Seyyid Kasım, postun üzerinde belini dikleştirip şehadet parmağını havaya kaldırdı:

- Aziz kardeşlerim! Allah-u Teâlâ, biz kullarını bugün nasıl verdiği dertlerle sınıyorsa bundan binlerce sene evvel yaşayan insanlara da bazı musibetler gönderip imtihana tabi tutmuştur. Yeryüzünün en fena, azgınlık ve sapkınlıkta çığır açmış kavmine peygamberlikle vazifelendirilen Hazreti Lut, ümmetini onca zaman hidayete erdirmek için didinip tebliğ görevini yerine getirdiği halde muzaffer olamamış, kavmi helak olmaktan kurtulamamıştır. Nitekim Hazreti Lut’a ümmetinin gazaba uğrayacağı vahyi gelip “o şehirden çıkın ve arkanıza bakmayın” denildiğinde, Lut ve ona inananlar yola çıkmış fakat peygamberin karısı, kadınlığının getirdiği acizlikle merakına yenik düşmüş ve arkasına döndüğü anda tuzdan bir kayaya dönüştürülmüştür.


Gözlerini müritlerin üzerinde gezdirerek devam etti:

- Peki, helak olan kavmin hepsi sapkın mıydı zannedersiniz? Muhakkak ki hakk yolda olanları da vardı lakin unutmayınız ki; haksızlık karşısında susan nasıl dilsiz şeytansa, azgınlık ve başıbozukluk karşısında saygı duyanlar da Allah’ın gazabından nasibini alacak, kurunun yanında yaş olsalar da yanacaktır. Hele ki bugün ahir zamandayken, kıyamete bu kadar yaklaşmışken etliye sütlüye karışmamazlığın, bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılığın asla ve kat’a kabul edilebilir bir yanı yoktur. Herkes bu fikri şiar edinsin, ailesini ve mahremini koruyup gözetsin aziz kardeşlerim.


Seyyid Kasım, tesbihini alıp uzunca bir müddet bol aminli dua ettikten sonra müritlerine elini öptürdü ve bakışlarıyla en sona kalmalarını istediği Salih ve Faruk’a döndü:

- Bir cinayeti çözmek, cenneti kazanmaktan daha mı zordur ki hala bir katili yakalayıp karşıma getiremediniz Salih?

Salih, şeyhin karşısında eğilip bükülmeye başladı:

- Estağfurullah şeyhim, öyle şey mi olur? Ben olay yerinde, Faruk laboratuvarda delillere ilk ulaşıp inceleyenler olduğumuz halde elimizde tek bir şüpheli yok. Başkomiser de ibneliğine uzak tutmaya çalışıyor bizi dosyadan. Ama eninde sonunda bulacağız şeyhim, siz dert etmeyin.


Seyyid Kasım, iki eliyle Faruk ve Salih’i omuzlarından kavradı:

- Ne yapın edin, o adamı yakalayınca emniyetten önce buraya getirin. Onun mahkemesi burada görülecek, dergâhımıza ve dostlarımıza musallat olan bu illetin cezası mahşere kalmaz.


Başıyla kapıyı işaret edip gitmelerine müsaade etti:

- Emniyet içinde sizden daha çok araştıranlar olacak ki buraya kadar gelip zahmet ettikleri yetmezmiş gibi Züleyha bahsini araştırmaya koyulmuşlar. Geçmişe dönük pürüz istemiyorum Faruk, her şeyi delillerle birlikte yok edin.


***


- Katilin bize şimdiye kadar verdiği en net ipucu bu mailde gizliydi Ferhunde. Hatırlayın ne diyordu: “Amcamın odadan çıkarken pantolonunun fermuarını çekip beş dakika sonra kızının başını nasıl okşadığını gördüm.” Ne demek bu? Ayrıca yine mailde geçen diğer bir isim: üstü başı çamaşır suyu kokan Şuayip. Peki, geçen gün midesinden litre litre çamaşır suyu çıkartılan okul hademesi kimdi? Şuayip Yılmaz.


Nahide devam etti:

- Günlükten alındığını tahmin ettiğimiz bu mesajlarda bahsi geçen herkes ölü bu arada, Seyyid Kasım hariç. Mailde geçen Muzaffer Akova yani Behiye Akova’nın kayını ve Züleyha’nın da amcası, katil onu öldürdü. Yine diğer bir isim Şuayip yılmaz, onu da öldürdü. Züleyha, Şuayip’in ciğerlerine beş litre çamaşır suyunu boca etmek istediğini söylüyordu, katil bunu da yaptı. Yani, bir zamanlar o dergâhta yaşanan bazı olaylar sonucunda Züleyha’nın yapmak isteyip yapamadığı ne varsa katil şimdi onu yapıyor.


Kısa süreli bir sessizlik sonrasında Ferhunde devam etti:

- Kaplan cinayetinde maktulün dergâhla hiçbir bağı olmadığı halde neden öldürüldüğünü düşündük mesela, evet psikolog dergâh içinden biri değildi ama olayla iniltiliydi. Yani arkadaşlar, ortada yıllar öncesinden görülen bir hesap var, katil her cinayette ısrarla aynı soruyu yöneltiyor bize: Züleyha’ya ne oldu?


***


Cast ekibinden Gülşah, kapıyı tıklatıp içeri girdi:

- Telefon hattında sizi bekleyen biri var Ferhunde Hanım. Bize ismini vermedi ama sizinle görüşmek istediğini, sizin onu tanıyacağınızı söyledi.


Ferhunde, soru dolu bakışlarla başını salladı ve Gülşah’ın kapıyı kapatıp gitmesinin ardından şirket telefonunu kulağına götürdü:

- Gazeteci Ferhunde Ongun, nasıl yardımcı olabilirim?

- 20 Nisan 2004, Hızırlar Kur’an Kursunda ne oldu?


Ferhunde, bu beklenmedik soru karşısında şaşırdı ve duraksadı. Telefonun karşısındaki kişi cevap alamayınca tok sesiyle devam etti:

- Peynirli kraker, şerit sakız, çubuk dondurma… Paran yoktu o gün, bir arkadaşınla beraber yemiştiniz. Kimdi o kız?


Ferhunde, dili tutulmuşçasına konuşamıyordu. Tok sesinden ve soğukkanlılığından ellili yaşlarda olduğu anlaşılan kişi, Ferhunde’nin bu anlık şoka gireceğini önceden tahmin etmişçesine yanıt beklemeden kapattı:

- Hatırla.


Genç kadın, telefon kapandıktan sonra başını ellerinin arasına aldı ve bakışlarını önündeki sümen takımına kilitledi. Birkaç dakika sonra gözünün önüne gelen silik anıları beyninden uzaklaştırmaya çalışırken bir yandan da Sinan’ı arıyordu:

 - Çözdüm Sinan, hatırladım.