24 yıl önce…


Uzun ve çetin geçen bir kışın ardından güneş varlığını iyiden iyiye hissettirmeye başlamış, üçüncü cemre toprağa düşmüştü. Kâinat sanki kışı hiç yaşamamış gibi koyunların kuzulamasına sahne oluyor, doğa ve insanlar üstlerindeki ölü toprağından geçici de olsa kurtuluyor, bahar bütün varlığıyla evrene sirayet ediyordu. Seyyid Hasan Paşa Medresesinin bahçesi de bu geleneğe ayak uydurmuş, ağaçlar yer yer çiçek açmış, bazısıysa meyveye durmuştu. Küçük kız elindeki dut dolu kovayı yere bırakıp parmağıyla yakındaki çiçeği işaret etti:

- Baba bak kelebek, bak!


Baba, bir yandan dut toplarken diğer yandan kızının koşuşturmasını izliyordu:

- Züleyha, yavaş kızım! Allah korusun düşeceksin!


Küçük kız biraz sonra üstü başı toprak içerisinde geri döndü. Parmağını babasına doğru uzatırken babası da ağaçtan inmiş, elindeki dutları kovaya koymakla meşguldü:

- Baba bak, biz arkadaş olduk. Evimize götürelim mi?


Adam, işini bitirdikten sonra gülümseyerek yüzünü kızına çevirdi. Fakat kızının parmağındaki şey normal kelebek değil, büyükçe bir güve kelebeğiydi. Bir anda yüzündeki ifadeyi donuklaştırmış, güveyi kaptığı gibi yere çarpmıştı. Hayvan ilk başta sersemlese de cansız bedeni, babanın ayakkabısının altına yapışmaktan kurtulamadı. Küçük kızın gözleri doldu:

- “Kelebeğim,” cümlesini tamamlayamadan ağlamaya başlamıştı. Babası, elini cebinden çıkardığı mendille sildi ve yerdeki kovayı alıp tekrar doğruldu:

- Kelebek değil kızım, güve. Kelebekler zararsız varlıklardır ama güve öyle değil. Eve bir dadandılar mı pirinci, bulguru, her şeyi telef ederler. Hadi bakalım, evimize gidelim artık, ezan okunmak üzere.


Babası önde, küçük kız arkasında evin yolunu tuttular. Ezan okunurken Züleyha hâlâ aynı şeyi sayıklıyordu:

- Ama kelebeğim…


***

- Süha Kaplan, 53 yaşında erkek cesedi. Araştırdığımız kadarıyla kendi camiasında saygın bir adam; özellikle evlilik, panik atak ve onarım terapileriyle adını duyurmuş bir insanmış. Kesinliği otopside ortaya çıkacak olmasıyla birlikte boğularak öldüğüne dair izler var başkomiserim, maktulün boynunda yer yer morluk ve kesikler mevcut.

- Peki, olay anında sekreteri de klinikte miymiş, görgü tanığımız var mı?

- Sekreter, çocuğunu kreşten almak için erken ayrılmış klinikten. Bugünlük büroyu Kaplan kapatacakmış ama bundan yaklaşık bir saat önce yani altı buçuk sularında anlaşmalı olduğu temizlik firması içeri girince maktulün cesediyle karşılaşmış. Bir de muska var işte komiserim, o kısım baya karışık.


 Başkomiser, ellerini kavuşturup odayı süzerken bir anda durdu:

- Sinan, olduğun yerde öyle durmaya devam et.


Sinan’ın yüzü, psikolog koltuğunun arkasındaki duvarda asılı duran belgelere dönüktü. Başkomiser Kemal, Sinan’ın arkasına geçip durdu:

- Bu vaziyetteyken sana saldırırsam öne doğru düşer ve benim yüzümü göremezsin. Hatırlayın, maktulün yerdeki cesedi de duvara doğru bakıyordu zaten. Demek ki arkadan yönelen bir saldırı var.


Odada gezinerek devam etti:

- Erdem, plaza girişindeki ve klinikteki güvenlik kameralarına bir bak bakalım elimizde nasıl bir tip var. Buradaki işin bitince de emniyete geçer, sekreter ve maktulün eşinin ifadesini alırsın, tamam mı? Sinan, sen de ilk fırsatta medreseye gidip ağızlarını ara bakalım Altınkılıç ile Kaplan arasında bir bağlantı var mıymış? Karşımızda ya işinde çok mahir bir seri katil ya da organize suç örgütü var. Haberler yayılmadan, ülke ayağa kalkmadan bu işi bitirmeliyiz çocuklar.


İki komiser de başlarını sallayıp olay yerinden ayrıldılar.


***

Medresenin kapısı gıcırtıyla açıldı:

- Buyurun.


Sinan, cebinden polis kimliğini çıkartıp kapıyı açan sarıklı adama uzattı:

- Ben komiser Sinan Güven, arkadaşım gazeteci Ferhunde Ongun. Hüsrev Altınkılıç cinayeti ile ilgili birkaç sorumuz olacak şeyh efendiye.

- Şeyhimiz şu an sohbette, ben içeriye haber edip geleyim.


Sinan, not defterindeki sorulara göz atarken Ferhunde de aralıklı kapıdan içeriyi süzüyordu. Adam gelip onları buyur ettiğinde birbirlerine baktılar ve ilk adımı atan Ferhunde oldu. Dergâha giden yol, birkaç dönümlük büyük bir meyve bahçesinin içinden geçiyor, yolda yürüyenleri hoş kokuları ve renk cümbüşüyle keyiften keyfe sokuyordu. Sırf bu bahçenin rayihası bile insanı baştan çıkarmaya yeter de artar, günlük rutinlerin stresinden bir an olsun uzaklaştırırdı. Dergâh cemaatinin ‘Şifacılar’ adını buradan almış olabileceğini düşündü Ferhunde. Bahçe içinden ilerleyen yol sona erdiğinde sarıklı başka bir adam karşıladı onları:

- Hoş geldiniz, şeyhimiz şu an sohbette. Size ben yardımcı olacağım, buyurun içeri geçelim.


Sinan ve Ferhunde önde, mürit arkada büyükçe bir odaya girdiler. Odanın içi ahşap tavanlı ve yüklüklü, yerde birkaç tane sofa ve rahle bulunan oldukça mütevazı bir görünüme sahipti. Mürit, başını hafifçe hareket ettirdi ve odanın içerisindeki gençler, kitaplarını alıp dışarı çıktı. Gayet yumuşak bir ses tonuyla söze girdi:

- Sizi dinliyorum.

- Hüsrev Altınkılıç cinayeti üzerine birkaç soru sormak istiyoruz size. Kendisini tanıyor musunuz, dergâhınıza çok sık gelir miydi?


Başını salladı:

- Hüsrev abimizi tanımaz mıyız, tanırız elbet. Kaç yıllık dostumuzdur, bir kez olsun haftalık sohbetlerimizi kaçırmadı. Bir insan hasta olsa bile aksatmaz mı hiç? Allah cennetinde ağırlasın, çok vakar bir abimizdi. Hani derler ya çok laf yalansız çok mal haramsız olmaz diye, onu tanıyan herkes bilirdi servetinin anasının ak sütü gibi helal olduğunu. Çok zengindi ama diğerlerine benzemezdi; yemeyi, yedirmeyi severdi.


Başıyla biraz önce dışarıya çıkan gençleri gösterdi:

- Allah razı olsun, bu gençlerimizin eğitim masraflarını karşılardı her ay. Kaç fakiri sevindirdi, kaç gönlü hoş etti bir bilseniz. Ama takdir-i ilahi işte, Allah sevdiği kulunu erken alırmış yanına. Biz de bununla avutuyoruz kendimizi, elden ne gelir?


Üstünde hatlarını belli etmeyen siyah pardesülü bir kadın, misafirlerin ve müridin gözlerine bakmamaya çalışarak elinde şerbet dolu bardaklarla kapıda belirdi:

- Hoş geldiniz, karadut şerbeti alır mısınız? İçiniz yanmıştır.


Sinan teşekkür edip müride döndü:

- Peki ya Psikolog Süha Kaplan, onu tanıyor musunuz? Herhangi bir zamanda gelip gitmişliği, bağlantısı ya da dergâh içinden sevmeyeni var mıydı?

- Kendisini tanımıyoruz vallahi komiserim, dün haberlerde öldüğünü öğrendik sadece.


Şerbetleri dağıtıp odadan ayrılan kadın, sesinin odanın açık penceresinden duyulduğunu fark etmeden başka bir kadınla sohbet ediyordu:

- Kız, bu Süha Kaplan Behiyegilin zamanında gittiği psikolog değil mi?

- O galiba, ne olmuş ki ona?

- E baksana ölmüş adam, haberlere çıktı dün. Kız, Züleyha’yı psikolog psikolog gezdirdiler de en son ona götürdülerdi ya, şimdi hatırladım. Terapi mi ne yaptırdılardı da bir işe yaramamıştı, ama o kızdan da ne çektiler değil mi Nazife? Seyyid Efendi işte, ne kadar mübarek adam, şifa oldu kıza.


Ferhunde bütün bu konuşmalara kulak kesilmişti. Müride soracakları her şeyi sorup medreseden ayrıldıklarında bile hâlâ aklındaki bu soru işaretini çözmeye çalışıyordu. Sinan arabanın kontağını çalıştırırken o da gözlerini yola dikmişti:

- Züleyha, Züleyha kim Sinan?


***

Sinan, Ferhunde’yi evine bırakırken akşam haberleri yeni bir cinayet haberiyle bölünüyor; vedalaştıktan sonra ise Ferhunde’nin telefonuna yatmadan önce göreceği bir mail düşüyordu:


“Babam sustu, annem sustu, doktor konuştu. Noktayı şeyh efendi koydu. Gerçek farklı, doğru apayrı. İstesem de düzeltemiyorum, sadece korkuyorum…”