve ben de size hiçbir şey anlatmayacağım.”

“Söz verdin.”

Bağırmak istememiştim. Sadece duymak istediklerim vardı. Herkese sustuğu gibi bana susmamasını ummuştum. Ki diğerlerinden daha ileriye gittiğimi de biliyordum. Kimseyle dört ay boyunca konuşmamış, görüşme taleplerini kabul etmemişti. O sadistler onu ölümle korkutup istediklerini alacaklarını zannederken onun direnci ve korkusuzluğuna boyun etmek zorunda kalmışlardı. Şimdi onu öldürme vaktinin geldiğine karar vermişlerken Eva’nın benimle her şeyi konuşması gerekiyordu. Hiç kimseye anlatmamışsa bile bana anlatmalıydı ama o umutsuz bir limandı. Kimseye güvenmeyen, kendinden başka kimsesi olmayan, bir örümcek olmayı seçip kendi ağlarını örendi. Nefret ettiği böcekler gibi kurban olmayı değil, örgülerini hayran olduğu ve ağlarını örmeyi öğrendiği örümcekler gibi kendinle kurbanlar yaratandı. Kurban olarak ölüm emri verilmişken bir şeyler söylemek zorundaydı. Buradan kurtulmak için bir şeyler yapmazsa yarın gün ilk kez onun olmadığı bir geceyle yeni bir hayat başlatacaktı.

“Dikkatlice bakıyor musun?” Gözlerinin içine dikkatle bakıyordum. Duygudan iz ya da kırıntı barındırmayan o gözlerde bulunabilecek ta da görülebilecek hiçbir şey yoktu.

Metalik ses ile gözlerimi ondan ayırdığımda masanın üzerindeki madeni parayı gördüm ve onun uzun ince parmaklarını gördüm. Masa üzerinde olan parayı bana doğru ittirdiğine onu nereden ya da nasıl bulduğunu bilmiyordum. Burada paraya ihtiyacı olmadığı gibi erişebileceği şeyler arasında da değildi. Lakin para önümde dururken ne bir hayal ne de bir yanılsama gibi görünmüyordu. Parayı elime aldığımda 2009 tarihli olduğunu görürken özel amaçla basılan o paralardan biri olduğunu anladım. Vatikan’daki bir durumdan ötürü sayılı basılmıştı. Bir tür onurlandırma işinden ibaret gibi görünürken anlamının ne olduğunu kavrayamıyordum.

“Nolan’ın filmleri arasında ‘The Prestige’ benim için her daim özel oldu. Kuşu ölüme mahkûm etmekten rahatsız olmak ve sonrası…” Anlayıp anlamadığımı görmek için gözlerime baksa da anlamıyordum. Düşünme ve anlama yetimi kaybetmiş gibi ona bakmak dışında bir şey yapamıyordum. “Sırrını kimseye gösterme. Sırını söylemen için sana yalvaracaklar, yağ çekecekler. Ama onu söyler söylemez bir anlamı kalmayacak. Sırlar hiç kimseyi etkilemez. Asıl önemli olan onu, o büyük sırrı hangi numara ile kullandığındır. Ve unutma, sen sihirbazsın, asla büyücü olamazsın. O yüzden ellerini kirletmek zorundasın.”

“Hiçbir şey anlamıyorum ve zamanımız azalıyor. Eğer-”

“Mutsuz ailelerin çocuklarının huzurlu bir ailede yaşadıkları bir hayal dünyaları vardır ve orada her şey mükemmeldir.” Durdu ve beklemediğim bir şekilde ayağa kalktı. “Onları bir saniyeliğine bile kandır ve meraklarını kazan. Sonra yüzlerindeki ifadeyi izlemenin tadını uzun uzun çıkar. Çünkü bir daha bunu asla göremeyeceksin.”