''Sikeyim böyle işi!''

Soğuk rüzgarlar merakla arabanın yanından geçip giderken ellerimi kucağımda birleştirmiş, bu gece beni demir parmaklıklar altına alan kabusun sona ermesini istiyordum.

Hissettiğim şok, Metin her kendi kendine bağırdığında önce duraksıyor; ardından hiç vakit kaybetmeden damarlarımda yavaş yavaş yayılmaya devam ediyordu. Barın birkaç metre ötesinde kalabalıktan uzak bir yol kenarına park ettiği arabayı çalıştırdığında düşüncelerim hala onları okuyamayacağım kadar bulanıktı.

''Sen iyi misin?'' Sorunun bana yöneltildiğini anladığımda yavaşça ona doğru döndüm. Ben ağzımı açacak gücü ancak bulduğumda o sabırsızlıkla, ''Sana içeride kalmanı söylemiştim,'' diye azarladı. Ona hiçbir şey söylememeye karar vererek önüme döndüm ve gömülü olduğum sessizlik grevine devam ettim.

Ona söylemeyip içime attığım bir şey daha vardı: Metin sokaklarda onu ararken Akrep'in beni tekrar bularak bana söyledikleri.

''O iki kardeş senin sonun olacak.''

Kendime bile güvenemediğim halde hayatıma giren insanlar sanki bu benim yegane sınavımmış ve hepsi birlik olup bana tuzak bir soru hazırlamışlar gibi güvenimi sarsmaya çalışıyorlardı. Zorda kaldığımda koşabileceğim insanları artık seçemiyordum.

Arafta kalmıştım ancak cennet de cehennem de sisler altındaydı.

''Nasıl?'' diye sordu Metin tekrardan kendi kendine konuşur gibi. ''Nasıl seni burada bulabildi?'' Kendine olan öfkesi öyle hiddetliydi ki bu güçlü nefretin bir gün onun sonu olabileceğini görmek çok da zor değildi. ''Nasıl onu yakalayamadım?''

Burada olduğumu ancak ağzımı bile açmadığımı yeni fark etmişçesine bana döndü ancak hiçbir şey söylemeden arabayı kullanmaya devam etti.

''Belki de amcanın dediği gibidir,'' dedim hiddetini bana yansıtmamasını umarak. ''Belki de onun seni bulmasını beklemekten başka çaren yoktur.''

''Ben bulunmam, bulurum.''

Dümdüz olmuş dudaklarını birbirine bastırıp içine derin bir nefes çekti. ''Hepiniz korkaksınız,'' dedi konuştuğunda. Sesi, kendisiyle konuşurken duyulan o nefret dolu tona kıyasla sakin ancak yine de sertti.

Karanlığı zayıf bir şekilde delmeye çalışan sokak lambasının altında durduğumuzda geldiğimizi anlamam birkaç saniye sürdü. Arabayı bir başka siyah arabanın arkasına park ettikten sonra camını indirdi ve elini pantolonunun cebine sokup sigara paketini çıkarttı. Çakmağını ararken arabadaki sessizlik cırcır böceklerinin ötüşüyle doldu. Cebine, ardından da arabanın iç aydınlatmasını açıp koltuğun yanındaki küçük bölmelere baktı. Orada da bulamayınca önüme eğilip torpidoyu açtı ancak yoktu.

Koltuğuna geri yaslanıp başını arkaya yaslarken öfkeyle soluduğu nefesi camdan dışarıya süzüldü. Yavaş hareketlerle elimi, deri ceketimin cebine atıp kendi çakmağı çıkardım ve onu avcuma bastırıp Metin'e verip vermemek arasında bir karar aşamasında bulundum. Bugün daha fazla gerginliğe katlanmak istemediğime kanaat getirince pes ederek çakmağı ona uzattım.

Çakmağı almayınca bakışlarımı tamamen ona döndürdüm. Gözlerini kapatmış, tamamen yüzüne vuran ışığın altında savunmasızca kaşlarını çatmıştı. Elimi istemeyerek de olsa omzuna dokundurup dikkatini çekmeyi başardığımda hiç acele etmeden gözlerini açıp bana baktı. Gözlerimle elimi işaret edip, avcumu açtım ve çakmağı gösterdim. Bakışları çakmakta oyalanırken sanki o da meydan okurcasına bir karar vermeye çalışıyordu. En sonunda sakin hareketlerle çakmağı alıp sigarasını yaktı ve duman arabanın tavanına çarparken çakmağı bana geri uzattı.

Cebime uzanıp ben de bir sigara çıkardım ve dudaklarımın arasına koyup yaktım. Yanımdaki camı aşağıya indirirken onun varlığı da sigara dumanı gibi karanlığa karıştı.

Başımı arkaya yaslarken arabanın içine dolan soğuk ama sakin rüzgara karşın gözlerimi kapattım.

Bir kitap okumuştum. Bir roman.

Karakterler büyüleyici oldukları kadar gerçekçilerdi. Baş karakterler acı içindeydi. Kadın sadece kendini düşünen bencil bir hırsız, adam o kadının ve hayatının bir hayli merkezinde olmasına rağmen uzaktı. Kadının kendini kurtarmak gibi bir arzusu yoktu. Çektiği acıları ve aldığı yaraları kapatmak için kabataslak çözümler bulmuştu ancak hiçbiri onları görünmez kılmaya yetmemişti. Adam bunu görmüştü. Adam, onu ve onun acılarını daha önce kimsenin bilmediği kadar derinlerinde hissetmiş, hiç kimsenin istemediği kadar yardım etmişti.

İkisi de kötüydü. İkisi de kurnazdı ve ikisi de birbirlerine delicesine aşıktı ama inatları ve geçmişte birbirlerine yaptıkları yanlışlardan doğan kuşkular, onlar izin verene kadar peşlerini bırakmamıştı.

Realist kişiliğime rağmen bir gün böyle bir kitabın satırlarını yaşarken bulmak istemiştim kendimi.

Kapanmayacak yaralarımı unutturacak birini bulmak hep bir hayal olarak kalacaktı çünkü gerçek insanların kendi kendilerine derman olmaktan başka çareleri yoktu.

Çok değil, birkaç hafta önce doğum günümdü. 14 Eylül.

Annemin sabahtan hazırlamış olduğu küçük, çikolatalı pastanın üzerine konulmuş birkaç küçük mumu üflerken içimden dilemiştim: güçlü olmayı. Kendi kendimi iyileştirecek kadar güçlü bir kadın olup; korkularımın, geçmişimin ve başıma geleceklerin karşısında yalnız da olsam dimdik durabilmeyi.

O zamanlar bildiğim korkular farklıydı. O zamanlar sahip olduğum geçmiş tanıdıktı. O zamanlar, yaşayacaklarım bir romandan farksızdı.

''Ne düşünüyorum biliyor musun?'' Aniden yönelttiği soru karşısında başımı ona doğru döndürdüm. Aynı benim gibi kafasını araba koltuğuna dayamış, düşüncelerin ağırlaştırdığı göz kapaklarını kapatmıştı. ''Beni oyuna getirenin sen olup olmadığını.''

Önce kurduğu cümleyi anlamakta zorlandım ancak anladığımda bile, yanlış anladığımı veya yanlış söylediğini düşünerek kendimi kandırmaya çalıştım. Göz kapakları aralanıp, arabanın kör edici ışığı kehribarlara vurduğunda kirpiklerinin altından bana baktı.

''Ne?'' Aslında ''Ne demek istiyorsun?'', ''Ne saçmalıyorsun?'' demek istemiştim ancak ağzımdan sadece bu kadarı dökülmüştü. Şaşkınlıkla ona kenetlenmiştim ve söylediğinde ciddi olup olmadığını çözmeye çalışıyordum.

Yutkundu. Adem elması belirgin bir şekilde hareket ederken ''Seni yolda bırakıyorum,'' dedi. ''Çok değil, birkaç saat sonra Giray'dan aldığım o aptal konumda seni buluyorum ve bana Kerem'in orada olduğunu söylüyorsun.''

Nefesinden çarpan alkol kokusunu daha yeni alırken kaşlarım şaşkınlıkla yükseldi. Tedirgin bir şekilde kafamı eğip ''Ne demeye çalışıyorsun Metin?'' diye sordum.

''Seni sadece birkaç saattir bulunduğun şehirde buluyor. Üstelik o sırada ben de oralardayken.'' Dikkatle yüzümü ve bedenimi süzdü. ''Ama adamı yakalayamıyorum. Kaybolmuş. Yok olmuş. Görünmez olmuş.''

''Umarım sana bir tuzak kurduğumu düşünmüyorsundur,'' dedim gayet ciddi bir tavırla. ''Hem de o adamla.''

Başını hafifçe bana doğru eğdiğinde içimde büyüyen endişeyi beden dilime yansıtmamaya ve onu daha fazla kuşkulandırmamaya çalıştım. ''Düşünmemem için bir sebep söyle,'' diye fısıldadı, nefesinde yankılanan tehlike çanlarının sesine kalp atışlarım eşlik etti.

''Metin,'' dedim onu ikna etmeye çalışırcasına. ''Saçmalıyorsun şu anda. Böyle bir şey yapmam, yapamam.''

Başını iki yana salladı. ''İkna olmadım.''

Başımı geriye doğru atıp ''Sen kafayı mı yedin?'' diye sordum. ''Ben nereden bileyim o adamın beni nasıl bulduğunu?'' Cevap vermeyip kuşkulu bakışlarla beni süzmeye devam ettiğinde, ''Bana güven demiyorum ama böyle bir konuda kuşkulanabileceğin en son insan benim,'' diye devam ettim.

Tatmin olmuşa benzemiyordu. Belki de olmuştu ancak kendini güvene almak için bana belli etmemeye çalışıyordu. Başını yola çevirip, dişlerini sıktı ve arkasına dönüp arabadan indi. Az önce ne yaşadığımın hesabını yapamadan elim kapı koluna gitti ve ben de dışarıya çıktım.

Kapanan kapının sesini duyduğu anda arkasına bile bakmadan arabayı kilitledi ve hızlı adımlarla ilerlemeye devam etti. Mesafeyi kapatmak için onu takip etmeye başladım. Ormanlık alanın bittiği yerde, birbirinden çok da uzak olmayan birkaç küçük ev (daha çok konteyner) sıralanıyordu. Kısa çitlerle çevrelenmiş bu izole evlerden birinin bahçe kapısını açan Metin, gelip gelmediğime bile bakmadan eve doğru ilerledi.

Bahçeye adımımı attığımda ev uzaktan gözüktüğü kadar küçük değildi ancak karavan boyutunda iki kabinin üst üste konulmuş hali gibiydi. Metin'in burada yaşıyor olması beni öyle şaşırtmıştı ki aklımda bu evin bir başkasına ait olabileceğine dair tahminler doğuyordu. İzole bir hayat yaşadığı kesin bir ön yargıydı ancak gösterişten uzak bu ufacık ev hiç ona hitap etmiyor gibiydi. Yine de, bu minik evin ön bahçesinde yer alan havuz görünürde lüks olan tek şeydi.

Yarı ahşap malzeme, yarı taş kaplamayla dizayn edilmiş evin kapısına geldiğimde, Metin daha anahtarı yeni çıkarmıştı. Onun arkasından içeri girip ışıkları açmasını izledim. Minicik oturma odası ve ona bitişik olan, sadece küçük bir buzdolabı ve birkaç tezgahtan oluşan mutfak aydınlandığında şaşkınlığım giderek büyüyordu. Anahtarı abartılı bir şekilde ahşaptan yapılma ince ayakkabılığın üzerindeki küllüğe (küllük olarak hiç kullanılmamıştı) bırakıp mutfak tezgahlarının hemen yanında yer alan kapıyı açıp gözden kayboldu. Mutfak ve lavabonun hemen önünde yer alan ve salonu onlardan ayıran küçük, ahşap merdiven belki de bu evdeki en ilgi çekici detaydı. Yukarıdaki dar balkona baktığımda görebildiğim tek şey, arkaya bakan pencerenin önüne dizilmiş kitap yığınlarının yanı sıra konulmuş küçük bir bilgisayar masası ve koltuktu.

Yüzümden silinmeyen bir merakla evi incelemeye başladım. Kapının hemen sol tarafında bulanan pencere boydan boya uzanıyordu ve perde kullanılmaması, gece olmasına rağmen eve ferah bir hava katıyordu. Kapı ve pencere arasında kalan köşeye küçük, tek kişilik bir koltuk; karşısındaki diğer köşeye ise bir odun sobası konumlandırılmıştı ve ortalarına küçük bir sehpa yerleştirilmişti. Odanın hemen ortasında ve eve girildiği gibi karşıda duran, yaklaşık üç kişilik koltuk sanki alındığı günkü gibi yeni duruyordu. Koltuğun karşısında duran duvara doğru dönüm: Küçük ahşap bir masa ve altına yerleştirilmiş taburelerin üstündeki duvara konumlandırılmış olan küçük bir kitaplık rafı bulunuyordu.

Evin ortasında ağır adımlarla yürüyordum. Mutfak tezgahları, ahşabın hakim olduğu bu evde renkli olan tek şeylerdi. Koyu yeşil tezgahlardan sadece birinin üzeri boştu; diğer ikisi lavabo ve ocak için ayrılmıştı. Ocağın hemen altında mini bir buzdolabı bulunuyordu. Mutfağın üzerindeki rafların el işi olduğu ortadaydı ve kapaklı dolaplar yerine, açık bir raf kullanılmıştı. 

Su sesi daha yüksek gelmeye başladığında Metin'in duşa girdiğini anlayıp, bundan istifade ederek merdivene doğru yöneldim ve tırmanmaya başladım. Korkulukları yoktu ve fazla eğimli sayılmazdı, bu nedenle ellerimden de destek almam gerekti. Üst kat iki tarafa ayrılıyordu: Bir taraf aşağıdan gördüğüm çalışma yeri olarak dizayn edilmiş dar alan, diğer taraf ise yatak odasıydı. Üst kata tamamen çıktığımda, aşağıdaki salon kadar alana sadece bir yatak ve yanlamasına, çok da büyük olmayan bir şifonyer konulduğunu görmem hayal kırıklığına uğratmıştı. Metin'in her an duştan çıkabileceğini düşünerek merdivenlere geri yönelecektim ki arkamı döndüğümde bir şey bana göz kırptı: Çalışma masasının yanındaki köşeye yerleştirilmiş bir şövale.

Buraya bir daha çıkamama şansımın olduğunu düşünerek, balkon korkuluklarından tutundum ve çalışma alanına adım attım. Kitaplar, bilgisayar masasının yanına üst üste dizilmişti ve iki yüzü aşkınlardı. Masanın üstünde kapalı halde bulunan bilgisayarın yanında da birkaç kitap üst üste konulmuştu ancak bunlar bilerek ayrılmıştı: Hepsi Tolkien'e aitti.

Tekerlekli bilgisayar koltuğunu masanın altına doğru ittirip, balkon köşesine ulaştım. Şövalenin yanına konulmuş ve yine el işi olduğunu düşündüğüm küçük, çekmeceli sehpanın üzeri palet, içi fırça dolu seramik bir kupa ve birkaç defterle doluydu. Merak, bütün yorgunluğumu söküp alırken suçluluk duygusu hiçbir şey yapmamış olmama rağmen etrafımı sardı ve arkamı dönüp, merdivenlere yöneldim.

Aşağı tekrar indiğimde çantamı ve ceketimi çıkarmak yeni aklıma gelmişti. Onları, kapıyla masa arasında kalan uzun ama dar ayakkabılığa yerleştirip, gözüme oldukça çekici görünen tekli koltuğa oturdum. Bacaklarımı yukarıya, kendime doğru çektim ve büyük pencereden havuzun rüzgarla dalgalanışını izledim.

Şaşırmıştım. Metin'in böyle sıcak bir eve sahip oluşu bir türlü aklıma yatmıyordu. Bir başkasının olabilme ihtimali, üst katta gördüğüm ve ona ait olduğunu düşündüğüm eşyalardan sonra iyice azalmıştı. Küçük, el işi ögelerle kaplı ve şatafattan uzak olması bir yana bu evin ve bulunduğu yerin huzur verici oluşu beni büyük bir kuşkuya düşürmüştü. Sanki burası ona ait olamazdı, olmamalıydı. Sanki o, bu huzurdan memnun olmayacak kadar kart bir kişiliğe sahipti.

Gözlerimi kapadığım anda, arkamın dönük olduğu lavabonun kapısının açılma sesini duydum. Gözlerimi açmadım, ona dönmedim. Varlığını yok saymaya çalışsam da bu soğuk ama minik evde yayılan şampuan kokusu dikkatimi dağıtmıştı. Bir süre hareket etmiyormuş gibi sessiz kaldı ve ardından ayak seslerinden merdivenden çıktığını anladım. Tam üstümden, az önce şifonyerin bulunduğu yerden çekmecelerin açılıp kapanma sesleri geldi.

Bir süre sonra aşağıya indiğini duyduğumda hala gözlerim kapalıydı ve dikkatim onda olmasına rağmen uyuyakalmak üzereydim. Adımları bana doğru yaklaştığında kaşlarımı çatarak, gözlerimi açtım. Elinde tuttuğu bir yastık, çarşaf ve battaniyeyle başımda dikiliyordu.

''Benim ufak bir işim var,'' dedi elindekileri karşımızda duran kanepeye bırakırken. Görmediğini bilsem de kafamı belli belirsiz salladım. Tek bir ses bile çıkaramayacak kadar yorgun hissediyordum. Hafiften ağrımaya başlamış olan başım, bir an önce yastığa değmek istiyordu.

Tekrardan lavaboya doğru ilerleyişini gördüğümde zorlukla ayaklanıp bana getirmiş olduğu çarşafı koltuğun üzerine serdim. Açılıyor muydu ona bile bakmadım, açılsa bile uğraşamazdım. Saç kurutma makinesinin sesi yükseldiğinde koltuğa oturmuş, yorganı üzerime çekmiştim. O gittikten sonra uyumayı düşünüyordum ancak oturduğum yerde bayılmışçasına uyuya kaldım.

Zihnimin uyuşmuş olmasını dilerdim ancak etrafımda dönen her şeyden o kadar haberdardım ki bu sefer kendimi kandıramamıştım. Hatta babamın ölümünden Metin'le tanıştığım geceye kadar kendimi yatırdığım o derin uykudan uyanmamıştım. O gece, Metin'in karşımda dikildiği ve yüzlerimizi görüp aklımıza kazıdığımız o ilk karşılaşma duygularımda öyle güçlü bir deprem meydana getirmişti ki yıllar sürmüş trans halimden beni sarsarak uyandırmıştı.

Eğer bir gün inançlarım ve gerçeklerim ete bürünür de karşıma dikilirse diye her zaman hazır bulundurduğum bir savunma mekanizmam vardı. Kendimi yiyip bitirmeden haklı çıkabileceğim her savaşın sonunu yazmıştım ve kendime söyleyebileceğim onlarca yalanı önümde siper etmeye hazırdım. Tek bir sorun vardı: Karşıma çıkacaklara öyle yabancı, gerçeklerden öyle bihaberdim ki asıl saklanan, kendime söyleyebileceğim yalanlarım olacaktı.

Gördüğüm önemsiz rüyanın bölünmesine neden olacak kadar yüksek sesle nefes alıp veren biri beni uyku halimden söküp alırken kendime gelip gözlerimi açmadan önce seslerin nereden geldiğini anlamaya alıştım. Bilincim yavaş yavaş yerine gelirken bu nefes alışverişlerin bir insana ait olmayışını idrak etmemle beraber göz kapaklarımı aniden araladım.

Bulanık görüşümle önce fark etmesem de büyük camlardan içeriye dalan güneşin yardımıyla evin içinde, kapının önünde duran köpeği idrak edebilmiştim. Şaşkınlıkla kalkan kaşlarımın altında hala bulanık gören gözlerim kahverengi labrador retriever cinsi köpeğinkilerle buluştu. Başını eğmiş, dilini çıkarmış halde oturarak bana bakan köpekle olan ufak ve garip bakışmamdan sonra yavaşça doğruldum. Metin'in haberi var mıydı? Yoksa dışarıda mı bulmuştu? Buna olanak vermedim çünkü oldukça temiz görünüyordu.

''Selam,'' dedim ne yapacağımı bilemeyerek. Bir köpekle bile konuşamayacak kadar gergin hissediyordum. ''Gel bakayım,'' dedim elimi koltuktan aşağı uzatarak. Önce ne yaptığıma, sonra bana baktı ve oturduğu yerde hareketlendi. O gelmeyince üzerimdeki yorganı kaldırıp yavaşça ve temkinli adımlarla ona doğru ilerledim. Beni çoktan koklamış, tanımış olmalıydı ki geri çekilmedi. Dikkatli bir şekilde hareketlerimi incelerken önce elimi koklamasına izin verip sonra onu sevmeye başladım.

Rengi o kadar sıcak, tüyleri o kadar parlaktı ki yeni yıkanmış olmalıydı. Fazla büyük durmuyordu, bir yaşında falan olmalıydı. Hiç evcil hayvanım olmamıştı ancak sokak hayvanlarıyla hep ilgili olmuş, köpekler ayrı bir sempati beslemiştim. Hala neden burada olduğunu bilmiyordum ama kendime bile bu sorunun cevabını vermezken bir köpeği sorgulamaya hakkım yoktu.

Merdivenden gelen ayak seslerini duyduğum anda Metin, ''Roach,'' diye seslendi ve elimin altındaki köpek hızla merdivene koştu. Metin giyinmiş, hayatındaki her şey yolundaymış gibi kendine çekidüzen vermiş ve sanki hiç uğraşmamış gibi bir iş görüşmesine gitmeye hazır halde görünüyordu. Koyu lacivert V yaka kazağının kollarını sıvayıp köpeği avuçları arasına alıp onu hırpalarken ''Tanıştınız sanırsam,'' dedi. Bana ufak bir bakış attığında başımı sallayarak onu onayladım. Felaket halde gözüktüğümü hissettiğim için onlar birbirlerine olan özlemlerini giderirken lavaboya doğru ilerledim.

Ellerimi yıkarken karman çorman olmuş saçlarımı ve çökmüş göz altlarımı inceleyip kendime iğrenmiş bir ifadeyle baktım. Ellerimle düzeltmeye çalışsam da bir türlü anlaşmaya varmayan saçlarımdan ellerimi çekip hızlı bir karar vererek kapıyı açıp buzdolabına eğilmiş olan Metin'e doğru seslendim.

''Havlu alabilir miyim?'' Buzdolabındaki işini bitirene kadar bana dönmedi. En sonunda bana doğru ilerleyip yüzüme bile bakmadan yanımdan geçti ve banyoya girdi. Onu takip edip küvetin yanına sıralanmış hasır sepetlerden birini açıp içinden havlu çıkarttı ve küvetin yanına koydu.

''Çok oyalanma.'' Kapıya yönelirken hala bana bakmıyordu. ''Kahvaltı edip çıkmamız lazım.'' Ona cevap vermeden onunla beraber banyodan çıkıp sırt çantamı kaptığım gibi geri dönüp kapıyı kilitledim. Derin bir nefes alıp üzerimdekileri çıkardım ve küvete eğilip sıcak suyu açmaya çalıştım. Buz gibi akan su, sadece ellerime değmesine rağmen bütün çıplak vücudumu titretiyordu. Hayatımda hiç küvette yıkanmamıştım ancak bu kadar komplike olacağını da düşünmüyordum. Dakikalar süren savaşımın ardından daha fazla zaman kaybetmemek adına pes edip suyu kapattım ve havlulardan birini vücuduma sarıp Metin'e seslendim.

''Suyu ayarlayamadım!'' diye tekrar seslendiğimde ayak seslerini duydum. Kapıyı açmaya çalıştığında kilitli olduğunu anlayıp duraksadı. Kendime bir küfür edip hemen kilidi ve kapıyı açtım. Yüzüme anlam veremediğim bir ifadeyle bakıp küvete doğru ilerledi. Ben kapının yanında durmuş onu izlerken bacaklarıma değip geçen köpek, artık Roach, hemen onun yanına koştu. Kuyruğunu sevinçle sallarken heyecandan Metin'in etrafında dolanmaya başladı.

Metin onun farkına vardığında göremediğim ama güldüğüne emin olduğum bir ifadeyle onun kafasını tutup ''Sen daha yeni duş aldın,'' dedi. Neredeyse bir köpek kadar bile samimiyet görmediğim için üzülecektim. Ancak onu özlemiş olduğunu görmek içimde inkar edemeyeceğim bir sıcaklık doğurmuştu.

Onlar küvetin biraz uzağında özlem giderirken ben de suya elimi değdirdim ancak çekmem bir oldu. Kendime engel olamadan ''Çok sıcak,'' dedim yandığımı belli eder bir sesle. Köpeği sevmeyi bırakmadan bana kaşlarının altından baktı. ''Kirlerin anca gider,'' dedi alaycı bir ses tonuyla. Ona hiç tepki vermeden baktığımı görünce bıkkın bir şekilde eğildiği yerden kalkıp tekrar küvete geldi ve musluğu gösterip, ''Burayı çevirirsen soğuk olur,'' diye gösterdi. Öyle karmaşık bir musluk vardı ki bütün o düğmelerin gereksiz olduğunu düşündüm. Yine de kafamı sallayıp havluma yapıştım ve onlar kapıdan çıkarken arkalarından izledim.

Tam kapıyı örtmeden önce başını içeriye doğru sokup ''İstersen burada durayım,'' dedi. ''Tekrar yardımıma ihtiyacın olursa...'' Kaşlarım havalansa da ben tepki gösteremeden o yüzünde yarım bir sırıtışla kapıyı kapattı. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım ve havluyu çıkarmadan önce kapıyı kilitledim.

Tek bacağımı küvete tereddütle soktuğumda suyun sıcaklığının tatmin edici seviyede oluşu beni hemen rahatlattı ve suyu kapatıp tamamen küvete girdim. Gözlerimi kapatıp aynı filmlerdeki başımı yasladım ve suyun rahatlığıyla anında mayıştım. Tam tahmin ettiğim gibi bir histi.

Yine de üzerimde olan ''Oyalanma'' emri bu cennet hissiyatından istediğimden daha erken ayrılmama neden oldu. Sıcak sudan uzaklaştığımda tenime nüfuz eden soğukluğa fazla maruz kalmadan havluyu bedenime sardım. Kıyafetlerimi giymeden önce lavaboya ilerleyip dişlerimi fırçaladım ve saçlarımı taradım. Koyu, uzun saçlarım öyle çok döküldüler ki yaşadığım stresin bedenime yansıdığına dair başka bir kanıtım daha vardı.

Çantama yönelip içindeki kıyafetlerimi kurcaladım. Neredeyse hepsinin yıkanması gerekiyordu, neyse ki temiz iç çamaşırı bulabilmiştim. Bacaklarıma siyah bir jean geçirip üzerime dar, uzun kollu bir badi giydim. Çoraplarımı da giydikten sonra çantamı koluma takıp banyodan çıktım.

Ev sessizdi ancak dışarıdan, kapının hemen önünden Metin'in sesi geliyordu. Çantayı yere bırakıp sesine doğru ilerledim. Verandada, hazırlanmış masada oturuyor ve hazırladığı sosislerden Roach'a veriyordu. Islak saçlarımı arkama atıp yanlarına çıktım.

Rüzgar yoktu ancak soğuk hava ıslak saçlarıma öyle feci çarpıyordu ki Metin'den kurutma makinesi istemeyi düşündüm. O da tam o anda kapıdan çıkan bana döndü ve gözleri direkt ıslak saçlarımı buldu. Roach'a geri dönerken ''Lavabonun altındaki çekmecede,'' dedi. Şaşırsam da içimde ona karşı bir inat oluştu ve saçlarımı kurutmamayı düşündüm ancak bunun sadece bana zararı olacak çocuksu bir hareketten başka bir şey olmadığını bilerek içeriye geri girdim.

Çekmeceyi açtığımda kurutma makinesini hemen elime alsam da başka şeyler ilgimi çekmişti. Kullanılmış ekstra diş fırçası, kadınlar için epilasyon makinesi ve biraz ped. Bunların, o gün Metin'i arayan o kadına ait olduğunu düşündüm ve içimde bir parçalanma oldu. Gerçekten bebekleri mi olacaktı? Gerçekten onu kaybetmişler miydi?

Çekmeceyi gürültülü bir şekilde kapatıp saç kurutma makinesini fişe taktım ve çalıştırdım. Saçlarım yüzüme doğru savrulurken aynadaki bakışlarımla baş başa kaldım. Kendime üzülmem gerekirken ben hiç görmediğim bir kadına, bir bebeğe hatta Metin'e üzülüyordum. Konuşmam gerekir miydi? Duyduğumu biliyordu ancak bu konu hakkında konuşmak isteyeceği son insan bendim. Belki de öyle değildi, belki de bir yabancıyla ve hep yabancı kalacak biriyle konuşmak ona doğru gelebilirdi. Ne yapacağımı bilemeyerek saçlarımı nemli bir halde bırakıp makineyi aldığım yere geri koydum.

Yanlarına tekrar gittiğimde Metin yemeğini neredeyse bitirmek üzereydi. Roach onun ayaklarının altına uzanmış, yarı uyuklar bir halde yatıyordu. Sandalyelerden birini çekip yavaşça oturduğumda hala düşüncelerimin ağırlığı altında eziliyordum. Düşünmek istemiyordum. Acımak istemiyordum. Üzülmek istemiyordum. Bu insanları tanımıyordum. Olayları bilmiyordum ve karşımam doğru değildi ama içimde öyle bir merak vardı ki insanlara yardım edebileceğimi bile bile buna engel olmaya çalışmamın ötesine geçiyordu.

Neyi merak ediyordum ki? Kimi merak ediyordum?

''Ne oldu?'' Bana aniden yönelttiği soruyla başımı kaldırıp ona döndüm. Yüzümden okunan ifadelerim başımı derde sokmaya başlamıştı. Bir süre ne cevap vereceğimi bilemez bir halde ona baktım ve ''Hiçbir şey,'' diyerek önüme döndüm. Masada duran poğaçalardan birine isteksiz bir şekilde uzanıp tabağıma koydum ve bana kenetlediği bakışlarını görmezden gelmeye çalıştım.

Yüzünde inanamadığını belli eden bir ifadeyle başını sallayarak ''Öyle olsun,'' dedi sessizce. ''Biraz daha ruh gibi davranmaya devam edersen seni Giray'ın yanına yollarım.''

Poğaçayı elimle bölerken duraksayıp ona baktım. ''Neden?''

Omuz silkip masasın üzerindeki sigara paketine uzandı. ''Hal ve hareketlerin böyle olursa bu yola beraber çıkmamızın bir anlamı kalmaz.'' Yol. Çıktığım yola dair daha en ufak bir fikrim bile yoktu.

''Beraber,'' diye tekrarladım alaycı bir şekilde. Sigarayı dudaklarına götürürken hareketleri yavaşladı. ''Biz kimiz ki?''

Sigarayı ateşleyip, ''Ne geveliyorsun?'' diye sordu.

''Hiç,'' dedim yine dalga geçer gibi. ''Seni tanımıyorum. Beni tanımıyorsun ama beraber bir yola çıktık. Senin yaptığın planlarla, senin yoluna.''

''Bunu konuşmuştuk,'' dedi kuşkulu bir ses tonuyla. ''Sen neden burada olduğunu gayet iyi biliyorsun, sadece benim menfaatime olan bir şeye kalkışmadığımızı da.'' Sigarasından derin bir nefes çekti. ''Başka bir şey var.''

Meşgul gözükmek için, belki de peşini bırakması için poğaçadan bir lokma aldım ve onu yavaşça çiğnedim. Bakışlarını hissettiğim süre boyunca gerginliğim o kadar arttı ki artık içimde tutamayacağımı anladım.

''Duyduğumu biliyorsun,'' dedim ona bakmadan. ''O kadını, sana söylediklerini.''

İşte, söylemiştim ve cehenneme bir adım atmış gibi hissediyordum. Siktir, yanlış yapmıştım. Normalde bir başkasına bile açılmaması gereken bir konuyu ona açmıştım ve söylediğimi geri almak için çok geçti. Ona bakamıyordum ama bana baktığını hissedebiliyordum. İçtiği sigaranın dumanı neredeyse zihnimi uyuşturacaktı.

''Sana ne ki bundan?'' Beklediğim cevabı almıştım. Kafamı sallayarak bu konuşmanın hızlıca bitmesi için gözlerimi tabağımdan ayırmıyordum. ''Bana bak.''

''Özür dilerim,'' dedim ona dönerek. ''Haklısın, kendimi tutamadım. Beni ilgilendirmez.'' Kelimeleri ardı ardına sıralayıp masadan kalktım ve onun bir şey demesine fırsat vermeden içeriye girdim ancak kapı daha kapanmadan ardımdan bana ulaştı ve hafifçe kolumdan yakalayıp beni kendine çevirdi.

''Deli misin sen?'' dedi kaşları hayretle kalkmış bir halde. ''Bir şey söylüyorsun, sonra kalkıp gidiyorsun. Sözlerinin ardında duramayacaksan, cevabını alamayacaksan neden konuşuyorsun?''

Kafamı iki yana sallayıp ''Haklısın,'' dedim. Diyebileceğim başka bir şey yoktu çünkü ağzımı tutamamıştım. ''Ben sadece çok üzüldüm...''

''Kime?'' diye lafımı böldü. ''Tanımadığın bir kadına mı? Daha kolları ve bacakları bile olmayan bir bebeğe mi?'' Cevap arıyormuşçasına yüzüme bakıyordu ancak aklına bile gelmeyecek o kadar çok saçmalıkla savaşıyordum ki ona söyleyebilecek tek bir kelimem bile yoktu. ''Cevap versene!''

''Sana.'' Hayretle kapanan dudaklarından istifade ederek kendimi açıklamaya giriştim. ''Sana üzüldüm. Neden kendine bunu yapıyorsun? Eminim üzülmüşsündür, eminim o kadına da üzülmüşsündür çünkü bir bebeğiniz olacak kadar yakınmışsınız. Neden böyle bir intikamın peşinde dolaşarak kendini, hislerini uyuşturmaya çalışıyorsun?''

''Sen bana acıyor musun?''

''Acıyor muyum?'' Sesini ilk yükselten ben olmuştum. ''Bunu mu anlıyorsun?''

Elini yeni çıkmaya başlamış sakallarına götürüp çenesini ovuşturdu. ''Bana psikologluk yapmaya çalışma,'' dedi sakin tutmaya çalıştığı bir ses tonuyla. ''Bilmediğin konularla alakalı nasıl bu kadar net yorum yapabiliyorsun?''

Lafını bölerek, ''Yorum yapmıyorum, gördüğümü söylüyorum,'' dedim. ''Hala iş peşindesin. ''Kalk, buraya gideceğiz, bunu göreceğiz, işim var, çabuk ol.'' Neden? Sevdiklerin var, kaybetmemen gereken insanlar var. Neden...''

''Bilmediğin konular hakkında konuşma!'' Kükremesinin beni durdurmasını bekledim ancak içimde en ufak bir geri çekilme isteği olmamıştı. Roach koşarak içeriye daldığında Metin sesini alçaltarak ve bana yaklaşarak, ''Ne yapmamı istersin? Senin gibi bir köşeye çekilip kendime bir hayal dünyası oluşturmamı mı?''

Gözlerim açılırken, ''Bu bir hayal dünyası değil,'' dedim. ''Bütün bunlar bana o kadar uzak ki istersem gerçekliklerini inkar eder, zorlanmadan önüme bakarım, bu kadar.''

Roach, Metin'e havlamaya başlamıştı. ''O kadar mı?'' dedi köpeğin havlamasını bastırmak için sesini yükseltirken. ''Maalesef ki ''bütün bunlar'' bana hiç de uzak değil, ben arkamı dönemem.''

''Sevdiklerin için dönersin,'' dedim ben de Roach'ın sesini bastırmaya çalışarak.

Zar zor duyabildiğim bir sesle, ''Hala sevgiden bahsediyorsun,'' dedi. Sinirlenmişe benzemiyordu ancak biraz daha konuşmaya devam edersek eminim kendini kaybedecekti. Duymak istediklerini duyuyor, anlamak istediğini anlıyor, yükseliyor ve köşesine, karanlığına, yalnızlığına çekiliyordu. "Bak," dedi ellerini iki tarafa açıp. "Sana açıklama yapmakla uğraşmayacağım ama şunu bil," dedi. "Herkes senin gibi düşünmez, senin gibi hissetmez. Bir çocuk gibi doğru olanı kendine göre yorumluyorsun." Cevap verip vermeyeceğimi görmek için bekledi. Ona kendimi savunabilirdim, sinirlenebilir veya sinirlendirebilirdim ama yapmadım. Bunun yerine onu anlamaya çalıştım ve konuşmasına devam etmesini bekledim. "Bu hayatı bilmediğini söylüyorsun ama bizzat bu hayata doğmuş birine nutuk çekmeye kalkıyorsun."

İçime derin bir nefes çektim ancak göğsüm acıyla yandı. Söylediklerinde haklı olma payı gerçekten de var mıydı, yoksa ben onu haklı bulmak isteyen beynim bana bir oyun mu oynuyordu? Mantıklı mıydı, saçmalıyor muydu? Ona yaptığım empatiyi fazla mı kaçırmıştım, yoksa gerçekten de haklı mıydı? Ona güvenemiyordum. Akli dengesinin çok da iyi olmadığını net bir şekilde anlayabiliyor, buna rağmen ona yardım etmek zerre istemiyordum, keza o da istemiyordu.

Gözlerini kısarak "Ne düşünüyorsun?" diye sordu. Bana güvenmiyordu ama bunun benimle alakası olmadığına yemin edebilirdim. Ona acıdığımı, onu zihnimde şeytan gibi resmettiğimi, ondan iğrendiğimi ve ona karşı zihnimde sinsi ve hain planlar yaptığımı düşünüyor olabilirdi belki de. Her insana mı böyle yaklaşıyordu?

"Hiçbir şey," dedim en sonunda. Saç tellerimden birini kulağımın arkasına alıp "Özür dilerim, burnumu sokmak istememiştim."

Kafasını yukarı kaldırıp ellerini iki tarafa serbest bıraktı ve bıkkın bir nefes verdi. Gözlerini açıp kafasını tekrar bana eğdi ve "Asıl sıkıntıları olan sensin," dedi. Histerik ve kısa bir gülümsemeyle karşılık verdim, ona söyleyebileceğim tek bir söz bile yoktu ve bu konuşmanın daha fazla uzamaması için kendimden ödün verecektim.

Kendimi toparlamış gibi görünmeye çalışarak, "Çıkacak mıyız?" diye sordum. Bana bir ömür gibi gelen kısa sürede yüzümü inceledi. Eminim içinde benim sıkıntılarımın olduğunu, deli olduğumu ya da bipolar olduğumu düşünüyordu ama soruma ne bir tepki verdi, ne de bir cevap.

Yanımdan geçip ceketini ve arabanın anahtarlarını aldığı gibi evden çıktı.

O çıktığında birkaç saniyelik sessizliğini tadını çıkararak gözlerimi kapattım. Roach'ın hızlı ve yüksek sesli nefes alışverişini duyamayacak kadar başım ağrıyordu. Gözlerimi tekrar açtım, bana gözlerini dikmiş merakla izleyen Roach'a gülümsedim ve kafasını okşayıp, evden çıktım.

Arabaya bindiğimizde, "Nereye gittiğimizi söyler misin?" diye sordum. Az önce konuştuklarımız hiç konuşulmamış gibi davranmayacaktım, hatta unutmayacaktım ama bunu Metin'e ne kadar az belli eder, ne kadar az hatırlatırsam benim için o kadar iyiydi.

Cevap vermesini beklemesem de "Atölyeye," dedi. Verdiği cevap beni şaşırtırken içimde büyüyen merakı ve heyecanı yüzüme yansıtmamayı beceremeyerek ona döndüm ve kısa bir süre o da bana baktı. "Bir resim atölyesi," diye açıkladı.

Orada ne yapacağımızı, kimin olduğunu veya neden gittiğimizi merak etsem de sormadım. Önüme dönüp yolu izlerken atölyenin neye benzediğini, kimlerin olduğunu düşünerek kendimi oyaladığım kısa bir yolculuğun ardından araba durdu.

İşlek, renkli bir ara sokakta arabayı park ettiğinde etrafıma bakınarak atölyeyi aradım. Ahşap, restore edilmiş bir binanın önünde "Güneş'in Atölyesi" yazıyordu.

Heyecanım ve içeride neler olduğuna dair merakım beni şimdiden büyülediğinde Metin'in emniyet kemerini çözdüğü anda elimi kapı koluna götürdü ancak Metin, boşta duran elimi tutup arabadan inmeme engel oldu. Şaşkınlıkla ona döndüğümde elini çekip bana baktı.

"Bu insanlar benim için..." dedi ama onlara bir sıfat bulmak için biraz bekledi. "Değerli." Kaşlarımı çatmamak için kendimi zor tutup merakla onun konuşmasını bekledim. "Birazdan bu hayatta güvenebildiğim iki insanla tanışacaksın." Bir şey söylememi istiyor muydu bilmiyordum ama beni dikkatle izlediği için kafamı yavaşça onu onaylarcasına salladım. "Burada olduğun süre boyunca onlara saygısızlık yapmanı veya onları üzecek, yoracak bir harekette bulunmanı istemiyorum."

Bana güvenmediğimi ilk kez net bir şekilde görsem de asıl takıldığım olay bu değildi. "Neden böyle bir şey yapayım?" Söyledikleri öyle üstü kapalı, öyle kuşku uyandırıcıydı ki bunun normal bir ziyaret olmadığını anlamam uzun sürmedi. Endişe bir hayli rahatsız edici bir şekilde içimde büyüdüğünde "Metin," dedim. "Neden böyle konuşuyorsun? Neden buradayız?"

Arabanın camından dışarıya, atölyeye bakıp bakışlarını tekrar gözlerimle buluşturdu.

"Artık onlarla yaşayacaksın."