Başkomiser, elindeki evrakları masaya bırakıp sandalye çekti:

- Evet Nahide, özet geç bakalım.


Nahide, cinayet büronun duvarda asılı duran tahtasının önüne geçerek daha önceden hazırlamış olduğu yazı ve fotoğrafları arkasına aldı:

- İlk cinayetimiz iş adamı Hüsrev Altınkılıç, kendisinin Şifacılar’a ve Seyyid Hasan’a yakın bir isim olduğunu biliyoruz. Namaz esnasında arkadan yönelen sessiz bir saldırı, boğuşma izi olsa da maktulün cesedinde herhangi bir kalıntı yok. İkinci cinayetimiz ise psikolog Süha Kaplan, Altınkılıç ile ne dergâhta ne de dışarıda bir bağlantısı yok hatta birbirlerine çok zıt dünya görüşlerine sahipler. Kaplan, Nişantaşı çevresine hitap ediyor ve oldukça seküler bir tabakadan. Onda da şüphelinin arkadan saldırdığını tahmin ediyoruz ama tuhaf olan şu ki başkomiserim, plazanın güvenlik kameralarını incelediğimizde sadece bir kişi girdiği haliyle çıkmıyor. Cinayet saatine denk gelen o saat aralığında yüzünü göremediğimiz bir şahıs, kaşe ve çantasıyla içeriye giriyorken birkaç dakika sonra çarşafla ayrılıyor.


Başkomiser, anlam veremediğini belli edercesine alnını kaşıdı:

- Bu sonuca nasıl vardın?


Nahide, arkasındaki tahtaya dönüp iki farklı güvenlik kamerası fotoğrafını işaret etti:

- Bu iki fotoğraf arasında yaklaşık on beş - yirmi dakika var başkomiserim; süreyle alakasız, kliniğe giren herkes bir vakit sonra olduğu gibi çıkıyor. Ama ne baştaki kaşeli klinikten ayrılıyor ne de ikinci fotoğraftaki çarşaflı şüpheli, ayrıldığı kliniğe girmiş gözüküyor.

- Tuhaf, bir çantayla her şeyi gizlemiş herif ya da kadın, artık her neyse.


Başkomiser, Nahide’ye teşekkür mahiyetinde başını sallayıp Sinan’a döndü:

- Dergâhta dikkatini çeken bir şey oldu mu Sinan, şeyh efendinin ağzını aradın mı?


Sinan, o an cinayet büroda Şifacılar’a yakın polislerin de olduğunu biliyordu, Züleyha bahsi aklına geldiği halde o konuya değinmedi:

- Gözümüze çarpan bir şey olmadı başkomiserim, her şey normaldi. Seyyid Kasım sohbette olduğundan dolayı yakın bir müridi bizimle ilgilendi. Altınkılıç’ın ölümü üzerine büyük üzüntü duyduklarını ama Kaplan’ı tanımadıklarını söylediler. Nahide’nin de dediği gibi iki cinayet arasında cemaatsal bir bağlantı yok gibi görünüyor.


Başkomiser, ayağa kalkıp önündeki dosyanın içerisinden iki fotoğraf çıkarttı ve Nahide’ye uzatarak panoya eklemesini istedi:

- Evet, bu seferki kurbanlarımız Muzaffer Akova ve Şuayip Yılmaz. Akova, yine Altınkılıç gibi Şifacılar’ın içinden bir isim. Adam serbest muhasebeci; derneğe gelen fitredir, zekâttır her şeyle o ilgileniyor. İlgileniyormuş daha doğrusu, birkaç gün önceye kadar. Yaklaşık iki saat önce Şile dolaylarındaki ormanlık alanda yüzü tanınmayacak bir halde bulunuyor. Otopsi akşama sonuçlanır, şimdilik cesedin birkaç günlük olduğunu ve yüzüne aldığı delici cisim darbeleriyle öldürüldüğünü biliyoruz.


Eliyle kravatını gevşetti:

- Gelelim Şuayip Yılmaz’a, Fatih’teki bir mahalle ortaokulunda hademe. Cinayet olmadan bir gece evvel anlaştığı hayat kadınıyla buluşmadan on beş dakika önce, genellikle tek gecelik kullanılan bir pansiyonda ölü bulunuyor. Onun otopsisi bu sabah saatlerinde sonuçlandı, midesinden litre litre çamaşır suyu çıkarmışlar. Ve evet, yine bu iki cinayette de bizi ilgilendiren tek şey, kaç gün geçmesine rağmen ağızlarının içinde bozulmadan duran muskalar.


Sinan söze girdi:

- Ne yapmamızı istersiniz Başkomiserim?


Başkomiser, ağzını açmıştı ki cemaate yakın olduğu bilinen polislerden biri öne doğru atıldı:

- Başkomiserim, izin verirseniz Faruk ve ben medreseye gidip bilgi toplamaya çalışalım.

- Sizin orada gözünüze bir şey çarpacağını sanmıyorum, Sinan ve Nahide, bu görev ikinizde. Cinayetler çözülmedikçe savcısıdır, büyüğüdür yukarıdan darlayıp duruyorlar. Akova ve Yılmaz cinayetlerini mümkün olduğunca medyaya yansıtmamamız lazım, nedenini söylememe lüzum yok sanırım. Haydi bakalım, elinizi çabuk tutun. 


Başkomiser kapıya yönelmişti ki aldığı karara Salih ve Faruk’un söylendiğini duyup hışımla döndü:

- Evet, Sinan ve Nahide’nin gitmesini istiyorum. Herkes sizin gibi gökten zembille düşmedi çünkü buraya!


***


- Bir şey var Sinan, katil her cinayette ısrarla onu gözümüze sokuyor ama biz göremiyoruz. Katil Züleyha mı ya da Züleyha kim? Şimdi nerede, ne yapıyor? Katil eğer Züleyha değilse mesajları neden bir yerden almışçasına yazıyor ve ne oldu da harekete geçmek için bu zamanı bekledi? Hiçbirinin cevabını bilmiyoruz.


Ferhunde, çantasından iki tane tülbent çıkartıp birini Nahide’ye uzattı:

- Bugün gün boyu medresede Altınkılıç ve Akova adına mevlit okutulup yemek dağıtılacakmış. Muhtemelen haremlik-selamlık olacağı için farklı yerlere otururuz, artık hangimiz bir şey yakalarsa.


Üçü de alınan bu ortak kararın bilinciyle medresenin kapısından içeriye girdi. Dergâha giden taşlık yolda ilerlerken Sinan’ın gözü ilerideki birkaç takım elbiseli adama ve korumaya kilitlendi. Güruhun arasındaki en belirgin sima, aynı zamanda bu davaya bakan cumhuriyet başsavcısıydı.

- Bunların ne işi var ki burada?


Nahide’nin yüzünü alaycı bir gülümseme kapladı:

- Demek ki köprüyü geçene kadar değilmiş ayıya dayı demek.


Ferhunde, taşlık yoldaki yemişli meyve ağaçlarının altında ilerken, Züleyha’nın bir zamanlar salıncakta sallandığı ağaçlardan birinin altında farkında olmadan duraksadı:

- Etrafınıza baksanıza, ne kadar normal her şey. Müritler güler yüzlü ve yumuşak, dergâhın bahçesi bile halinden memnun sanki. Şeyhinden tutun yerdeki döşeme taşlarına kadar ne varsa bu dünyaya ait değilmiş gibi gözüküyor dışarıdan, öylesine soyutlanmışlar her şeyden.


Uzaktaki bir yere odaklanıp devam etti:

- Ama dışarıdan işte, sadece dışarıdan. Kapalı kapılar arkasında kim bilir neler dönüyor. Biraz önce düşündüm de belki de katil bugün dergâhta olacak, o bizi tanıyacak ama biz onun farkında olmayacağız. Ne tuhaf değil mi?


Sinan ve Nahide, Ferhunde’nin söylediklerini düşünürken yol bitmiş, hep birlikte büyükçe bir salona yönlendirilmişlerdi. Odanın içi oldukça mütevazı döşeli olup sofa, rahle ve minderlerden ibaretti. Mekânın en hâkim kısmında şeyh postuyla birlikte oturuyor, duvarlara döşeli ahşap kakmalar orada bulunanları kendisine çekerken pencerelerden sızan ışık huzmeleri de yerdeki kilimlerin üzerinde ritmik yanılsamalar oluşturuyordu.


Odanın ortasından geçirilmiş koyu renkli tül, kadın ve erkeklerin birbirlerini görmesine engel olmuştu, kadınlar arka bölmede şeyhin sadece sesini işitebiliyorlardı. Sinan ön tarafa, Ferhunde ve Nahide de arka kısma doğru sessizce yönelip bir kenara çömeldiler. Şeyhin sözlerinden mevlidin sonuna yetiştikleri anlaşıldı:

- İnna lillâhi ve innâ ileyhi raciûn.


Erkek tarafında herkes teker teker kalkıp şeyhin yanına giderek elini öpmeye başladı. Seyyid Kasım, elini her öpen adama başını sallıyor, dualar ediyordu. Salonun kadınlar tarafında ise büyük bir hüzün hâkimdi, taburemsi bir şeyin üstünde çarşafının içindeki yüzünden orta yaşlı olduğu anlaşılan bir kadın oturuyor, bir yandan teşbih çekerken diğer yandan gözyaşlarını siliyordu. Yine burada da baş sağlığı dileyen gitti, geriye birkaç kadınla birlikte Nahide ve Ferhunde kaldı. Mevlit sahibi oluşundan Muzaffer Akova’nın karısı olduğu anlaşılan kadın güçlükle ayağa kalktı ve koluna girip ona destek olmaya çalışan nispeten daha genç kadına döndü:

- Allah razı olsun Behiye, hakkını nasıl öderim.

- Ne hakkı Zilkade abla, biz seninle eltinin çok ötesinde kardeş sayılırız. Unuttun mu Züleyha’nın mevlidinde sen de bana çok yardımcı olmuştun, Allah senden razı olsun asıl.


Ferhunde ve Nahide, bu duydukları üzerine birbirlerine baktılar. Ferhunde, şaşkınlığın vakit kaybı yaratmasını önlemek adına ani bir hareketle ayağa kalktı ve Nahide’yi de peşine takarak biraz önceki Behiye isimli kadını takibe koyuldu. Kadın, yerdeki boş helva tabaklarını topladıktan sonra sakin adımlarla dergâh mutfağına doğru ilerlerken yolun sonunda Ferhunde, kadını korkutmamak amacıyla mutfak kapısını tıklattı. Kadın, daha önce görmediği bu iki kadını ilk başta iyice süzdü ama çıkartamadı:

- Buyurun.


Nahide, arka cebinden polis kimliğini çıkartıp kadına gösterdi:

- Ben cinayet bürodan Nahide Kopuz, arkadaşım gazeteci Ferhunde Ongun. Hüsrev Altınkılıç ve Muzaffer Akova cinayetlerini çözmek adına size birkaç soru sorabilir miyiz?

- Tabii, buyurun.


Ferhunde mutfağın kapısını yavaşça kapatırken Nahide söze girdi:

- Rahmetli neyiniz oluyordu, yakın mıydınız?

- Bizim beyin kardeşi olur, kayınım yani. Allah rahmet eylesin, çok yakındık.


Nahide bunun gibi ilgili birkaç tane daha soru sorup Ferhunde’nin devreye girmesine zemin hazırladı. Kadın, ikisi ve sorularına iyice alışmaya başlayınca Ferhunde, Behiye’nin gözlerinin içine ciddiyetle baktı:

- Peki, mevlit salonunda eltinize Züleyha isimli birisinden bahsetmiştiniz. Kızınız mı oluyor?


Kadının ani bir şaşkınlıkla gözleri dolsa da bozuntuya vermemeye çalıştı:

- Züleyha benim rahmetli kızım, on yıl önce vefat etti.

- Kaç yaşındaydı vefat ettiğinde, ne sebeple öldü?


Kadın tezgâhtan güç alıp devam etti:

- On sekiz yaşındaydı, babası okumayacağını anlayınca cemaatin hafızlık kursuna yazdırdı. Biraz problemli bir çocuktu, şeyh efendi sağ olsun şifa oldu. Bir gece sohbet sırasında fazla vecdden kalp krizi geçirip öldüğünü söylediler.


Yutkundu:

- Haktan gelene boynumuz kıldan ince.


Ferhunde ve Nahide, kadının daha fazla soruya cevap veremeyeceğini anlayınca teşekkür edip mutfaktan ayrıldılar. Dergâh avlusuna çıkıp kapıya doğru yöneliyorlardı ki arkadan gelen genç bir erkek sesi onları durdurdu:

- Size yalan söylüyorlar, ablam o gün dergâhta değildi ki.




fotoğraf: ruheteng