Bilmem kaç yılın en soğuk kışıydı. Binaların çatıları bir karış karla kaplanmış, saçaklarda buz sarkıtları oluşmuştu. Kaldırımlar, üzerlerine basıla basıla ezilip sıkışmış, çamurlaşmış ve duvar diplerinde kütle kütle buzlaşmış siyaha çalan kar kütleleriyle kaplanmıştı. Karın yağmaya başladığı ilk gün (altı gün önce) kaldırımlar da aynı çatılar gibi bembeyazdı. Pencerenin önüne oturup uzun uzun seyretmiştik karın yağışını. Sen “şehrin gelinliği” demiştin yağan kar için. Sonra derin bir iç çekip “Mutsuz bir evliliği olacak gelinin” diye fısıldamıştın. Kar gelinlikse şehir de gelin olsa gerekti. Düşündüm biraz. Basit ve romantik bir benzetme miydi bu sadece, yoksa üstü kapalı bir gerçek mi? Gelinliğin üstünde kalın tabanlı botlar garç gurç ede ede dolaşacak, pisliklerini bulaştıracaklardı birkaç saat içinde. Çiğneyecek, ezecek ve en sonunda da huzur vermekten çok, insanı kasvete boğan bir paçavra hâline getireceklerdi gelinliği. Her adımda hayata biraz daha küsecekti gelin. Ama çatıdaki el değmemiş karlar geleceğe dair umudu olacaktı gelinin. Dışarıdan kimsenin el süremediği, ayak basamadığı umudu olacaktı. Evet, basit bir benzetme değildi bu, gerçeğin ta kendisiydi.
Karın ilk başladığı gün yollarda, parklarda ve bahçelerde tepişe tepişe kar topu savaşı yapanların, hep bir elden kardan adam yapmak için çabalayanların, karla kaplı banklarda öpüşen içleri aşk ateşiyle yanan gençlerin ve taze kara pekmez döküp yiyen çocukların hepsi yavaş yavaş evlerine çekildiler. Çıt çıkmaz oldu sokaklarda. Hem haber kanallarındaki hem de radyolardaki saat başı bültenlerinde acil durumlar dışında kimsenin sokağa çıkmaması tembihlendi. Okullar ve devlet daireleri tatil edildi. Bu habere ilk başta çok sevinen çocuklar ve aileler ikinci günün sonunda evde sıkıntıdan birbirlerine sardılar. Çocuklar azarlandı, anne babalar didişip durdu. Banklarda öpüşen çiftlerse yorganların altında ısıttılar birbirlerini geceler boyu. Sonsuza kadar sürecek bir buzul çağının ilk günlerini yaşıyorduk sanki ve biz evdeydik. Sen sırtında kalın bir polar battaniyeyle masanın başına oturmuştun. Ben hâlâ sen kokan yorganı boynuma kadar çekmiş seni izliyordum. Yeşil yün kazağının kollarını parmak uçlarına kadar çekmiştin. Soğuktan elindeki kalemi tam kavrayamıyordun. Normalde inci gibi olan yazın yamuk yumuk bir hâl alıyordu bu yüzden.
Biliyorum. Çirkin yazılardan da çirkin yazmaktan da nefret edersin sen. Tek bir kelimenin şeklini şemailini beğenmeye gör, bütün kâğıdı yırtıp atarsın. Hafif sağa yatık, büyük, oval hatları olan okunaklı bir el yazın vardır. Ama şimdi soğuk engel oluyor sana. Sık sık yanı başındaki sıcak kahve kupasına sarılıp parmaklarını ısıtmaya çalışıyorsun. Burnunun ucu ve yanakların kıpkırmızı. Titreyen dizlerin birbirine vuruyor sürekli. Arada bir de soğuktan çatlamış dudaklarındaki kuru derileri kopartıyorsun titreyen parmaklarınla. Derinin koptuğu yerde küçük, kırmızı bir nokta beliriyor. Düşünüyorsun. Sıcak, bunaltıcı bir yaz, bir temmuz ortası geçiyor aklından besbelli. Küçük, tenha bir koyun, çakıl taşları ve deniz kabuklarıyla kaplı sahilinde yan yana kurulmuş üç çadırdan birindesin ve yeni günün ilk ışıklarıyla birlikte çadırdan çıkıyorsun. Sırtını, göğsünü, alnını ve yanaklarını kaplayan ter damlalarını, üstü kum ve tuz taneleriyle dolu havlunda siliyorsun. Çadırın birkaç metre önündeki denize giriyorsun sonra. Deniz serin, sakin ve okşayıcı. İçinde bulunduğun anın tadını çıkarıyorsun. Hani insanın zaman tam şu anda dursun dediği anlar olur ya, işte öyle bir an olabilir bu an. Aklının bir köşesinde seni sürekli rahatsız eden roman işi olmasaydı eğer.
Olaylar çok karışmıştı bu romanda. Bir türlü çıkamıyordun işin içinden. Katili biliyordun ilk başta ama o kadar iyi saklamıştın ki onu, senden bile kaçabilmeyi başarmıştı. Kendi yarattığın, sadece senin zihninde var olabilecek ve sana muhtaç olan karakterin baş kaldırmıştı ve meydan okuyordu sana. Katil olduğunu bile unutmuştu belki de. Ona haddini bildirmeliydin. Esas patronun kim olduğunu, kalemin kimin elinde olduğunu iyice öğretmeliydin. Hem işlediği cinayetler hem kendisini unuttuğu hem de yaratıcısına karşı geldiği için en yüce cezaya çarptırılmalıydı bu katil. Hiçbir karakter yaratıcısından, yazarından daha güçlü, daha kudretli olamazdı ne de olsa. Olmamalıydı. Kendine çizilen sınırların içinde kalmalı, sırası geldiğinde kendine biçilen rolü layığıyla oynamalı ve yine sırası geldiğinde sahneyi terk etmeliydi.
Aklından bunlar geçerken giderek uzaklaşıyorsun karadan. Ayakların yere değmemeye başlıyor bir süre sonra. Sadece tuzlu su var artık. Sonsuz bir boşluk. Hem sakinleştirici, huzur verici hem de korkutucu, endişe verici. Güneş tuzlu suyla ıslanan gözlerini yakıyor, uzun saçların boynundan sırtına, omuzlarına düşüyor ve suyun üstünde dalgalanıyor. Sonra yavaş yavaş çıkıyorsun denizden. Saçların beline kadar uzanıyor şimdi. Burnundan, şakaklarından, saçlarının diplerinden, yanaklarından, omuzlarından, göğüslerinin arasından, karnından, dirseklerinden, sırtından, kalçalarından, kasıklarından… vücudunun her noktasından su damlaları sızıyor ve zikzaklı yollar çizerek iniyor çakılların üstüne. Birkaç adımda çadırın yanına varıyorsun. Yerde duran havluyu alıp sarınıyorsun ona.
Ben çadırın içinde gözlerim kapalı görüyorum tüm bunları. Hissediyorum. Ve ne yalan söyleyeyim, hep aklını meşgul eden o katilden de kıskanıyorum seni biraz. O an karar veriyorum. Sen çakıl taşlarının üzerinde havluya sarınmış, sigara içerken ben, peşine düşüyorum o katilin. Yazdığın cümlelerin, kelimelerin arasında, bir dedektif gibi, satır satır izini sürüyorum o katilin ama nafile. Bulamıyorum onu bir türlü. İpuçlarının, kandırmacaların, sahte delillerin, yalan ifadelerin arasında kaybolup düğüm oluyorum. Sonra bir otobüs terminalinde buluyorum kendimi. Yalnızım. Sen yoksun yanımda. Yine de sana dair her şey benimle beraber.
Nereye gittiğini bilmediğim bir otobüsün orta sıralarında bir yerde, sudoku çözmekle meşgul orta yaşlı, hafif kel, gözlüklü bir adamın yanında, elimde bir bardak soğumuş bayat çay, katilin izini sürmeye çalışıyorum. Yanımda bir kamp çantası ve iki kişilik eski bir çadır var sadece. Şehir şehir, terminaller boyunca kovalıyorum o katili. İnsanlara (köşe başlarındaki kör dilencilere, kafaları güzel tinercilere, yalın ayak dolaşan delilere, ışıltılı pavyon kaplarındaki fedailere ve o pavyonlarda çalışan mini etekli, boyalı yüzlü, sahte isimli kadınlara) soruyorum onu. Hepsi boş boş bakıyor yüzüme. Bir zaman sonra,
ne kadar zaman sonra,
çok zaman sonra, boş boş bakıyorum onların yüzlerine.
Aradan geçen zamanı hesaplayamıyorum. Ama o bunaltıcı yaz vardı ya, o yaz bitti bir süre sonra. Hatta birkaç yaz daha geçti o bunaltıcı yazın üstünden ve havalar soğumaya başladı bir kez daha. Ağaç yapraklarının yeşilden sarıya, sarıdan turuncuya ve turuncudan kahverengiye döndüğünü gördüm farklı farklı otobüslerin camlarından. Zaman çok hızlı aktı. Seni unuttum. Hangi terminalde, hangi şehirde, hangi sokakta ardımda bıraktım seni acaba? Bilmiyorum. Elinde kalem tutan güzel bir kadın imgesi kaldı aklımda sadece. Öyle silik, bir şey ifade etmeyen. Birini arıyordum sadece. Sonunda kimi aradığımı da unuttum. Birini mi arıyordum yoksa birinden mi kaçıyordum ondan da emin olamadım. Şehir şehir gezdim durdum. Yollar beni çağırdı. Sonra bir büyük bir şehrin görkemli ama iğreti duran kapılarından içeri girdim. Bu büyük şehrin ayazının orta yerinde kalakaldım. Daha fazla ileri gidemedim. Geri de dönemedim. Dönecek bir yer var mıydı? Ondan da emin değildim ya. İlk başta tamamen yabancı geldi bu şehir bana. Ama sonra sonra tanıdık gelmeye başladı bazı tabelalar. Bazı parklarda kendimi görür gibi oldum. Her ne kadar tanıdık gelirse gelsin, uzak bir hatıranın giderek uzaklaşan ve anlaşılmaz hâle gelen yankısından başka bir şey değildi benim için bu şehir. Kayboldum sokaklarında. Aradım, ait olduğum yeri aradım durdum. Hatıraların silikleşen yankılarının peşine takıldım bu seferde. Bir yakaladım bir kaybettim. Alıştım sonra. Sokaklarında kaybolmaya bile alıştım. Benim evimdi sanki burası. Terminallerde sabahlamaktan, otobüs koltuklarında uyur uyanık yol tepmekten sıkılmıştım artık. Her şeyden vazgeçtim. Tamamen kaybolan yankıların peşini bıraktım. Yeni bir hayat kurdum kendime. Tüm sokaklarını öğrendim yavaş yavaş. Kestirme yollarına varana kadar öğrendim. Ben şehre ayak uydurana kadar kış, iyiden iyiye kendini hissettirmeye başladı.
Yeni hayatım oldukça sakin ve sıradandı. Sonra, siyah saçları beline kadar uzanan yeşil gözlü bir kadınla karşılaştım. Saçlarına dolanıp gittim peşinden. Beni bekliyor, dahası beni arıyor gibiydi bu kadın. Gözlerine kenetlenip nereye götürürse gittim peşinden. Çocukların bağrışıp koşuşturduğu, kar topu savaşı yaptıkları bir parkın köşesinde, karla kaplı bir bankın üzerinde öptüm dudaklarını. Ellerimi bacaklarında gezdirdim. Kalın kabanının üzerinden göğüslerini avuçladım. O benim dudaklarımı ısırdı. Soluk bir kan tadı yayıldı ağzımın içine. Kim olduğumun, neyi aradığımın, ne yaptığımın… Benimle ilgili hiçbir şeyin hiçbir önemi yoktu artık. Her şey yerli yerindeydi. Olmam gereken yerdeydim. Sanki onunla var olmuş, bir nedenden dolayı ondan kopmuş ve dönüp dolaşıp yine ona varmıştım. Bir tanrı ya da bir anne baba değildi yaratıcım, oydu.
Soğuk bir daireden buldum sonra kendimi. Küçük bir daireydi. Dışardan çok daha soğuktu, karanlıktı. Kıyafetlerimizle yatağa düştük. Parmaklarımız karanlığa aldırmadan, becerikli hareketlerle ve sanki daha önce aynı şeyleri yüzlerce kez yapmış gibi çıkardı üzerimizdeki kat kat kıyafeti. Ev karanlıktı. Yorganın altı zifiri karanlık. Yine de dudaklarındaki ince gülümsemeyi hissedebiliyordum. Çıplak bedeni o kadar tanıdıktı ki her kıvrımını, her zerresini ezbere biliyor gibiydim. Damarlarımızda akan kanın sesi kalp atışlarımızın sesine, o da kesik kesik çıkan hırıltılarımıza karışıyordu. Uzun saçları dalgalanmıyordu artık. Terden ıslanmış, darmadağındı ve sırtına, omzuna, kollarına yapışmıştı. Kollarımın arasındaki zayıf bedenin her an ısındığını hissediyordum. Yüzüm göğüslerinin arasındaydı. Bedenlerimiz hızla ayrılıp birleştikçe ortalık aydınlanıyordu.
Nefes nefese çıktık yorganın altından. Yanakları kıpkırmızıydı. Çırılçıplak kalktı yataktan. Işığı açtı. Ampulün ışığı gözlerimi aldı ve kapattım gözlerimi. Soluğum düzene girene kadar öylece durdum. O çoktan masanın başına oturmuştu. Saçlarını at kuyruğu yapmış, üstüne yeşil bir kazak giymişti. Sırtına kalın bir polar battaniye vardı. Kazağının kollarını parmak uçlarına kadar çekmiş, ellerinin arasına üstünden dumanlar tüten bir kahve kupası almıştı. Önünde küçücük harflerle dolu bir defter ve bir dolma kalem vardı. Dudaklarında belirgin bir gülümseme. Keyfi epey yerinde gibiydi. Onu mutlu ve tatmin edebildiğim için gurur duydum kendimle. Yaşama amacım buydu bundan sonra. Onu mutlu ve tatmin etmek. Bana doğru döndü sonra. Göz göze geldik. Gözlerinde bir minnettarlık vardı. “N’oldu?” dedim fısıldayarak. Yanaklarım üşümeye başlamıştı.
Kahvesinden koca bir yudum aldı. Saçlarını çözdü. Elleriyle havalandırdı. Gözlüğünü taktı. Kaleminin kapağını kapattı. Defterin üzerine koydu. Bana baktı. Daha derin baktı. Daha uzun baktı. Kilitlenip kaldım. “Sonunda katili yakaladım!” dedi. Koyu bulutlar dağıldı. Güneş kendini yeniden gösterdi. Buzul çağı sona erdi.