- Size yalan söylüyorlar, ablam o gün dergâhta değildi ki.


İkisi birden anlık bir şaşkınlıkla arkalarına döndüler. Sesin sahibi; on sekiz yaşlarında, hâkim yaka bir gömlek altına şalvar giyen, köse ama favorilerinin altından üç beş sakal tanesi çıkmış bir delikanlıydı. Genç, onların yüzüne bakmamak için bakışlarını ayaklarının ucuna sabitlemiş, annesinin kendisini duyacağından endişe ederek gür sesini bastırmaya çalışmıştı.

- Mustafa Akova ben, bahsettiğiniz Züleyha benim ablam olur. Olurdu yani.


Ferhunde’nin aklına ilk cinayette torpidoda bulduğu not geldi. Yazıyı yazan kişi, Mustafa adlı biriyle evlerinin bahçelerinde kuş beslediklerinden bahsediyordu. Ferhunde, gencin yanına gitti ve çenesini yukarıya kaldırıp gözlerine bakmasını sağladı.

- Ablanla herhangi bir zamanda bahçenizde kuş beslediğiniz oldu mu?

- Evet, hayal meyal hatırlıyorum o zamanları. Kahvaltıda yediğimiz ekmeklerden aşırıp bahçenin bazı bölümlerine ufalardık. Ablam o bahçede kıydı zaten canına, evde kimse yoktu.


Birden mutfak kapısından Behiye belirdi:

- Mustafa!


 Kadın, hızlı adımlarla Ferhunde ile Mustafa’nın yanına gelip oğlunu yanına çekiştirmeye çalışırken yüzündeki gergin ifadeyi örtmek istercesine tebessüm ediyordu:

- Siz oğlumun kusuruna bakmayın. Ablasıyla arası çok iyiydi, vefat ettiğinden beri akli melekelerinde bazı sorunlar var, ne dediğini bilmiyor.


Ferhunde, son derece ciddi bir ifadeyle kadının gözlerinin içine baktı:

- Kızınızın sohbet sırasında fazla vecdden kalp krizi geçirdiğini söylemiştiniz. Mustafa bize ablasının kalp krizi geçirmediğini, dergâh sınırları dışında intihar ettiğinden bahsetti. Bize neden yalan söylediniz?

- Hanımefendi, dedi sözlerinin üstüne basa basa. Benim oğlumun raporu var, hem size ne benim kızımın nasıl öldüğünden? Siz kayınımın ve Hüsrev ağabeyin cinayeti için burada değil misiniz, cevaplarınızı aldığınıza göre gidebilirsiniz artık.


Nahide, Ferhunde’nin yanına giderek daha fazla uzatmaması gerektiğini belli edercesine koluna girdi. Dergâhtan çıkıp taşlık yolu da geçtikten sonra arabanın yanında Sinan’ı gördüler:

- Nerede kaldınız? İnsan bir haber verir, öldüm meraktan!


Nahide, Ferhunde ile dergâh avlusunda yaşadıkları olayı Sinan’a kısık sesle anlattı.


Sinan, arabanın kontağını çalıştırırken Ferhunde’ye döndü:

- Buraya gelirken geçen gece gelen mailden bahsetmiştin, ne yazıyordu?


Ferhunde, arka cebinden telefonunu çıkartıp okuması için Sinan’a uzattı.


“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır derdi Seyyid Efendi, bu dergâh koca bir iblis yuvası. Amcamın odadan çıkarken pantolonunun fermuarını çekip beş dakika sonra kızının başını nasıl okşadığını gördüm. Kim konuştu, kim susmadı?

Şuayip abi geldi bugün dergâha, üstü başı çamaşır suyu kokuyordu. Elimde olsa ağzından ciğerlerine beş litreyi boca ederdim. Ama temizlenmez ki, temizlenemezler ki.”


***


12 yıl önce…


Kış. Soğuk bir şubat gecesi. Seyyid Efendi Medresesi; dergâhı, avlusu, sekisi ve uçsuz bucaksız meyve bahçesiyle yaşıyor olmanın bütün kasvetini bünyesinde barındırıyor, zemheriyi andıran ayaz, cemaat sakinlerinin yüzüne okkalı bir tokat gibi inerken evlerin balkon ve çatıları, karla karışık yağmurun da etkisiyle dünyevi kirlerinden arınıyordu.


O gece dergâhın dışında sadece bir kişi vardı: Züleyha. Medresenin ağaçlara bakan avlusunda sıcak yaz günlerinde vakit geçirmek için konulmuş ama şimdi unutulup tozlanan birkaç sofanın bahçeye en yakın olanına oturmuş, uzaktaki bir meyve ağacının yapraksız bir dalına gözlerini kilitlemişti. Battaniyesi ya da hırkası yoktu; üstünde uzun kollu bir tişört, altında ayak bileklerine kadar uzanan geniş kesim bir etek, başında da omuzlarını örten çiçeksiz, nakışsız, yaşamsız bir yemenisi vardı. Üşüdüğünün farkında değildi, ne kadar zamandır orada olduğunun da.


Dergâh kapılarından biri gıcırtıyla açıldı, dışarıya çıkan Ümmü Gülsüm’dü. Yavaş adımlarla Züleyha’nın oturduğu sofaya gelip ondan arta kalan büyük boşluğa yerleşti ve bir müddet sustuktan sonra başını öne eğip tırnak etleriyle oynamaya başladı:

- Şeyh Efendi seni görüşme odasında bekliyor, yeni bir misafir varmış.


Yutkundu Züleyha. Zaten var olan vajinal ağrıları ve kusma isteği daha da artmış, daha önceden alışkın olduğu halde her defasında aynı tezahürü yaratan bu haber, göz kapaklarını bir süre kapatmasına yol açmıştı. Beklemek anlamsızdı, ayağa güçlükle kalktı ve Ümmü Gülsüm’ün yüzüne bile bakmadan kabul odasına doğru ilerlemeye başladı. Ümmü Gülsüm, Züleyha oradan ayrılmasına rağmen hala aynı ağacın aynı dalına bakıyordu. Neden sonra bakışlarını onun gittiği yöne doğru çevirdi ve sadece onun duyabileceği bir sesle seslendi:

- Füsun, dedi duraksayarak. Aslında söylemeyecektim ama dayanamadım. Kaydını Ankara’daki bir okula aldırmışlar, bugün gece yola çıkıyormuş.


Züleyha, Füsun’un adını duyunca anlık bir tepkiyle dönüp Ümmü Gülsüm’ün yüzüne baktı. İşte o an içi gerçekten üşümüştü, tek adım daha atacak gücü kendisinde bulamıyor, ağrı ve sancıları bütün vücudunu giderek kaplıyordu. Kapı, Züleyha’nın açmasını beklemeden açıldı ve içeridekilerin onu beklediği belli edildi. Züleyha kapı eşiğinden içeriye girerken gözünden akan birkaç çift gözyaşı, gözpınarlarından aşağı doğru süzülerek önce gerdanını ardından göğsünü ıslattıktan sonra sutyeninin içindeki Füsun’un fotoğrafına çarptı ve kurudu.