İlk olan durumlar her zaman zorlamıştır beni. Misal ilk konuşan kişi bensem o zaman bedenim ısırgan otu yemiş gibi kaşınır, saç diplerime kadar canım yanar. Yok, kaç yaşıma gelirsem geleyim, o kanserli duyguyu bir türlü üzerimden atamam. Şimdi, ılık bir bahar günü ağaçların boyun kökünden ıtır kokularını toplayıp odama taşıyıveren nisan gününde, o ilk cümleyi yazmanın heyecanını, bilhassa bacaklarımı parkelere vurup çıkan sesten dikkatimi toplayamadığım ilginç bir pazartesi günündeyim.


Küçük, birkaç metrekareden fazlası olmayan odamın içine gökkuşağı gibi dağılan güneş ışınları, kitaplığımın kıvrımlı kenarlıklarında bir aşağı bir yukarı inip duruyor. Ahşap, kenarları soyulmuş pencereler, ılık rüzgarın hışmına uğramışçasına fildişi duvara çarpıp duruyor. İçeri dolan havayı büyük bir açlıkla içime çektim.


Sırtım, hasır sandalyenin kırçıllığı yüzünden tahriş olmuş, eski püskü tişörtüm sırılsıklam olmuştu. Aslında bugün hava çok da sıcak değildi. Beni bunaltan, zihnimde kedinin oynadığı o yumak gibi iç içe geçen düşüncelerin olmasıydı. Kendimi ifade edemediğim zamanlarda kendimden nefret ederdim. Öyle ki bazen dilimin ucundakileri öyle güzel toparlardım ki, kendimle gurur bile duyardım. Kendimi hazırlardım, karşımdakine "Umarım beni anlarsın," bakışını atar ve dudaklarımdan çıkan sadece birkaç işe yaramaz cümleden oluşurdu. O vakit, kendime öyle kızardım ki şunu düşündüğüm bile olurdu: Düşündüklerimi ve hissettiklerimi dilimin ucuna güzelce toplasam dahi karşımdaki kişinin bakışlarına yerleşen o duyguyla yerle bir olabiliyordum. Oysa bana kirpik altından atılan anlamsız duygu kümesi olmasaydı, yine de kendimi ifade edebilir miydim? Yoksa kendini ifade bile edemeyen asalağın teki miydim? Hayır, kesinlikle bahanelerin arkasına sığınmıyorum. Beni zor duruma düşüren o kangrenli his bulutunun altında bacaklarımı bırakmaya asla niyetim yok. Zihnim açık ve net. Şimdi daha iyi hissediyorum.


Arka odalardan gürültülü süpürge sesleri yükseliyor. Odaları sırayla dolaşıp kulaklarımda basınç yapacak kadar yüksekti bu ses. Annem, iki haftada bir evimi temizlemeye gelir. Normalde, evimi şekle şemale getirmeye çalışsam da annem bunun yeterli ve ‘temiz’ olmadığını savunup birkaç saatte evden çıkıverirdi. Önümdeki tertemiz kağıt parçalarına bakıp oluru olmayacağını düşünüp annemin yanına gitmeye karar verdiğimde odamın gıcırtılı kapısı bir anda açılıverdi.


‘’Oğlum, bitirmedin mi ödevini daha?’’


Annem uzun, beyaz ve yayvan ayaklarıyla süpürgeyi odamın halısına doğru ittiğinde elindeki yeşil çaydan birkaç yudum aldı. Siyah, birkaç tutamı kırçıllı boyasız saçları, dağınık kuş yuvasını andıran şekilde tepesinde toplanmıştı. Bordo, kendisine bol gelen pijamasını çocuk gibi çekiştirir dururdu. Orta yaşlı yüzünde kendisini daima fazla gösteren lekeleri ve kırışıklıkları onu her zaman birkaç yaş büyük gösterirdi. Öyle ki esmer tenini bulandıran soluk renk, onu olduğundan daha çelimsiz gösterirdi. Soğuk yaradılışlı biriydi. Kimi zaman insanlara karşı gösterdiği bu soğuk tavır, bana da geçerdi. Annem, elindeki yeşil çayı sigaradan sararmış dudaklarına götürdüğünde çayın titreyerek boğazından yitip gittiğini gördüm. Bardağı masamın üzerine koydu. O sıra, fincanın altında yüzen yaprakları izliyordum.


‘’Ödev değil anne.’’


Küçük bir çocuğun memnuniyetsizliğinin yarattığı huysuzlukla yeniden annemi izlemeye başladım. Az önce sorduğu soruyu unutmuş gibi telefonuna bakıyordu. Annem, ilgili biriydi. Yalnız bu ilgi, maddiyattan ibaretti. Manevi durumlardan bihaberdi. Öyle ki neyi sevdiğimi, fobilerimin neler olduğunu ve en önemlisi ne hissettiğimi asla bilmezdi. Beni ağlarken gördüğünde ağzından çıkan kelimeler yüreğinden gelmezdi. Bilirdim. Kendimi kaktüse benzetirdim; bana dokunmayana acı vermezdim fakat annem, o dikenlerle kendisine zarar vermeyeceğimi anlayamayacak kadar mesafeli biriydi. Aydınlık, esmer yüzüne yansıyan renkler, ekrandaki renkleri sünger gibi kırışıklıklarına çekiyordu. Bir an yüzüme anlamsızca baktı ve bal rengi gözlerinde yeni uyanmış birinin sersemliği gibi birkaç saniye yüzümü inceledi, ‘’Anladım.’’

İstemsizce gülümsedim ve bu alakasızlığın üzerinde pek durmadım. Telefonunu çalışma masamın üzerine koydu, süpürgenin yanına gitti ve titreyen bedeniyle halıya darbeler vurmaya başladı. Süpürgenin sesi, öksüren bir çocuğun ciğerleri gibi bitik sesler çıkararak odada gezindi durdu.


Güneşin sarı, titrek çizgileri süpürgeden çıkan tozları girdap gibi öyle güzel içine çekiyordu ki, görenler onun da temizlik yaptığını sanırdı. Annem, alnında ve ensesindeki boncuk boncuk terleri silerken salondaki maroken koltuğa oturdu. Sol bacağını direk gibi yukarı dikti ve ayak parmaklarını ovuşturmaya başladı. ‘’Bu temizlik birkaç hafta gider sana,’’ dedi bir yandan evi izlerken.


‘’Eline sağlık.’’ Ben de çaprazındaki tekli koltuğa otururken hafif sessiz çıkmıştı cümlelerim.


Havada gidip gelen, odalara girip tekrar yanımıza uğrayan derin nefesler eşliğinde ilginç bir sessizlik hakimdi evin içinde. Annem, bu sessizliğin uyuşuk havasından faydalanarak ezilmiş sigara paketinden bir dal alarak soluk dudaklarına yerleştirdi. Parmak uçları yılların profesyonelliğiyle sigaranın bedenini kusursuzca dengeledi. Çakmak sesiyle ortaya çıkıveren turuncu ateş yanıp söndü ve duman, yeni temizlenmiş evin içinde aylak aylak dolaşmaya başladı. Hiç kaçırmadan annemi süzdüm. Ne söylemem gerektiğini pek bilmiyordum. Aramızda tanıdık olan fakat adını tam koyamadığım o his karşısında, kendimi anneme ifade edememenin zorluğunu yaşamaktan otuz yedi yıldır şikayetçiydim. İletişim kurmak bu kadar zor olmamalıydı. Ne olurdu, dilimin ucuna gelen kelimeleri hemencecik söyleyebilseydim. İnsanlar, kendisine baktığında çok şey bekliyordu. Nitekim haksız da sayılmazlardı. Otuz yedi yaşındaydı. Koskoca otuz yedi yıl. Oysa bilmiyorlardı ki insan anlaşılabildiği kadar yaş alırdı. Yeniden anneme diktim gözlerimi. Sigarasının son dumanını da üfleyip söndürüverdi dibi ıslak çay bardağına. Sonra uzaklarda bir şey arar gibi çalışma masamın ayağında gitti geldi. Oralarda kendine ait bir hayat, henüz arşivde bekleyen dilekleri ve arzuları olduğunun farkındaydım. Seyiren bal rengi gözler ve dudakları oynaştıran dualar eşliğinde birkaç dakika geçirdi.


‘’Sana yemek yaptım. Dolaptalar. Eğer yalnız yemek istemezsen eve gelirsin. Baban seni çok özlemiş,’’ dedi dikkati dağılmış şekilde. Belki de bunları farkında olmadan söylemişti. Kendisini tam ayıltmadığı, fısıltıya yakın tonda söylemesinden anlamıştım bunu. Onu rahatsız etmek istemedim. Anlayışla karşıladım onu.


‘’Şu sıralar gelebileceğimi sanmıyorum,’’ diye yanıtladım.


Annem, bunun pek de üzerinde durmadı. Gözleri kısılmıştı ve yerinde kıpırdanıp duruyordu. O sıra gitmek istediğini anladım fakat konuşmak istemedim. Sanki beni halsizleştiren bir duyguyla karşı karşıya gelmiştim. Annemin hamle yapmasını bekledim. Öyle ki saniyeler içinde ayağa kalkmış, kapıya doğru yürüyordu. Ayakkabılarını yavaşça giydi ve her annenin kalıplaşmış cümlelerini söyleyip gitti. Giderken hiçbir zerresini hissedemeyeceğim zayıflıkta gevşek bir sarılmayla gitti. Kapıyı hızla kapatıp pencerenin önüne gittim ve milyonlarca insandan ayırt edebileceğim yavaş yürüyüşlü anneme baktım. Sırtında bol, kırmızı sırt çantası, güneşin kesik kesik çizgiler attığı topuzuyla hastalıklı bir yorgunlukla kaldırımda yürüyordu. Ne arabaların sağırlığını duyuyor ne insan yığınlarını umursuyordu. Gözden yitene kadar takip ettim onu. Ilık bir iç gıdıklayıcı bahar esintisiydim ona karşı. O ise arkasını dönmüş yürüyordu. Yüreğinden nükseden sıkıntılı rüzgara boyun eğmeyi tercih ediyordu. Güneş, batmak üzereydi.

-


Kayboluşlar konusu: 37 yaşındaki Özgür Çiftçioğlu, tek başına yaşayan, ailesine bağlı fakat bir o kadar da kırgın, yalnız ve içten içe azimli genç bir adamdır. Bir gün evine baskın yapan polislerin ardında tüm hayatı değişecek ve ona ihanet eden kişi karşısında kendini keşfederek kendi benliğinde kaybolacaktır. Bir nevi Kayboluşlar, kendini bulma çabası içinde olan genç bir adamın hikayesidir. Toplumun kendini değiştirmeye zorladığı modern kesim içinde kaybolup kendi benliğine sahip çıkmaya çalışan bireyin hikayesidir. Çeşitli kişiler arasında sıkışıp onlarla konuşan, kendisine dost arayıp yalnızlığını kamufle etmeye çalışan bireyin hikayesidir.