Bazen, bazı insanları tanıdığımız algısına kapılırız. Yıllardır tanıdığımız dostlarımız, aile bireylerimiz veya aşık olduğumuzu sandığımız insanlar hakkında zihnimize ördüğümüz bütün duvarlar tek bir cümleyle, onlar hakkında öğrendiğimiz tek bir gerçekle yerle bir olabilir.
Benim gibi, insanları ilk gördüğü andan itibaren doğru bir şekilde okuyabildiğini sanan insanlar için o duvarları yıkmak çok daha zordur.
Konu Metin olduğunda kişiliği olsun, yaşantısı olsun aklıma yatmayan öyle çok şey vardı ki, aradan geçen bu kısa ama normalde bir insanı tanımam için bana yeterli olan zamanda onu hala bir yabancı olarak görüyordum. Bedeni görünebilir ve hissedilebilir olsa da, kalbi hala normal bir yaşantıya sahip olan bir insanınki gibi duygularla harmanlanarak atsa da sanki istediği zaman görünmez oluyordu.
Herkes karşılaştığı acılara kapılarını farklı açardı. Kimse bir başkasıyla aynı frekansta haykırmaz, kimsenin kanı kırmızının aynı tonunda akmazdı. Acısını dile getiren acınası, onu duygularıyla beraber içine gömen kalpsiz olmazdı.
Metin hangi taraftaydı? Bakışlarında alev alev yanan bir haykırışı taşıdığını hissetsem de yaptıklarında en ufak bir acıma yoktu.
O nasıl benim dışarıya yansıttığım sert mizacımın ardında aptal bir çocuk görüyorduysa, ben de o aklı başında, eli yüzü düzgün ve başarılı adamın arkasında darmadağın bir geçmişe sahip bir delikanlı görüyordum.
Sanki duyduğum tek bir cümle, onunla ilgili bildiğim bütün doğruların üzerine beton yığınları düşürmüş ve onları artık görünemeyecek kadar koyu kırmızı bir kana bulamıştı.
Bebeğimiz öldü.
Bu cümle daha farklı bir yerde, daha farklı bir tonda ve daha farklı bir insana söylenmiş olsaydı altından binlerce anlam çıkarabilirdim.
Sırtı kaskatı kesilmiş Metin, arkasına dönercesine hareketlendiğinde o an verebileceğim en mantıklı kararı verdim kendimi odadan dışarı atarak kapıyı arkamdan hızla çektim.
Kaçmıştım.
Gözlerinde görmeye korktuğum ifadeden kaçmıştım. Hissettiği duygulara bulanmış okların beni yaralamasından kaçmıştım. Ona acımaktan ve onun için üzülmekten kaçmıştım. Bilmediğim şeyler vardı. Belki de olaylar benim düşündüğüm gibi değildi. Belki de bahsettikleri gerçek bir bebek değildi. Ne olursa olsun hissettiğim gerginlik beni oradan ve ondan kaçmaya itmişti.
Yavaş adımlarla salona geldiğimde çantamı koltuğa, Ada'nın ayaklarının önüne koydum ve mutfağa yöneldim. Giray'ın üzerimde olan bakışlarını hissedebiliyordum, ona baktığım anda sanki duyduklarımı öğrenecekmiş gibi gözlerimi yerde tutmaya özen gösterdim. Hissettiğim açlık beni içten içe öldürüyormuş gibi hissetsem de bir şeyler yiyecek güce hala sahip değildim. Tezgahtan bir su bardağı kapıp içini doldurdum ve ellerimi titretmemeye özen göstererek bardağı dudaklarıma götürdüm.
''Bembeyaz gözüküyorsun,'' dedi Giray sadece benim duyabileceğim bir sesle. Gözlerim saniyeliğine onu bulsa da hemen bardağa geri çevirdim.
Suyla işim bitince dudaklarımı yalayıp, ''Geçer,'' dedim. Konuşmak istemiyordum. Evdeki bu içi gizem dolu sessizliğe çatlak sesimle bir darbe indirmek istemiyordum. Ada gözlerini kapatmış kanepede yatıyor, Yekta telefonunda bir şeylerle uğraşıyordu ancak ben, sanki çok önemli bir şey yapıyorlarmış gibi onları izliyor ve Giray'ın sorgulayıcı bakışlarından kaçınıyordum.
Vücudunu bana doğru döndürüp, ''Sapanca'ya hiç gittin mi?'' diye sordu. Konuyu değiştirmeye çalışması beni rahatlatırken sorduğu soru beraberinde şaşkınlığı da getirmişti. Ona, neden bahsettiğini anlamadığımı belli edercesine döndüğümde, ''Metin'in evi orada,'' diye cevap verdi.
Kafamı hayır dercesine iki yana sallarken düşünceli bir şekilde ona bakıyordum. ''Normalde orada mı yaşıyor?'' diye sordum.
Kafasını hafifçe eğip, ''Yani, Türkiye'ye geldiğinde hep orada kalır,'' dedi. Kafasını evin tavanında gezdirip, ''Buraya genelde hiç uğramazdı,'' dedi halinden memnun bir şekilde.
Gözlerimi evin içinde gezdirdiğimde burada geçirdiğim birkaç günün üzerimde bıraktığı ağırlıkla ezildiğimi hissettim. Buraya geldiğimden beri yaşadıklarım, hissettiklerim ve öğrendiklerim sanki evin duvarlarıyla bütünleşmiş üzerime doğru geliyorlardı. Buraya ev demeye bile ağzım el vermiyordu, benim için buradaki her köşe bir işkence odasından farksızdı.
Gideceğim yerin de buradan farklı olmayacağı duygusu zihnimdeki masaya bir sandalye çekip oturduğunda, gözlerimi kapatıp kendime bu eziyeti çektirmemek için gözlerimin önüne düşen bütün düşünceleri kendimden uzaklaştırdım.
Koridordan gelen kapı kapanma sesi bütün evi doldurduğunda göz kapaklarım aralandı ve yaslandığım tezgahtan hızla uzaklaştım. Giray'ın dalgın bakışları sesten çok benim hareketimle canlansa da o bir şey demeye kalmadan Metin, çantasını omzuna almış bir şekilde yanımızda belirdi.
Yekta, onunla konuşmak için ayaklansa da Metin elini kaldırarak ona durmasını işaret etti ve hiçbir şey söylemeden dış kapıya doğru yürüdü. Açık bıraktığı kapıdan geçip onunla gitme düşüncesi, her zamankinden daha yanlış geliyordu.
Ada, uzandığı koltukta doğrulup, ''Bu neydi şimdi?'' der gibi Giray'a baksa da bir karşılık alamadı. Giray vakit kaybetmeden kapıdan dışarı çıktı ve motoru çalışan arabanın sesi yağmurlu havaya karıştı. Kollarımı göğsümde birleştirip temkinli adımlarla kapıya doğru ilerledim ve onlara baktım. Metin şoför koltuğuna oturmuş, açtığı camdan içeriye doğru eğilmiş kardeşine bir şeyler söylüyordu. Giray arabadan uzaklaşıp olduğu yerde doğrulurken Metin'in omzunu sıktı ve yavaş adımlarla eve geri geldi.
Bakışlarımız buluştuğunda, ''Gitme zamanı,'' dedi ve askılıkta duran deri ceketimi alıp bana doğru uzattı. Dudaklarımı birbirine bastırıp ona gülümsedikten sonra ceketi elinden alıp üzerime geçirdim. ''İyi olduğunu bileceğim,'' dedi omuzlarımdan tutarken.
''Bileceksin,'' dedim kısık bir ses tonuyla. Kısa bir sarılmanın ardından ona sormak istediğim onca şeyi içime gömdüm ve çantalarımı omzuma atıp Yekta ve Ada'ya beceriksiz bir şekilde el salladım.
Vedalardan hoşlanmazdım. Gitme vaktim geldiğinde, gidene kadar kendimi rahat hissetmezdim. İnsanlara ''Hoşça kal,'' demek, onlara sarılmak ve kapıdan dışarıya adım atmak bana her zaman çok ağır geçen bir süreç gibi gelirdi. Bu ev, bu an ve içinde bulunduğum bu durum beni tam tersi duygularla sarmalarken nedenini bilmediğim bir karmaşanın içine girmiş gibiydim.
Yine de o kapıdan çıktım çünkü bazı şeyleri arkamda bırakmayı kendim seçmiştim.
Arabaya bindiğimde yüzüme vuran klima yanaklarımı yaktı. Kapımı kapatıp evin önünde dururken kollarını göğsünde birleştirmiş Giray'a görebileceği bir gülümsemeyle baktım. Araba ileri atılıp evin önünden ayrılırken bakışlarımı ondan ayırmadım.
Sessizlik, çalışmakta olan arabanın motorunu bile bastırabilecek kadar güçlü bir hakimiyete sahipken gideceğimiz yere varana kadar böyle sürmesini istedim. Ne hissediyordu? Üzgün müydü? Öfkeli miydi yoksa umursamıyor muydu? Metin'e baktığımda darmadağın olsa bile bunu göstermemek uğruna yüzüne bir gülümseme yerleştirebilecek kadar inatçı bir insana benziyordu. Joker maskesinin altında yatan kim bilir daha ne kadar acı dolu çığlık vardı, bilemezdim.
Tahmin bile edemeyeceğimiz acıları yaşayan insanlara hep güçlü muamelesi yaparız ancak o acı bizim de boğazımıza yapıştığında ve ona boyun eğmekten başka bir çaremiz olmadığında çekilen acının edindiğimiz güçle hiçbir alakası olmadığını anlarız. Çünkü gerçek acıyı tatmış olanlar bilirler ki, zaman geçtikçe duygular uyuşur ve benliğimiz kendini koca bir yok oluşun gölgesine bırakır. Kimin acısı daha ağırsa o çok güçlüdür algısını her kim yarattıysa, acıyı sadece başkalarının gözlerinde görmüş, yabancıların çığlıklarından duymuştur.
Öte yandan, daha tam olarak neler yaşadığını bile bilmediğim Metin, bütün anlatılanlara rağmen öyle ketum bir duruş sergiliyordu ki dışardan bakan bir insan, tıpkı en başlarda benim yaptığım gibi, onun sadece donuk bir kişiliğe sahip olduğu algısına bile kapılabilirdi. Bir sır gibi üzeri kalın toprakla örtülmüş geçmişinin mezarı, kimsenin bilmediği bir yere gömülüydü.
Bir gün o mezarı bulmaktan korkar mıydım, bilmiyordum ancak olur da o toprağa dokunma şansım olursa eşelemekten kendimi alıkoyamayacağımı adım gibi biliyordum.
Başkalarını geçmişine, yaşadıklarına ve yaşantılarına burnunu sokacak bir insan olmasam bile bazı insanlar öyle bir sis yayıyordu ki etraflarına, o sis benim zayıf noktamdı. O sisi içime çekmek, neden ve neyden yaratıldığını öğrenmek sanki yerine getirmem gereken bir görevmişçesine beni çekiyor, sonucunda hüsrana uğrayacak ve kendimi tehlikeye atacak olsam bile etrafımı kuşatmasına izin veriyordum.
Metin ve onun geçmişi, cesaretimi en çok kıran bir tehlike nidası gibi beni kendinden uzaklaştırmaya çalışsa da, merakımı daha çok deşen hiç kimseyle karşılaşmamıştım bu zamana kadar.
Görünürde sığ olan insanlar bile onlar hakkında bir şeyler öğrendiğinizde bakış açınızı değiştirebilecek kadar yanıltıcıyken, onun maskesi benim için çok şey ifade ediyordu.
''Bizi duyduğunu biliyorum.'' Daldığım düşüncelerden sıyrılırken yavaş ve sakin bir şekilde kafamı onda doğru çevirdim. Hırkasının üzerine geçirmiş olduğu montunun altında hareket eden kolları kaskatı kesilmiş gibiydi ama bu direksiyonu tutuşundan kaynaklanan bir yanılsama da olabilirdi.
Kavga etmek, tartışmak veya bağrışmak istemiyordum. Bu nedenle oldukça ılımlı olduğunu düşündüğüm bir ses tonuyla, ''Sadece bir kadının bağırdığını duydum,'' dedim. Sabahtan beri bulanan midem, kendime gelemeden vücudumu ele geçiren adrenalin ve inançlarımı sorgularken günlerdir ağrıdığını hissettiğim başım, şu an sakin kalmak istememdeki en büyük etkenlerdi.
Tepkimi görmek için bana kısa bir bakış attıktan sonra önüne döndü. Tartışmaya girmeyecekti, ateşkes imzalanmıştı.
Ben derin sessizliğe tekrar kapılarımı açacakken, ''Kötü görünüyorsun,'' diyerek beni şaşırttı. İlgiden çok uzak bir ses tonuyla söylediği bu söz, bende en ufak bir cevap verme isteği uyandırmadı. Savunmaya geçmedim, ağzımı bile açmadım. ''Eğer bayılıp kalırsan seni yolun kenarına bırakıp devam ederim,'' dedi konuşmayacağımı anlayınca. Altı boş bir uyarı değildi, yapardı ve yapması beni zerre korkutmazdı.
''Sadece biraz dinlenmem gerek,'' dedim güçsüz çıkan bir ses tonuyla.
''İyi edersin,'' dedi. ''Seni yanıma mezara gömülmesi unutulmuş bir mevta gibi dur diye almadım.'' Başımı çevirip camdan dışarı baktığımda sözlerini zihnimde yer tutacak kadar bile sindirmedim. Yorgundum, gerçekten bayılacak gibiydim ve fiziksel yorgunluğumun yanı sıra bana işkence eden düşünceler bir türlü peşimi bırakmıyordu.
Sapanca'ya geldiğimizi anladığımda yolun bu kadar hızlı geçmesi canımı sıkmıştı ve nedenini bilmiyordum. Yağmur damlaları arabanın camını kaplarken silecekler onlara yetişmeye çalışıyordu. Ufak tefek evlerin olduğu sokaklarda dolaşırken bu yabancı sokakları ezbere biliyormuşum gibi hissettim.
''Ne yapacağız?'' diye sordum gözlerimi geçtiğimiz yollardan ayırmadan. Ne yapacaktık? Beni neye sürüklemesine izin vermiştim ve ellerime hangi benliğimin kanını bulaştırmak üzereydim?
Cevap vermeyeceğini düşündüğüm sessizliğinin ardından, ''O adama ulaşacağız,'' dedi.
Huzursuzluk, dışarda esen rüzgarın içinde can bulup sert adımlarla arabayı takip etmeye başladı. ''Sonra ne olacak?''
Ona bakmıyordum ancak bana döndüğünü hissettim. ''Sen cevaplarını, ben intikamımı alacağım.''
Duraksayan kuşkularımla beraber ona döndüm ve kısa bir an bakışlarımız birleşti. ''Ya ben de intikam istersem?'' diye sordum, aynı güçsüz sesimle.
Gülmesini ya da alay etmesini beklediğim süre boyunca gözlerini yoldan ayırmadı. ''Sana kalmış,'' dedi konuştuğunda. ''Aldığın cevaplar seni tatmin etmezse...'' dedi ve duraksadı. ''İntikam almaktan ne anlıyorsun?''
Gözlerimi, onun yanında uzanan cama yansıyan ağaçlarda gezdirdim. ''Acı çektiğini görmek,'' dedim hiç düşünmeden. İfadesiz yüzünde belli belirsiz gördüğüm ifade beni düşündürttü. Beklediği cevap bu değildi.
''Acı çektiren sen olmayacak mısın?'' Sorusu karşısında düşünceli bir şekilde kaşlarım çatılsa da bunu yapamayacağımı biliyordum. Beni asıl şaşırtan, bunca zaman bana aciz gözüyle bakan adamın, birine acı çektirebileceğime ihtimal verircesine bu soruyu sormasıydı.
Oturduğum koltukta rahatsızca kıpırdanarak önüme döndüm ve ''Sanmıyorum,'' diye fısıldadım. ''Cevapları alır, adaletin yerine getirildiğini görür ve giderim.''
''Adalet,'' dedi gülüşüne karışan bir sesle. Alaycı tavrını geri getirdiğim için kendime kızdım. ''Adaleti ben sağlayacağım.''
Kaşlarım çatılırken uyku halinden uyanmış gibi, ''Onları öldürmek gibi bir amacın yok, değil mi?'' diye sordum. Ses vermeyince ona dönüp, ''Birini öldürmene izin vermem, özellikle yanında ben varken.''
Birkaç gün öncesinin görüntüleri zihnimde yerini aldığında gözlerimi sımsıkı kapama isteğiyle doldum.
Ölümcül bir sakinlikle, ''Sen kimsin ki bana karışıyorsun?'' diye sordu. ''Eğer ben intikamımı alma yoluna girmeseydim, yanında hiç kimse olmayacaktı ve öldürülen sen olacaktın.''
Bütün gücümü toplayarak, ''Bu doğru değil,'' dedim. ''Cevaplara ulaşamayacağım anlamına gelse bile bunu yapmana göz yummam.''
''Ne yaparsın?'' Bakışları bakışlarımı bulduğunda içimi kuşkuya düşüren bir dejavuyla yüz yüze geldim.
Biliyordum: bir gün onun içinde can bulmuş alevlerin arasında kalacaktım ve canımı yakan ateş değil; kendime olan yabancılığım, kimsesizliğim ve acizliğim olacaktı.
''Bir şey bilmediğimi, aptal olduğumu ve hiçbir şey yapamayacağımı söylediğinde sana ne yapmak istiyorsam onu,'' diye cevap verdim. Alayla kalkan kaşlarının altında dişlerini sergileyecek kadar geniş bir gülümse dudaklarına yayıldı.
Bastırmaya çalıştığı gülüşünün ardından, ''Vay vay,'' dedi. ''Artık kendimizi bir hiç yerine koymuyoruz.''
Dudaklarım dümdüz bir çizgi halini aldı. Öfke, beni tekrar canlandırmak istercesine içime yerleşti. ''Ben hiçbir zaman bir hiç olduğumu düşünmedim, bunu bana sen düşündürttün.''
''Öyle mi?'' diye sordu alaycı tavrını bozmadan. ''İğrenç, pislik bir şeytanım ben. Bunu sana nasıl yapabilmişim ki?''
''İnsanların canını yakarak kendi içindeki mutsuzluğu bastırmaya çalışıyorsun ama tek yaptığın kendini daha da dibe çekmek,'' dedim ona aldırmadan. Göğsüm hızla inip kalksa da içimde en ufak bir korku hissetmiyordum.
Araba ani fren yaptığında elimi kaputa koyup ufak bir çığlık attım. Etrafıma bakınıp arabadan son anda kaçmış bir insan ya da hayvan aradım ama hiç kimse yoktu. Korkuyla açılmış gözlerimi Metin'e döndüğümde suratına oturmuş öfkenin bana olduğunu anlamam uzun sürmedi. ''Delirdin mi sen?'' diye bağırdım doğrulurken.
''İn arabadan,'' dedi yüzüne kıyasla sakin çıkan bir ses tonuyla. Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken onu yanlış duyduğumu umdum. ''İn arabadan!'' İrkilmeme engel olamayacağım kadar ani gelen bu emir beni korkutmak çok, daha da sinirlendirmişti.
Ona bakmadım bile. Arkamı dönüp kapımı açtım ve ayaklarımı sağlam bir şekilde yere basıp arabadan indim. Kapıyı kapattığım saniyede gaza bastı ve ben şok içinde olduğum yerde kalakaldım.
Hissettiğim çok şey vardı. En başta özgürdüm. Kimsenin beni bilmediği bir yerde, yapayalnız olmanın verdiği korkunun yanı sıra ondan kurtulmuştum, üstelik bu onun tercihiydi ve beni bu konuda suçlayacak kimse yoktu. Bir yandan endişeliydim. Akşam olmaya başlamıştı, başıma tahmin etmeyeceğim şeyler de gelebilirdi ve bu güçsüzlükle kendimi savunamayabilirdim.
Ortalık yerde daha fazla dikilmek, onun geri dönebilme ihtimaline karşı beni uyardığında cebimden telefonumu çıkarıp taksi çağırmaya koyuldum. Birkaç dakika sonra taksiyi çağırmanın verdiği rahatlıkta ceketimin cebine uzanıp paketimi ve çakmağımı çıkardım. Yağmur dinmeye başlamıştı ancak hava buz gibiydi. Dudaklarımın arasına bir sigara yerleştirip rüzgara arkamı döndüm ve dumanını içime çektim.
''Aptal,'' diye söylendim kendi kendime. Bir insan nasıl bu denli dengesiz olabilirdi? Önce bana bir tercih sunuyor, onunla anlaşma yapmamı istiyor (bu beni kendi amaçları uğruna kullanmak anlamına gelse bile), ardından beni arabadan indiriyordu.
Korna sesiyle arkamı döndüğümde bir an Metin'in geri dönme ihtimaline karşın kalbim hızlansa da gelenin taksi olduğunu görmemle rahatladım. Postacı çantamı önüme alıp arabaya bindim ve adama selam verdim.
''Nereye abla?'' diye sordu taksici. Orta yaşlarda, bıyıkları ağırmış ve göz altları koyulaşmış adamın suratını incelerken kuşkulanmam için hiçbir neden bulamadım.
Biraz sessizliğin ardından, ''Merkez çok uzak mı?'' diye sordum.
Adam arabayı çalıştırırken, ''Yok değil,'' diye cevap verdi. Ona kafamı sallayarak oraya gitmemiz için bir şeyler mırıldandıktan sonra yola koyulduk.
Omuzlarım düştüğünde korkuyu yavaş yavaş iliklerimde hissetmeye başlamıştım. Onu def etmeye çalışsam da hayatımda hiç böyle bir durumla karşılaşmamış biri olarak üzerime gitmemeye karar verdim.
Telefon çaldığında ekranda görünen isim kısa süreliğine de olsa beni tedirgin bir heyecanla dürtmüştü. Giray. Aramayı reddedip telefonu postacı çantamın içine attım ve camımı açıp yağmur damlalarıyla biraz olsun ferahlamaya çalıştım.
Kısa süren yolculuğun ardından, ''Otuz dört lira abla,'' diyen taksiciyle düşüncelerimden sıyrılıp anlam veremediğim bir telaşla çantamda cüzdanımı aradım. Fermuarını açıp talep ettiği ücreti adama uzattım ve arabadan indim.
Sokaklar, İstanbul kadar kalabalık olmasa da insan kaynıyordu ve hayatımda ilk kez bu durumdan memnumdum. Ufak tefek mağazaların yanı sıra dizilmiş birkaç kafe ve lokantadan birine girdiğimde hala ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.
Boş bir masaya kendimi bırakıp önümde duran menüyü incelemeye başladım. Midem hiçbir şeyi kaldırmaya müsait değildi ancak dünden beri bir şeyler yememiştim ve oldukça bitkin hissediyordum. Garson yanıma gelip bana ne istediğimi sorduğunda kararsızlıkla ona baktım.
''Çorba var mı?''
''Var efendim,'' dedi genç garson elindeki kağıt ve kalemi hazır bulundurarak. ''Mercimek çorbası, yoğurt çorbası ve tarhana mevcut. Hangisini istersiniz?''
''Mercimek olur,'' diye yanıtladım. Ağzıma yapışmış olan sigara dumanını silebilmek için daha iyi bir seçenek bulamamıştım.
''Başka bir isteğiniz var mı?'' Garsona, kafamı iki yana sallayıp tebessüm ettim ve o giderken önüme döndüm. Başım çatlayacak gibi ağrıyordu. Çantamı açıp yavaş hareketlerle bana iyi gelebilecek herhangi bir ilaç var mı diye baktım ancak biraz diş ilacı ve regl sancılarıma iyi gelen ilaçlardan başka bir şey yoktu.
Pes etmiş bir şekilde çantayı yanımdaki sandalyeye bırakıp etrafımı ilgisiz bir şekilde incelemeye başladım. Arkadaş olduklarını düşündüğüm orta yaşlı üç adam bir yandan bir şeyler konuşuyor, diğer yandan önlerindeki büyük tabaklardan yemek yiyorlardı. Onların arkasında oturan bir çift çaylarını yudumlarken sessiz bir şekilde telefonlarına bakınıyorlardı. Önümdeki masaya daha yeni oturmakta olan adam, fötr şapkasını tutarak yavaşça sandalyeye geçiyordu.
''Buyurun efendim.'' Çorbam ve birkaç dilim ekmeğin olduğu sepet önüme konulduğunda mahcup bir şekilde geri çekilip gülümsedim. ''Afiyet olsun.''
Adama ''Teşekkürler,'' dedim ve ekmek dilimlerinden bir tanesini alıp ağzıma attıktan sonra çorbayı kaşıkladım. Gerçekten de acıkmıştım.
Yemeğim bittiğinde, masanın yanında bulunan peçetelerden birini alıp ağzımı sildim ve oturduğum yerden lavaboyu aradım. Gözlerim, büyük harflerle yazılmış WC yazısını seçtiğinde yerimden kalkıp oraya doğru ilerdim.
Lavaboya girdiğimde aynada gördüğüm yansıma beni bile korkutacak cinstendi. Yemeğin etkisiyle az da olsa iyi hissetmeye başlamıştım ancak görünümüm hala dehşet saçıyordu. Soluk, bembeyaz tenimde kendini apaçık belli eden koyu göz altlarım ve günlerdir doğru düzgün silemediğim rimelim birbirine karışmış gibiydi. Soğuk suyu avucuma doldurdum ve birkaç kez yüzümü yıkadım. Kendimi biraz da olsa düzeltebileceğim hiçbir eşyam yanımda yoktu. Hepsi, arabasının arkasında Metin'le beraber kayıplara karışmıştı.
Lavabodan çıkıp kasaya ilerledim ve hesabı ödeyip acele etmeden yürümeye başladım. Kalabalık gruplar, el ele tutuşan çiftler ve aileleriyle gezinen insanların arasından geçip gittiğim süre boyunca ne yapacağıma hala karar vermemiştim.
Belki de yaşadığım onca şeyden sonra ihtiyacım olan şey buydu: kimsenin beni tanımadığı bir yerde, bilmediğim sokaklarda, amaçsız ve başıboş bir şekilde düşüncelere dalarak yürümek.
Bir şeyler yemiş olmanın verdiği güçle yürüdüğüm dakikalar sona erdiğinde kendimi bir barın önünde buldum ve içeriye göz gezdirdim. Çoğunlukla genç kesimin hakim olduğu, küçük ama samimi görünen bara adımımı atarken buranın son durağım olacağını biliyordum. Bir içki içecek, belki gözyaşlarımı dökecek ve burayı ardımda bırakarak evime dönecektim.
Sanki sokağa açılan bir kapısı yokmuş gibi içeriye girdiğim anda beni karşılayan müzik biraz da olsa neşemi yerine getirmişti. Gecenin insanlar üzerinde bıraktığı o serin mayhoşluk herkesin yüzünden okunuyordu. Kimileri içkilerini yudumluyor, kimileri dans ediyor kimileri de bu küçük barın onlara sunduğu eğlencelerden yararlanıyordu.
Kendime boş bir tabure çektiğimde çok ortada olmanın verdiği rahatsızlıkla oradan ayrılmayı düşündüm ancak bütün masalar kapılmıştı. Deri ceketimin fermuarını açıp daha rahat bir şekilde oturmaya ve en azından önümdeki birkaç saat, kendimi yormamaya karar verdim.
Onca yoğunluğun arasında bana sıra geldiğinde yanıma gelen barmenden bir bira istedim. Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Biradan başka bir şey içebileceğimi de sanmıyordum. Barmen arkasına dönüp gittiğinde neden gergin olduğumu sorguluyordum.
Okullar kapandığından beri belki de ilk kez bir bara geliyordum. Aylarca kendini eve kapatmış biri olarak kendimi kalabalıklarda rahatsız hissetmem normaldi ancak artık kendim için neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırt edemeyecek kadar bunalmıştım. Kaçmaktan, kovalanmaktan, korkmaktan ve umursamaktan bunalmıştım.
İstediğim zaman hiçbir şey hissetmeme şansım olsaydı, aylarca kendimi duygulara kapardım.
Biram geldiğinde bir yudum alıp başımı öne eğdim ve midemin bulanmamasını diledim. Aksine, soğuk sıvı boğazımdan öyle ferah bir şekilde geçmişti ki şişeyi kafama dikip yarısına kadar içtim. Rahatlamış hissediyordum.
Telefonum tekrar çalmaya başladığında açmamak için kendimi ne kadar tutsam da, daha fazla dayanamayıp aramayı kabul ettim.
''Lara?'' Giray'ın sesi endişeli geliyordu ancak bende en ufak bir hissiyat canlanmamıştı. ''Neredesin?''
Derin bir nefes alıp, ''Sapanca'da,'' dedim dürüst bir şekilde.
''Onu görebiliyorum,'' dedi sesimdeki umursamazlığı hissetmişçesine. ''Metin nerede?''
Bıkkın bir şekilde çıkan ses tonuma engel olamayarak, ''Neden ona sormuyorsun?'' diye sordum.
Şaşkınlığını telefonun ucundan bile hissedebileceğim kadar uzun bir süre sessiz kaldıktan sonra, ''Yanında değil mi? Sen iyi misin?''
''Gayet iyiyim,'' diye cevapladım. Sesimde herhangi bir korku veya endişe olmaması onu her ne kadar rahatlatsa da, verdiğim cevaplar kafasını bir hayli karıştırmışa benziyordu.
Belli belirsiz bir küfür ettikten sonra, ''Onu arayacağım,'' dedi.
''Hayır, Giray,'' dedim ani bir çıkışla. ''İstemiyorum. Beni bırakmak onun kararıydı ve eminim en doğrusu bu. Bırak böyle kalsın.''
''Ne?'' diye sordu Giray sesinden okunan bir şaşkınlıkla. ''Nasıl yani? Seni öylece yolda mı bıraktı?''
Gözlerimi yavaşça kapatıp, ''Pek sayılmaz,'' diye cevap verdim. ''Bak, ben iyiyim. En yakın zamanda İstanbul'a döneceğim.''
Sessiz kaldığı birkaç dakikadan sonra, ''Böyle olmaz,'' diye bir şeyler söyledi.
''Giray, lütfen,'' dedim ne kadar bunaldığımı belli edercesine. ''İyi olacağım. Sana haber vereceğim, söz.''
Düşünüyor gibiydi ancak şu an evin için volta attığını tahmin edebiliyordum. Bir süre sonra, pes edercesine, ''Peki, tamam,'' diye cevap verdi. ''Dikkatli olacağına söz ver. Kalabalıktan uzaklaşma.''
''Söz veriyorum,'' diye fısıldadım konuşmayı hızlı bir şekilde sonlandırmak istercesine. Telefonu kulağımdan uzaklaştırdıktan sonra sessize aldım ve birama uzanıp büyük bir yudum daha içtim.
Akrep ve yelkovan birbirlerini kovalarken neden yaptığımı bile bilmediğim bir şekilde elimi çantama attım ve cüzdanımı çıkardım. İçinde katlanmış bir şekilde duran eski fotoğrafı elime alıp cüzdanımı kaldırdım.
Basit bir fotoğrafın bir insan üzerine etkisi çok ağır olabilirdi. Artık donmuş ancak ölümsüzleştirilmiş bir anı sizi çok derin duyguların ağırlığı altında ezebilir, bir bedende can bulup ellerini boğazınıza sarabilirdi. Nefessiz kalmıştım. Boğuluyor gibiydim ve bu acıyı fiziksel olarak dahi hissedebiliyordum.
Annemin, benim yaşlarımdayken çekilmiş olan fotoğrafına bakabileceğim kadar uzun süre baktım. Gözlerim gözlerinde, saçlarında, gülüşünde ve kıyafetlerinde dolaşırken yüzümde anlam veremediğim bir gülümseme oluşmuştu. Fotoğraf bulanıklaştıkça gözlerimin dolduğunu fark ettim ve yüzümü elimden geldiğince yanımdaki insanlardan saklamaya çalıştım.
Yanımda oturmakta olan sessiz, fötr şapkalı adamı idrak ettiğimde önce tepki vermesem de daha sonra o adamı bir yerde gördüğümü anımsayıp korkak bakışlarımı üzerinde gezdirdim. Adam kıpırdandığında bunun paranoyak bir düşünceden fazlası olduğunu öne süren bütün düşüncelerim karman çorman bir şekilde üzerime üşüştü.
"Anneler ve kızları," dedi adam şapkasını gözlerini gizlemek için ustalıkla kullanırken. "Tarihe hiçbir zaman babalar ve oğulları kadar iz bırakmamış olsalar da en sessiz çığlıkları onlar atar."
Bakışlarım ağırlaşırken adamın ne demek istediğine öyle kafamı yormuştum ki, zaman ve mekan kavramları koskoca bir girdapta kaybolmuştu. Üzerindeki ceketten yayılan o yoğun alkol kokusu burnuma zehir misali ulaşırken bu yabancı bedenin varlığı beni çoktan uzak durmaya çalıştığım korkunun esiri haline getirmişti.
Yine de, ani bir kararla ve umursamaz bir tınıyla, "Annem değil," dedim adama fotoğrafı göstererek. Başını bile çevirmedi ancak gölge düşen dudaklarının kenarının, çok kısa bir zaman dilimi için de olsa kıvrıldığını görmüş oldum. Belki de buralarda yaşayan yalnız bir adamdı. Belki de beni yalnız bir genç kız olarak görmüş bir sapıktı. Her kim olursa olsun, bu adamın geçmişimden kopan bir intikamla alakası olmaması için tanrıya yalvardım.
Çünkü bir tek geçmişten kaçmaya gücüm yoktu.
Korkutucu bir hareketsizlikle, "Ne derler biliyor musun?" diye sordu. Öyle yavaş, öyle sakin ve öyle sessiz konuşuyordu ki eğer bütün dikkatimi ona vermemiş olsaydım değil benimle konuştuğunu, sesin ondan geldiğini bile anlayamazdım. "Nereye gidersen git, kim olursan ol, nasıl DNA'nda ailenin fiziksel özelliklerini taşıyorsan, onların kişilik özelliklerini de taşıyorsun."
Etrafıma göz gezdirdim. İnsanlar sevdikleriyle içiyor, dans ediyor ve sohbet ediyorlardı. Bunca yabancının içinde bu adam, söyledikleriyle beni tanıdığını ima ediyordu ve ben yerimden zerre oynayamıyordum.
Sesimin titremesine engel olamayarak, ''Sanırım bir yanlış anlaşılma söz konusu,'' dedim. Karanlıkta kalan çantamın içine uzandığımda telefonumun soğuk metalini hissetmemle hareketlerimi yavaşlattım.
"İstediğin kadar kaçmaya çalış," dedi elini sakince cebine götürürken. Cebinden çıkardığı küçük bir kağıt parçasını, boş kalan viski bardağının altına sıkıştırdı ve yavaşça yerinden kalktı. Temkinli bir şekilde onun hareketlerini izlerken, "Kim olman gerekiyorsa o olursun," dedi.
Bakışlarım, bana uzattığı eline indi. Deri, hafif yıpranmış eldivenler adeta kötülüğü temsil ediyordu. Bakışlarımı elinden çekip yüzüne bakmaya çalışsam da şapkasını diğer eliyle daha da indirip, zaten karanlık olan barda kendini iyice görünmez kıldı. Gözlerimi karanlık yüzünden ayırmadan elini sıktım.
Ellerime bulaştırdığı günahları hissetmemem imkansızdı.
Kirli sakalların arasında beliren çarpık bir gülümseme sonrası elini elimden çekip yanımdan uzaklaştı. O giderken arkasından onun izini süren bakışlarım, ellerini ceplerine sıkıştırıp barın çıkışına doğru kalabalıkta kayboluşuna şahit oldu.
Önüme döndüğüm anda titrediğinin farkına vardığım bacaklarımı sakinleştirmek için kendime zaman tanıdım. Az önce, yanımdan kalkan o gizemli adamın elini tutan elimi alnıma bastırdım ve kafamın içinde yankılanacak kadar gürültülü sesleri bastırmaya çalıştım.
Sonra zihnime gömülü karanlıkta bir kibrit ateşi kadar küçük bir ışık yandı ve ve giderek büyüyerek bütün bedenimi yakmış kadar sarstı. Gözlerim aniden açıldığında az önce o adamın ellerinde olan viski bardağını kaldırıp altına yerleştirilmiş pürüzsüz kağıda baktım.
Düşüncelerime damlayan ilk sızı, gördüklerimi idrak etmeme bile fırsat vermedi. Önce kalbime ulaşan korkuyu hissettim, öyle güçlüydü ki bunca insanın arasında kendimi yapayalnız hissetmeme neden olacak kadar acımasızdı. Sonra bedenimde hissettiğim üşüme, bir çığ misali üstüme düştü ve ben nefessiz kalana kadar üzerimden çekilmedi.
Soğuk yaktı, ateşler boğdu, sular zamanı dondurdu.
Karşımda duran çizim can aldı, ellerimin üzerine çıktı ve tenimde gezinmeye başladı.
Kağıtta çizili duran akrep, nefesime meydan okudu.
Bir el omzuma dokunduğunda oturduğum yerden çığlık atarak ve neredeyse zıplayarak kalktım ve etrafımda bulunan insanların gözlerini üzerime çektim. Barın karanlık ve sigara dumanıyla kaplanmış gölgelerinin ortasında bir çift kehribar rengi göz adeta bütün yüzünü aydınlatırken, içimde yaşadığım rahatlıkla kendime ihanet ettiğimi hissettim.
Etrafımızda bize bakan kalabalığa kısa bir bakış attıktan sonra bana doğru yaklaşıp, ''Kafayı mı yedin sen?'' diye sordu. Ne onu, ne de insanları umursamadan elimdeki kağıdı ona doğru uzattım.
''O buradaydı,'' dedim beni duyması için ona daha da yaklaşarak. Gözleri kağıda inip göz kapaklarıyla örtüldüğünde, bakışlarımı yüzünden ayırmıyordum. Gözlerini geri açtığında karşılaştığım manzara ürkütücüydü.
''Burada bekle,'' deyip hızlı adımlarla barın çıkışına doğru koştu. Afallamış bir halde onun arkasından bakarken kendime gelmem için kafamı iki yana salladım.
Arkamı döndüğümde barmen endişeli bir şekilde, ''İyi misiniz?'' diye sordu. Ona kafamı sallayıp ödemem gerekeni hızla ödedim ve çantamı koluma takıp hızlı adımlarla uzaklaştım.
Bardan çıktığımda direkt tenimi ısıran gecenin soğuğuna karşın beceriksizce ceketimin fermuarını çektim. Gözlerimle Metin'i arasam da bulamadım ve pes edercesine barın girişinde dikilerek beklemeye karar verdim. Kaygılı bakışlarım insan kalabalığında gezinirken önüme doğru yavaşça gelen arabanın görüş açımı kapamaması için geri gideceğim anda, arabanın arka camı yavaşça indi ve bu geceden sonra asla unutamayacağım o siluet tekrar karşımda belirdi.
''Şu iki şeyi iyi ezberle,'' dedi şapkasını zerre oynatma zahmetine girmeden. ''Ben bulunmam, bulurum.'' Göz teması bile kurmayan bu adamdan uzaklaşmak istercesine bir adım geriledim. ''Ve o iki kardeş senin sonun olacak.''
Etrafıma yardım çığlığı bakışlarım, adamın söylediğinin tam aksine Metin'i arıyordu.
''Lara,'' dedi ona bakmamı istercesine. Dudaklarından ve bir daha asla duymak istemeyeceğim ses tonundan kopan ismim, suratıma dehşet dolu bir ifade kondurdu. ''Benden değil, onlardan kork.''
İnsanlar geçti, görüşüm kapandı ve araba birkaç saniye içinde gözden kayboldu.
Akrep'in gölgesinde karanlığa gömülürken zihnime soktuğu kuşkulardan yayılan zehir, damarlarımda yerini bulmuştu.