Doktorun odasından çıktı, yavaşça kapıyı kapattı. Hastanenin mavi renkli duvarları üstüne üstüne gelmeye başladı. Düşünceler yine istemsizce zihnini ele geçirmeye başlamıştı. Sesi sanki, etrafındaki koridordan yankılanıyordu. İmkansızdı ama yine de onu aradı gözleri. Koridoru takip etti. Yoğun bakım hemşireleri ameliyathanenin kapısından tüm soğukkanlılıklarıyla çıkıyor, hasta yakınlarına bir şeyler söylüyorlardı ama şu an ne söylediklerini ayırt edecek bir bilinçte değildi. Biraz daha yürümeye çalıştı, sanki doktorun odasından ne kadar uzaklaşırsa gerçekten de o kadar uzaklaşacak gibi geliyordu ama öyle olmadı. Sendeledi, yer ayağın altından çekildi. Yanında duran boş sedyeye tutundu. Bir süre nefes almaya çalıştı. O an fark etti ki nefes almak sadece akciğerlere bağlı bir eylem değil. Solunum sistemine kötü hatıraları da eklemek gerekiyor. Bazen kötü hatıra potansiyeli olan, ileride başına gelebilmesi yüksek felaketleri düşlemek de yeterli boğazın düğümlenip kendini oksijene kapatmasına.
Son sözleri bir türlü aklından çıkmıyordu. ''Özür dilerim. Sevdiğin kişinin seni sevmemesinden daha zor tek bir şey var, o da seni seven birini ne kadar istesen de sevememek...'' Bu cümleden sonra her zaman garip bir masumiyetle bakan yeşil gözlerini bir daha açılmamak üzere kapatmıştı. Ayağa kalktı, toparlandı. Morga doğru yürümeye başladı. İnce bir koridorun solundaki odaya doğru giden yol sanki hiç bitmiyordu. İstemeyerek de olsa sonunda gri kapıya ulaştı. Kapının ardındaki donmuş bedenlerden gelen soğuk kan kokusu her yerini sardı. Gözleri istemsizce dolmaya başladı. Hayır, bunu kendine yapmayacaktı. Kapıdan geri döndü. Ölmeden önce kaldığı odasına doğru yöneldi. Henüz yeni hasta gelmeden içeri girdi. Ölüm, aylar öncesinden ona ansızın gelebileceğini söylemişti. Son haftaları acı içinde yavaş yavaş kıvranarak geçmişti. Kimseyi yanında istemediği için hastanedeki bu odaya kapanıp günlerce çıkmamıştı. Odanın her bir yeri onun hatırasıyla doluydu. Her zaman baş ucunda duran şiir kitabını ondan kalan son şey olarak alıp dışarı çıktı. Daha fazla burada kalacak gücü yoktu. Nefes almaya ihtiyacı vardı.
Kapıdaki taksinin yanına gitti. Taksiciye gideceği yeri söylemeye çalıştı. Kelimeler ağzından çıkarken buhar oluyordu sanki. Düğümlenen boğazını temizledi. Zorla da olsa gideceği yeri söyledi. Kafasının içini bir nebze de olsa susturmak için kulaklığını çıkardı, müziği son ses açtı. İçinden şarkı sözlerini tekrar ediyordu. Aynadan taksicinin ona garipseyen bakışlarla baktığını gördü. Umurunda değildi. Yoldan geçenleri izledi. Gideceği yer çok uzakta değildi. Sahile gelmişti bile. Müzik hiçbir işe yaramamıştı. Her dizede onu hatırlatacak bir şey buluyordu. Taksi biraz daha yol aldıktan sonra kayalıkların orada durdu. Kulaklığını çantasına koydu. Ücreti ödeyip taksiden indi. Kayalıklara doğru yürümeye başladı. Gelmesi gereken yere yaklaştıkça kalbi ağırlaştı. Denizi izledi bir süre, uzakta limana dizilmiş gemileri... Sorular sordu kendine, zihnini bulandırmaya çalıştı. Neden sürekli sınır çizmeye güzel şeyleri birbirinden ayırmaya meraklıyız? Deniz bu kadar güzelken ufuk çizgisi neden var? Deniz kaplumbağaları sevdiklerini kaybedince üzülüyor mudur? Birden istemsizce ağladı. Zaten biraz daha ağlamasa delirecekti.
O ölmeden önce son sözlerini söylemişti. Kendisine söz hakkı bile tanımadan gitmişti. Şimdi ne yapacaktı? Çantasına koyduğu şiir kitabı aklına geldi. Özenle çıkardı, kapağında parmaklarını gezdirdi. Giden birine tutunmanın tek yolu ardında bıraktıklarına sığınmaktı belki. Sayfalarını karıştırdı. Ne aradığını bilmiyordu ama onun dokunduğu yerlere dokunmak bir nebze de olsa iyi hissettiriyordu. Gözlerine bir zamanlar çok sevdiği şiirin bulunduğu sayfa çarptı. Sondaki dizeler kendisi için yazılmıştı sanki: ''Ne iyiydik ne kötüydük / Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıyaysa / Başta ve sonda ayrı ayrı olduğumuzdandı.'' Yüzünü acı bir gülümseme kapladı. Galiba önce ona veda etmeliydi. Her ne kadar kaçmaya çalışsa da gerçek, orada yüzleşmek istemediği o gri kapının ardında öylece duruyordu. Aklına bir şey geldi. Şiirin bulunduğu sayfayı yırttı, babasının öğrettiği gibi katladı. Küçük bir gemi yaptı. En sonunda yaptığı gemiyi usulca suya bıraktı. Ufuk çizgisinin ardında kalan gemileri kendi kağıt gemileriyle doldurdu. Gemi süzüldü, dalgalara boyun eğmekte epeyce zorlandı. Mürekkep damlalarına yaşanmışlıkların ağırlığı vurmuştu belki. Uzun bir süre gemiye baktı. Artık gerçekten ona veda etmişti.