Annemin gidişinin hemen ardından sigara dumanını soluyarak uyuyakalmışım. Sabahın altı buçuğunda gözlerim kupkuru, siyah, ok gibi irislerime batan kirpiklerim eşliğinde huzursuzca uyanmıştım. Uyandığımda odada gezinen, ışık gibi oradan oraya uçan sivrisineğe huysuzca baktım. Bacaklarımın açık kalan yerlerine iğne batırılmış gibi bir kaşıntıyla, tüm gücümle bacaklarımı kaşımaya başladım. O sıra sivrisineğin sesi kesildi. Büyük ihtimalle yeni yıkanmış perdelerden birine saklanmıştı. Kollarım yatağın kenarından aşağı sarkmış, bacaklarım belli bir açıyla yana ayrılmıştı. Şafağın turuncu ışıkları odama düşüyor, perdenin püskülleri duvara çizgi çizgi yansıyordu. Hafif, insanı üşüten bahar esintisi pencereden girip açık olan kapıyı duvara ritmik olarak vurup duruyordu.


Üstümdeki incecik örtüyü kenara itip yatakta oturur pozisyona geçtiğimde bir süre gözlerimi kapattım. O sıra göz kapaklarıma sıcacık oturan cılız güneş ışığının koyu rengi, gözlerimin yaşarmasına neden oldu. Bir süre kendime gelmeyi bekledim. Saat çok erkendi ve midemden boğazıma tırmanan acı su, midemi bulandırıyordu. Yataktan kalktım, eve yavaş yavaş giriveren güneş çizgileri beni banyoya doğru götürdü. Soğuk suyu avuçlarımdan var gücümle yüzüme doğru attım ve tokat gibi çarpan su yumuşayarak kirli sakallı çenemden yuvarlanmaya başladı. Kare, kenarları sararmış aynadan kendime bakarken biraz olsun acımadım kendime. Sadece biraz. Biraz bile acımadım. Yüzüme çarpan şu cansız nesnenin yaradılışında bile bana karşı öfke vardı ya, ne diyebilirim? O zaman çevremdeki insanların bana olan acımasızlığına karşı kızmamalıyım, öfkelenmemeliyim. Tevazu göstermeliyim değil mi? Asla. İnsanın kendine karşı gösterdiği acımasızlıklar dahi kibar bir beyefendiye benzer. Benim kendime gösterdiğim katı tavır yüreğimi kırmaya cüret edebilir mi? Oysa insanlar bunu yanlış anlamada oldukça ustalar. Eğer kendime kötü muamele ettiğimi görürlerse daha da ileri gidecek kadar korkunç yaratıklar olmaktan çekinmezler. Bunu öğrendim. Az önce, yüzüme çarpan o hadsiz sudan öğrendim bunu.


Dirseklerimden lacivert mermere damlayan sulara bakıp rastgele paspas çektim. Paspasa tutunan su damlacıkları mermerde leke bırakmış, kurudukça o lekeler silikleşmeye başlamıştı. Karnım aç değildi fakat midemi bulandıran açlık hissini bir süre görmezden gelmeye çalıştım. Ağır ağır salona gittim ve güneşin turuncudan sarıya evrilen rengine hayranlıkla baktım. Oturdum. Küçük, dikdörtgen, fildişi rengi sehpanın üzerindeki temiz A4 kağıtlarını sekreterliğe koyduktan sonra bacaklarıma yastık yerleştirip ağır ağır yazmaya başladım.


Roma’daki bir mağarada birçok neandertal kalıntısı bulundu. Yapılan kazı çalışmalarına göre, sırtlanların mağarada yaşayan neandertal türündeki primatları sürüklediği ve öldürdüğü ortaya çıkmıştır. Kalıntılar, yedi yetişkin erkek ve bir kadına, diğeri ise küçük bir çocuğa aittir...


Tükenmez kalem, A4 kağıdının üzerinde silikçe gidip geliyor, cümleleri toparlamayınca kara noktalar atıveriyordu. İşsiz değildim aslında. Tam tersine, son derece meşguldüm. Home office olarak bin kelimesi bir lira yetmiş beş kuruştan, günde birkaç saat arkeoloji üzerine makaleler yazıyordum. Aslında bu iş, kimi akranlarıma göre bırak iş olmayı, boş zamanlarda yapılacak uğraş bile olamazdı. Hele ki günde üç liradan zoraki Türk lirası kazanmam onlara göre tam bir vakit kaybıydı. Kimi zaman -otuz yedi yaşındayım-akranlarımın çocuklarını aileme anlatan kepaze ötesi baba tarafımdan utanacak sözcük bile bulamam. Tabii ki onların çocukları doktor, avukat ve mühendisti. Ben ise arkeoloji mezunu işsiz bir adamdım.


Derin bir nefes aldım. Çevreme bakınmadan yastığın altından kumandayı çıkarıp televizyonu açtım. Açar açmaz son ses hava durumu sunan spikeri görünce sesini kapatıverdim. Kafam çatlayacak gibiydi. Bir süre sessiz sinema tadında hava durumu izledim. Spiker gül kurusu ağzını oynatıyor, sol elini aşağı yukarı indirip duruyordu. Sol elinin yüzük parmağındaki alyansı ışıklara değince parlıyordu. Üzerinde tüm düğmeleri kapalı, lacivert kumaş bir gömlek vardı. Sesi açmaya gerek görmedim. Televizyonu kapattım. Ekranda mavilik belirdi ve geri sayaç başladı. Bir süre geri sayacı izledim. Çocukken arkası dev, ekranı küçücük televizyonumuzda da bu sayacı izlemekten zevk duyardım. Sanki o geri sayım bitince sürpriz çıkacaktı. Ayaklarımı koltuğa uzattım. Midem gurulduyordu. Canım bir şey istemiyordu. O sıra cılız kapı sesi yükseldi. Ayağa kalktım ve kapıyı yavaşça araladım. O ara yüzümde geniş bir tebessüm oluştu.


"Dostum, ne kadar oldu görüşmeyeli?"


Sessizce gülerek, ayakkabılarını çıkarıp salona geçti. Elinde şeffaf, küçük bir fırın poşeti tutuyordu. "Sanırsam bir hafta oldu," diye yanıtladım gülerek. Ben de tam çaprazındaki koltuğa oturdum. Önce evi sonra beni süzdü. En son yüzümde gezindi gözleri. ‘’Uyumadın mı? Yüzün soluk görünüyor.’’ Elimi umursamaz bir tavırla havada çırptığımda yanıtladım, ‘’Sivrisinek vardı.’’ Güldü. Her zaman gülerdi. Acı çekerken de gülerdi, yalnız kaldığında da gülerdi. Yahu hiç mi ağlamazsın be adam, dediğim zamanlarda bile gülerdi. Onu tanırım. Gülerek acılarını saklamayı değil, onları eğitmek için silah olarak kullanırdı.


İnsanın anlaşılması için konuşmasına lüzum yoktur, anlaşılması için yüreğindeki çığlığı duymalı insan, demişti. Sesi kısıktı bu yüzden. Yüreğinin haykırışını ata ata yıprandı ses telleri. Adı da bundan Savaş’tı ya. Hayatla kavga ede ede kılıcını bir saniye yere bırakmaya zamanı olmamıştı. Bir süre konuşmadık. Sonra elindeki poşeti alıp mutfağa gitti. Bir süre tavanı izledim. Bir sürü şey düşünüyordum. Perdenin arkasına saklanan sivrisineği bile düşündüm o an. Ampulün üstündeki tozları izlerken dalmışım. Sanki uyuyordum.


Ayak sesleri ve birtakım takırtılar eşliğinde Savaş’ın nefes seslerini duyup gözlerimi açtım. Elinde dikdörtgen, kahverengi bir tepsi tutuyordu. Gülümsedim.


‘’Çay sevmediğini biliyorum. Buz gibi soğuk su getirdim sana.’’


Tepsiyi dikdörtgen masaya bıraktığında memnuniyetle karşılık verdim, ‘’Çok mutlu oldum, inan.’’ Savaş, poğaçadan bir ısırık aldığında güldü, ‘’Bir insan nasıl çay sevmez, anlamıyorum.’’ Önündeki poğaçayı bana uzattığında, ‘’Peynirli seversin sen.’’ Peynirli poğaçadan büyük bir ısırık alır almaz ağzıma domates attım. O an acıktığımı hissettim.


‘’Eşin ve çocukların nasıl?’’


Savaş, çayın ince belini parmak uçlarıyla dudaklarına götürdüğünde cılızca üfledi sonra içmekten vazgeçip masaya geri koydu. ‘’İyiler.’’

Bir süre sakalsız yüzünü inceledim. Konuşmak istemediğini gösteren mimikler ve alnında biriken ter damlaları hislerimi doğruluyor gibiydi. Konuşmadım. Ona daha fazla soru sormak istemedim. Sonra elini dizlerine sürdü, pantolonunun kumaşını sıktı, çayın dumanını izledi. En son yüzüme bakmadan bir şeyler mırıldandı.


‘’Gardiyanlığa tayin oldum.’’


Sesi öyle kısıktı ki, sivrisineğin sesi bile bastırabilirdi bu sesi. Ağzıma peynir parçası attığımda yüzüne bakmaya devam ettim, ‘’Öyle mi? Çok mutlu oldum senin adına ama bu, seni mutlu etmedi mi yoksa?’’ Savaş, şüpheyle önce bana baktı sonra oturduğu yerden belli belirsiz sallandı. En sonda ellerini helikopter gibi sallamaya başladı, ‘’Hayır hayır. Çok mutluyum. Sadece korkuyorum. Nedenini bilmiyorum, korkuyorum.’’ Terlemişti. Alnını var gücüyle ovuşturdu. ‘’Korkma. Başaracağını biliyorum. Adının hakkını vereceksin,’’ dedim göz kırparak. Beni görmediğini biliyordum. Sonra ayağa kalktı. Hayalet gibi donmuş bedeniyle banyoya gitti. Hareketlerinde anlamlandıramadığım bir kasvet ve havada ip gibi süzülen garip bir korku hakimdi. O, hep böyle olurdu. Yeni bir iş veya hobi edindiği zaman kalp krizi geçirecek kadar endişeli olurdu. Buzlu sudan büyük bir yudum alıp arkama yaslandım.


Bir süre sonra Savaş, elindeki peçeteyle yüzünü silerken salona geldi. Rengi yerine gelmişti ve gülümsüyordu. O kaygılı hali silinip gitmişti sanki.

‘’Rahatladım biraz. Kusura bakma, seni de huzursuz ettim,’’ dedi sahici mahcup bir tavırla.


‘’Olur mu öyle şey? Gel, otur. Sana çay koyayım. Soğudu.’’ Savaş, oturmadan elini salladığında kaşlarını yukarı kaldırdı. ‘’Kalmayı çok isterdim ama iş için birkaç eksik evrağım var, onları teslim etmem gerekiyor.’’


‘’Doğru ya,’’ dedim fısıltıyla. O, artık cezaevinin saygın bir gardiyanıydı. Gurur duymak istedim bir an, sonra vazgeçtim. Acaba kıskançlık mı yapıyordum? Yok, canım. İnsan dostunu kıskanır mı hiç? Bu, başka bir duyguydu. İçini sıkıntıya sokan, o duyguyu ifade edemeyecek kadar karmaşık bir hissin pençesi altında hissetmesine neden olan bir duyguydu. Gülümsedim ve onu yolculadım. Giderken arkasında bıraktığı sıkıntıyı acı bir his gibi soludum. Saat dokuz buçuktu. Masanın üstünde dişlenip yarım bırakılan poğaçalara baktım. Yetiştirmem gereken bir yazı vardı ve aklım Savaş’taydı.