Güneş'in Atölyesi. Restore edilmiş, iki katlı ve devasa ahşap bina karşımda bir köşk gibi uzanıyordu. Arabanın içinde gösterdiğim ufacık eforla binayı inceliyor gibi görünsem de aslında Metin'in bana bakan ilgili bakışlarından kaçınmaya çalışıyordum. İçerideki insanlar kimdi? Neden beni onların yanında, bu atölyeye bırakacaktı ve ne kadar kalacaktım? Ona sormaya çekindiğim çok fazla soru vardı ve yanlış anlaşılmaktan çekiniyordum. O benim güvenli bölgem değildi ve ona benim için öyleymiş gibi hissettirecek her türlü sorudan da cümleden de kaçınmak istiyordum. Peki neden böyle hissediyordum?

Burada kalmam gerekiyorsa burada kalacaktım. Bütün bu olaylar bitene kadar, ben ve sevdiklerim tekrar güvende olana kadar hakkımda verilen bütün bu kararlara gönülsüzce de olsa boyun eğecektim.

Kendime gelmem gerekiyordu ancak bir türlü kafamı toparlayacak zamanı bulamamıştım. Burada yaşayan, yaşayacağım insanlar iyi miydi, kötü müydü bilmiyordum bile ancak belki de burada kalacak olmam kafamı toplamam için bir fırsattı. Belki de eğer gerçekten güvende ve Metin'den uzak olup kafamı temiz bir şekilde toparlayabilirsem çıkış yolumu kendim bile bulabilirdim.

"Ne düşünüyorsun?" Sesi düşüncelerimi öyle yumuşak bir şekilde bölmüştü ki hala yanımda olduğunu kabul etmem biraz zaman aldı. Ona olabildiğince yavaş ve boş bakışlarla döndüm. Gözlerinde kuşku dolu bir ifade vardı ancak ne düşündüğümü gerçekten merak ettiğini saklayamayacak kadar dikkatli bir şekilde yüzümü inceliyordu.

Ona beklediği ve göz devireceği soruların hiçbirini yöneltmeyecektim. Beni ilgilendiren konularda bile kısa cevaplar vererek egosunu tatmin etmesine de izin vermeyecektim.

"Değer verdiğin insanları," dedim en sonunda. "Tanışmak için sabırsızlanıyorum." Tonlamamdaki iğnelemeyi hissedeceğini biliyordum ancak sesimde ne bir merak ne de bir sitem vardı. Sanki üzerine spontane kararlar verilen hayat benim değilmiş gibi... Sanki kiminle ve nerede yaşayacağım umurumda değilmiş gibi...

Bu cümlemin üzerine her ne kadar kaşlarını kaldırıp bana gard alarak cevap verecekmiş gibi gelse de yapmadı. O da benim gibi susmayı tercih edip arkasına döndü ve arabadan indi. Tutumumun bu kadar hızlı bir şekilde ilerleyip onda hiçbir etki yapmaması beni şaşırtmadı. Ancak kalp atışlarımın hızlanmasına da mani olamıyordum. Nedenini zihnimde kurcalasam da kalbimin neye tepki verdiğini çözemeyecek kadar uyuşmuş hissediyordum. Kontrolün bende olmadığını bile bile kendimi zorlamadan ve durdurmadan arabadan indim.

Saat daha erken olsa da kara bulutlar gündüzü içine hapsetmişti. Ellerimi ceplerime sokup Metin'in henüz kapısından girdiğini gördüğüm binaya doğru yavaş adımlarla ilerlemeye başladım. İçeriye girmeden önce cam kapıdan içeri hızlıca bir göz gezdirdim ve arkasında olup olmadığımı kontrol etmek için omzunun üstünden bana bakan Metin'le göz göze geldim. Bakışlarımı kaçırmadan ona dümdüz ve hissiz bakışlarla karşılık vermeye devam ettiğim süre boyunca içimde tuttuklarım daha da gürültülü bir hal almaya başlamıştı. Gözlerini gözlerimden çekmedi ama bana baktığı süre boyunca beni anlamaya da çalışmadı.

Kapıyı açıp içeriye ufak bir adım attığımda sokaktaki kalabalığın gürültüsünü rahatsız edici bir sessizlik aldı. Kapı tamamen kapandığında gözlerimi ondan kaçırıp ilgimi çekmişçesine duvarlara göz gezdirdim. Onlarca boyutta, yüzlerce tablo… Kimisi yere sabitlenmiş, kimisi duvara asılı halde karşılıklı bir şekilde küçük holün iki duvarını da kapsıyordu. Giriş kapısı hariç ne bir cam vardı ne de antika abajurdan yayılan zayıf, sarı ışığın dışında bir aydınlatma. Aslında kasvetli ve bunaltıcı gözükmesi gereken hol, incelenmesi günler sürebilecek olan bir müzeden farksızdı.

Eğer buraya normal hayatımda öylesine dolandığım bir sokaktan geçerken uğrasaydım belki de nutkum tutulurdu. Böyle bir yeri keşfetmiş olduğum için göğsüm kabarır, burayı bir sır gibi kendime saklardım. İki yanımda boylu boyunca uzayan tabloları her gelişimde tekrar tekrar inceler, her inceleyişimde farklı anlamlar bulur, farklı detaylar görürdüm.

Gözlerim detaylara ve atmosfere biraz daha alıştığında bu tabloların yanı sıra iliştirilmiş olan fazla büyük olmayan bir kadın heykeli gördüm. Büyülenmiş bir şekilde bir adım atsam da onun hemen ardından yanına asılmış olan küçük ahşap panoda yazan nota ilişti gözlerim: ''It is the perfection of art when no trace of the artist appears.''

Gözlerim tekrar tablolara kaydığında gerçekten de hiçbirinin üzerinde ne bir imza ne de satılık olduklarına dair bir işaret göremedim. Hepsi buraya aitti ancak hiç kimseye ait değillerdi. Sahipsizlerdi ancak yaratıcılarının ruhunu taşıdıkları çok belliydi. Karanlıklardı ancak bir o kadar da huzur vericiydiler.

Bir tanesi, tıpkı diğerleri gibi karanlık bir havaya sahip olmakla beraber bir o kadar da gizemliydi ve buradaki çoğu gotik doğa temalı eserden ayrılıyordu. Lekelenmiş bir örtünün üzerine konulmuş, oldukça detaylandırılmış bir şamdan ve üzerinde erimekte olan mumlar dağılmış olan kızıl üzümleri ve şarap bardağını aydınlatıyorken kusursuzca çizilmiş hançeri gölgede bırakıyordu ve üzerindeki lekeler kan mı, şarap mı, anlaşılmıyordu.

Dudaklarım aralanırken büyülenmiş bir şekilde nefes verdim ve hemen başka bir tabloyu incelemek için göz gezdirdim ancak ensemde hissettiğim bir başka nefes, burada yalnız olmadığımı hatırlattı. ''Etkilenmiş gibisin,'' dedi varlığını fark ettirdikten hemen sonra. Ona cevap vermeyeceğimi düşündüğüm için kendimi toparlamaya gerek duymadım. Tam suyun üzerinde, dalgaların arasına karışmış bir lavanta çiçeğini gözler önüne seren tabloyu incelemeye girişecektim ki tekrar arkamdan seslendi. ''Tanışman gereken insanlar var.''

Ona döndüm. Abajurun zayıf ışığıyla yarısı aydınlanan yüzüne bu kadar yakın olmak, az evvel içime dolmuş olan bütün huzuru soğuk bir gerginlikle kapladı. Bir süre sadece yüzüne baktım ve onunla konuşup konuşmamam konusunda kafamda bir mahkeme yapıp, en sonunda ağzımı açtım ve sormam gereken onca şeyin arasında buraya girdiğim anda aklımda beliren tek soruyu yönelttim. ''Beni buraya neden getirdin?''

Eğer biraz uzağımda olsaydı bu loş ışıkta dışarıya vurduğu duygularını ve mimiklerini hayatta seçemezdim ancak bu kadar yakınımda olmasıyla yüzüne vuran kararsızlığı görebilmiştim. Neyden emin değildi? Beni buraya getirerek mükemmel bir karar verip veremediğinden mi, buradaki insanlardan mı, yoksa benden mi?

''Güvende olman için,'' dedi tek bir nefeste. Bu kadar net çıkan sesi beni bir anlığına gördüğüm tepkisi hakkında şüpheye düşürse de bunun onun oyunlarından biri olabileceğine karar verip ona inanmayı reddettim. Aynı kararlılıkla, ''Ve bana ayak bağı olmaman için,'' diye ekledi.

Dudağımın bir kenarı alayla kalktığında gözleri aniden oraya indi. Dudaklarımı birbirine bastırıp kafamı sallarken onunla dalga geçmek için söyleyeceğim bütün sözleri yutup tepkilerimle karşılık verdim. Bozulması ya da sinirlenmesi umurumda değildi, bu saatten sonra onu görebileceğimi bile sanmıyordum.

Bunu kendime itiraf ettiğimde içimde bir yerlerde hissettiğim duyguyu adlandıramadan zihnimden kovdum. Ancak sanki o duygu kovulduğu yerden hışımla ayrılıp bana çektiremediği ıstırabı içinden atamadığı için sinirlendi ve Metin'in gözlerine sığındı.

Yine onunla ilgili bir ilke şahit oluyordum. Gözlerinde daha önce hiç görmediğim o duyguya dikkatle bakıyor, ne olduğunu çözmeye çalışıyordum. Öfkeden de alaydan da çok uzaktı ancak bu karanlıkta seçilemeyecek kadar yabancıydı. Gözlerini açıp kapadığı anda o duygu da yok oldu.

Dişlerimi ne kadar sıksam da kendime engel olamayıp, ''Beni burada bırakacaksın,'' dedim. ''Hiç bilmediğim bir yerde, hiç tanımadığım insanlarla.'' Bana sabit bir şekilde bakmaya devam ederken çenesinin kasıldığını loş ışığın yüzünde yer değiştirmesiyle idrak edebilmiştim. ''Ve bir daha geri gelmeyeceksin, değil mi?''

Göğsü inip kalktı, gözlerini birkaç saniyeliğine kaçırıp tekrar bana baktı ve konuşmak için ağzını açtı ancak yukarıdan gelen müzik sesiyle konuşmasına hiç girişemedi. Aniden yükselen klasik müzik, gerici notalarıyla bütün atölyeyi doldurdu. ''İkimiz için de en iyisi bu olacak.''

''Anlaşmamız bu değildi,'' diye cevap verdim aynı hızda. Kaşlarını çatıp bana anlamsız bir şey söylemişim gibi bir bakış attı.

''Anlaşmamız sen ve sevdiklerin güvendeyken benim intikamımı almamdı,'' diye açıkladı sakin bir şekilde. ''Bu aşamada benimle kalman senin çıkarına olmaz.''

Histerik ve kısa bir gülüşün ardından, ''Kafanda nasıl da mantıklı bir karar verdiğine inanmışsın,'' diye karşı çıktım. Bakışları dikleşse de neden bunları dediğimi anladığını sanmıyordum. ''Benden hiç bilmediğim bir yerde, hiç tanımadığım insanlarla kalmamı istiyorsun. Bunun neresi güvenli?''

''Senin bilmene gerek yok,'' dedi müziğin sesini bastırmaya çalışarak. ''Ben güvende olduğunu bileceğim ve sözümü tutmuş olacağım.''

Sanki biz konuşurken artmaya devam eden müziğe karşın ona doğru bir adım atarak ''Sözünü tutmak mı?'' diye sordum. ''Anlaşma tek kişinin karar vermesiyle yürümez.''

Kafasını yukarı kaldırıp derin bir nefes aldı ve o da bana yaklaşarak, ''Bak,'' dedi. ''Hiçbir şey bilmeyen senin mi ikimiz için daha iyi kararlar vermesi olası, benim mi?''

''Sen mi iyi kararlar vereceksin?'' diye sordum ona bir adım daha atarak. Bu seferki müziği bastırmak için değil, saatlerdir içimde taşmayı bekleyen öfkemden dolayıydı. Bu sefer yüzlerimiz birbirine hiç olmadığı kadar yakın, ona olan öfkem hiç olmadığı kadar çıplaktı. ''Benim için?''

Çene kaslarının gerilmesi ve bana yukarıdan öldürücü bakışlar atarken yüzüme çarpan nefesinin sıcaklığını hissedebileceğim kadar yakınımda oluşu beni durdurmadı. ''Sen kendin için bile iyi kararlar verebilecek nitelikte bir insan değilsin!''

Saniyelere bile indirgeyemeyeceğim kadar hızlı bir hareketle elini kaldırıp çenemi kavradı ve yüzümü burunlarımızın birbirine değebileceği kadar yakınına getirip, öfkeyle yanıp tutuşan gözlerini gözlerime kenetledi. Bedenlerimizin de bir olduğunu, onun hiddetle inip kalkan sert göğsünü göğsümde hissettiğimde idrak edebildim ve ondan kurtulmak için elimi, yüzümü tutan koluna götürdüm. Canımı yakmıyordu ancak gözlerinde alev alev yanan hiddeti sanki bütün holü dolduruyordu ve beni asıl endişelendiren buydu.

Dişlerini sıkarak, ''Ne yapmaya çalışıyorsun?'' diye sordu. Kafasının gerçekten karışmış olabileceğini düşünmeme neden olan ifadesi öfkesinin ardından bile kendini belli ediyordu.

''Bir şey yapmaya çalışmıyorum,'' dedim aynı kararlılıkta. ''Sadece sana güvenmiyorum.''

Gözlerini kısarak doğru söyleyip söylemediğimi ölçercesine yüzümü inceledi. Elinin ağırlığını yüzümden çekse de yavaşça elini enseme götürdü. Beni hala aynı mesafede tutuyordu ancak zorlamıyordu. ''Bana güvenmiyorsun ama gitmemi istemiyorsun, öyle mi?''

Beni bu kadar yanlış anlamış olmasına hayret dolu bir bakışla karşılık versem de onun tuzağından çabuk kurtulup ''Sana güvenmediğim için senden ayrılmak istemiyorum,'' diye cevap verdim. ''Beni burada bıraktıktan sonra ne yaptığını, sevdiklerimin ne halde olduğunu nereden bileceğim?''

Ensemdeki saçların içine doğru kayan parmakları sıkılaşıp gevşerken ''Bana güvenmeni sağlayamam,'' dedi. ''Ama şu kafanı biraz çalıştırırsan benim olmadığım her yerin senin için daha güvenli olacağını anlarsın.''

Tablolardaki resmedilmiş kadınlardan birinin şaşkınlık için karşıya baktığını anımsadım. Belki de bu anın geleceğini biliyordu ve yüzü tam da şu anda Metin'in olduğu tarafa bakıyordu.

''Senin tek işin bütün olayların bitmesini beklemek olacak,'' diye devam etti sözlerine. ''Ama ben bütün bunları bitirecek olan kişinin ta kendisiyim.'' Bakışlarım yumuşasa da bu ona hak verdiğim için değil, başından beri bunların olacağını bile bile onunla bu anlaşmayı yaptığımın kabullenişiydi. ''Şimdi bana söyler misin, sırf bana güvenmediğin için kendi hayatını riske atar mıydın?''

Zayıf çıkmasına izin vermediğim bir sesle, ''Hayatım seninle tanıştığımdan beri hiç güvende olmadı ki,'' dedim.

Kaşları alayla kalkarken ''Emin misin?'' diye sordu. Müzik sesi söylediklerini yutar gibi olsa da bu kadar yakınımdayken onu duymamam imkansızdı. ''Geçmişin hakkında öğrendiklerin, kaçırılmaya çalışılman ve belki de farkında bile olmadan yaşadığın bütün o tehlikeler benim yüzümden mi oldu?''

Dişlerimi sıksam da beni sinirlendirmeyi başardığını ona belli etmedim. ''En azından hayatım hakkında kararları kendim veriyordum,'' dedim bir çırpıda. Ensemdeki eli o kadar gevşek duruyordu ki istesem geri çekilirdim ama ona meydan okuma şerefini asla terk etmeyecektim.

Dudaklarını gülümsemesini bastırmaya çalışır gibi birbirine bastırıp alaycı bir tavırla, ''Peki o zaman,'' dedi. ''Hadi bizim için de karar ver.'' Kaşlarım çatılırken kalp atışlarımın hızlanmasıyla geri çekilmeye hazırlandım ancak eli varlığını belli ederek beni olduğum yerde sabit tuttu. ''Benimle ucunda ölüm olan bir intikam yolculuğuna mı çıkacaksın, yoksa burada uslu uslu bekleyip eski, pembe, normal hayatına geri dönmeyi mi bekleyeceksin?''

Etrafımızı sarmalayan tablolar sanki teker teker havalanmış, etrafımızda dönmeye başlamıştı. Belki beni tutmuyor olsaydı bu baş dönmesi durduğum yerde sarsılıp dengemi kaybetmeme neden olabilirdi.

Gözlerimi kısarak ''Ne yapmaya çalıştığını biliyorum,'' dedim. ''Ama senden korkmuyorum.'' Bu söylediğim onu zerre etkilememişti, zaten amacım da o değildi. Tek istediğim beni korkutarak bana aptal muamelesi yapmayı bırakmasıydı ama inatçı, kötü, zorba bir küçük çocuk gibiydi.

Söylediğim onu daha da eğlendirmiş gibi, ''Cevabını duyamadım,'' dedi.

İçimde büyüyen nefretin nefesime karışmasını umarak dudaklarına yaklaşıp ''Cehenneme kadar yolun var,'' diye soludum.

Artık eğlencesi yüzünden silinmişti ancak bunun nedeni söylediğim söz değil, söyleyiş şeklimdi. Ensemdeki parmakları bu sefer varlığını daha farklı bir baskıyla kendini hissettirirken bana yaslı olan göğsü hareketsiz kalmıştı. Eli ensemden aşağıya yavaşça indiğinde içimde hissettiğim ürperti daha önce deneyimlediklerimden çok daha farklıydı. Baş dönmemi destekleyen kalp atışlarımı onun da hissettiğine emindim ancak geri çekilmeye yeterli gücü bulamayacak kadar uyuşmuş hissediyordum.

Kehribarları ilk kez bu denli hararetli bir şekilde parlarken görüyordum ve ben daha yüzünü kaplayan bu duyguyla tanışamadan gözleri alev alev yanan yüzümde yavaşça inip, dudaklarımda duraksadı. Kaskatı kesilen bedenim, ben daha nasıl olduğunu anlamadan ondan uzaklaşıp kendini geriye doğru çekti.

Ensemde olan elinin havada kalmasıyla kolunu yanına indirmesi bir oldu ve hışımla arkasına döndü. İstemsizce geriye doğru adımlar atarak aramızdaki mesafeyi çoğaltırken hala ne yaptığım hakkında bir fikrim yoktu. Tek bildiğim bütün bedenimin alevler içinde olduğuydu ve onun da bu şekilde hissettiğine emindim. Arkası hala dönükken tek kolunu kaldırıp yüzüne doğru götürdü ve bu süre zarfında ondan gözlerimi hiç çekmedim.

Boğazını temizleyip bana döndüğünde yüzüne hiçbir şey olmamış gibi bir ifade takınmış olmasına hayretler içinde baktım. Her şeyi aklımda mı uydurmuştum? Oysa yüzümün kıpkırmızı, dudaklarımın aralık oluşu bedenimin dışarıya yansıttığını bildiğim tepkilerden sadece birazıydı. Kalp atışlarım öyle gürültülüydü ki bir an için üst kattan gelen müziğin kapandığını düşündüm.

Dümdüz bir sesle, ''Saçmalıklarınla çok zaman harcadık,'' dedi ve eliyle gelmemi işaret edip tekrar arkasına döndü. ''Bizi bekliyorlar.'' O holün çıkışından sağa dönüp kaybolduğunda ben hala olduğum yerde yanımdaki heykel kadar hareketsiz bir halde durmaya devam ediyordum. Bu kadar çabuk toparlanmış olması beni her geçen saniye bir illüzyon gördüğüme inandırıyordu.

Kafamı iki yana sallayıp bu hareketin bana iyi gelmesini umdum ancak düşüncelerim hiç de dağılacak gibi değildi.

Holün çıkışına doğru yavaş adımlar atsam da hala ne yaptığıma dair bir fikrim yoktu. Az önce ne yaşadığımıza dair de net bir bilgim yoktu. Ya çok sinirlenmişti, ya onun da düşüncelerini bulandırmayı başarmıştım ya da... Ya da aklından geçenleri hiçbir zaman öğrenemeyecektim.

Metin'in yöneldiği yöne doğru yürüdüğümde kısa, karanlık koridorun sonunun aydınlanan tarafından bir merdivenden başka bir şey göremedim. Merdivene doğru ilerleyip gıcırdayan ahşap basamakları yavaş adımlarla tırmandım.

Şimdi daha büyük, daha aydınlık ve daha sade bir holdeydim ve karşımda koskocaman bir balkon vardı. İki yanımda da ikişer tane kapı vardı ve bunlardan bir tanesinde müziğin kaynağı kapatılıp sesler yükselmeye başladı. Aralık olan kapıya yaklaşırken ellerimin titremesine anlam verememiştim.

Fazlaca sevinç içeren ses tonuyla orta yaşlarında bir kadının, ''Hoş geldin!'' dediğini duydum. Hemen ardından aynı yaşlarda bir adam, ''Geç geç otur,'' dedi aynı samimiyetle. ''Ne hoş bir sürpriz bu!''

Metin'in beni beklediğini hissedebiliyordum. Daha fazla dışarıda bekleyip onları dinlemek yerine tereddütle kapıya dokunup yavaşça açtım.

Adımımı içeri atarken bana yöneltilen yabancı iki çift göze kısa bir bakış atıp ''Merhabalar,'' dedim. Sesim olduğumdan daha sağlam çıksa da utangaç bir çocuk gibi kapı girişinde duraksadım.

''Ah!'' dedi orta yaşlı kadın şaşkın ama samimi bir gülümsemeyle. ''Sen de hoş geldin kızım.''

Kadın yeni boyanmış kısa, şarap kızılı saçlarının da etkisiyle en fazla kırk beşinde görünüyordu. Üzerindeki V yaka ince kazağın açıkta bıraktığı boynunda oldukça büyük, el yapımı olduğu belli olan doğal taşlarla süslenmiş bir kolye vardı. Hemen yanında duran kocası olduğunu düşündüğüm adam, kadından yalnızca birkaç yaş büyük dursa da ak saçlarını ensesinde toplamış olmasıyla ve giydiği polo yaka tişörtün kol dövmelerini açıkta bırakmasıyla oldukça havalı duruyordu.

Adam bana doğru elini uzatarak, ''Merhaba,'' dedi sıcak bir gülümsemeyle. ''Ben Bülent, bu da eşim Canan.'' Adamın elini hızlı bir şekilde sıkıp, adının Canan olduğunu öğrendiğim kadına dönecektim ki o benden önce davranıp kollarını açarak beni kendine çekti ve sarıldık.

''Lara,'' dedim geri çekildiğimde. Yüzüme hızlıca kondurduğum ve samimi görünmesini umduğum bir gülümsemeyle, ''Memnun oldum,'' dedim.

Kadın omzumdaki elini çekmeyip teması kesmeden, yüzünde sıcak bir gülümsemeyle Metin'e dönüp, ''Bu güzel kızımız kim Metin?'' diye sordu.

Odada Metin'in var olduğunu hatırlamak hissettiğim bütün o güzel enerjiyi anında dağıttı. Ona döndüğümde hala ayakta, camın önünde bize arkası dönük bir şekilde durduğunu gördüm. Her şeyimle bahse vardım ki dışarıda ilgisini çeken tek bir şey bile yoktu. Her zamanki gibi gövdesini bakışlara siper ediyordu.

Oda fazla büyük değildi. Hatta doğru düzgün bir oda gibi de değildi. Camın önündeki küçük, eski ama temiz koltuk dışında bütün oda çekmeceli dolaplarla kaplıydı. Bazıları camdan yapıldığı için içindeki malzemeleri görebiliyordum: Fırçalar, guaj boyalar, akrilik boyalar, yağlı boyalar ve daha adını bilmediğim çeşit çeşit boyalar en az beş dolabı kaplıyordu. Camın karşısındaki duvarda ise üç beş tane şövale üst üste koyulmuş, hemen yanında onlarca boyutta boş tuvaller yan yana sıralanmıştı. Sanat malzemeleriyle dolu depo gibi bir odadaydık.

Verebileceği onca umursamaz, kırıcı ve üstü kapalı cevaba rağmen, ''Henüz bilmiyorum,'' diye bir şeyler mırıldandı. Bunu öyle kısık sesle söylemişti ki dışarıdan geçen bir motorun sesi onun bütün sesini yuttu ancak ben ne söylediğini çok iyi duymuştum.

Yavaşça arkasına döndüğünde gözleri direkt beni bulup, hemen ardından yanımdaki kadına çevrildi. ''Açıklaması biraz zor,'' diye cevapladı. ''Şimdilik ortak bir gayemiz var diyelim.''

Yanımda duran adam huzursuzca kollarını göğsünde birleştirip, Metin'e kafasını eğerek kuşkulu bir bakış attı. Aralarında ufaktan gergin kısa bir bakışma geçtikten hemen sonra adam, ''Ofisime geçelim,'' dedi ve Metin'in hareketlendiğini gördükten hemen sonra ikisi birlikte kapıya yöneldi. Bülent, çıkmadan hemen önce bana dudaklarını bastırıp hızlıca gülümsedi.

Canan elini kolumdan çekip, ortamda oluşmaya çalışan gergin havayı dağıtarak, ''Kahve?'' diye sordu. O kadar tatlı bir yüzü vardı ki ona veya kahveye hayır demek o an hiç içimden gelmedi. Kafamı sallayarak, ''Olur,'' diye cevap verdim.

Bana kafasıyla gülümseyerek ''Gel'' işareti yaptı ve biz de kapıdan beraber çıktık.

Geldiğim merdivenden geri aşağıya indik, bu sefer holün diğer tarafına doğru yürüyorduk. ''Lara ne güzel bir isim,'' dedi Canan önümde ilerlerken. ''Nerelisin?''

Holün diğer tarafındaki merdiven bu sefer aşağı iniyordu. Onu takip etmeye devam ederken, ''İstanbul,'' dedim.

''İstanbul,'' diye tekrarladı kafasını sallayarak. ''Biz de yaklaşık otuz sene orada yaşadık,'' dedi holde devam ederken. ''Boğucu kalabalıktan uzaklaşmaya karar verene kadar.'' Başka bir klasik müzik sesi, bir holde ilerlerken yükseliyordu. Kapısı olmayan bir odanın önünden geçtiğimiz o kısa sürede gözüme çok fazla kare takıldı: Birkaç tane insan önlerinde şövale, bir çember oluşturmuş resim yapıyordu. Onların etrafında dolanan genç bir adam Canan'ın geçtiğini görür görmez kafasını kaldırıp gülümseyerek selam verdi ve benimle göz göze geldiği anda bakışlarımız kesildi. Holün diğer tarafı tamamen kapılarla doluydu. Bu koskoca binayı keşfetmek ne kadar ilgi çekici görünse de buraya zorla alışmak zorunda kalacak olmam içimi tekrardan yoğun bir sisle kapladı.

Holün sonundaki kapısız, aydınlık yere geldiğimizde küçük, tatlı bir mutfak bizi karşıladı. Canan direkt olarak tezgaha yönelip kahveyi hazırlamaya başlarken, ben de ellerimi göğsümde kavuşturup mutfaktan açılan balkon camından dışarıya göz gezdirdim.

''Hava nasıl?'' diye sordu Canan kahveleri hazırlarken. ''İstersen balkonda da içebiliriz.''

''Fena değil,'' diye cevap verdim ona. Balkon fazla büyük olmasa da onu büsbütün çevreleyen çiçekler ve bitkiler onu küçük bir bahçe gibi gösteriyordu. Ortada duran beş kişilik yuvarlak masa öyle huzurlu görünüyordu ki istemsizce elim kapı kulpuna ulaştı.

Canan kahve kupaları elinde arkama geldiğinde beraber dışarı çıktık. Masaya oturduğumuzda büyülenmiş bir şekilde etrafımı incelemeye devam ediyordum.

''Burası çok güzel bir yer,'' diye iltifat ettim en sonunda. Bakışlarımız buluştuğunda yüzüne vuran güneş ışığı gülümsemesiyle beraber içimi ısıttı. Kahve kupasını bana uzattığında, ''Teşekkür ederim,'' diye mırıldandım.

Kendi kahvesinden bir yudum alıp, ''Ben de burayı çok seviyorum,'' dedi. ''Her sabah uyandığımda böyle bir yerde yaşayıp sevdiğim işi yaptığım için şükrediyorum.''

Ona gülümsedim. Cevabını öğrendiğim halde, ''Burası hem atölyeniz, hem de eviniz mi?'' diye soru yönelttim.

Kafasını sallarken önünde duran paketten bir adet sigara çıkarttı ve dudaklarına götürdü. ''Hem insanların öğrendiği ve eğlendiği bir atölye, hem sanatımı icra ettiğim iş yerim hem de yuvam.'' Sigara paketini bana uzattığında önce tereddüt etsem de hemen ardından teklifini geri çevirmeyip içinden bir adet aldım.

''Resim yapar mısın?'' Sorduğu soruya önce ne cevap vereceğimi bilemedim. Normal biriyle normal bir şekilde sohbet etmeyeli o kadar uzun zaman olmuş gibi hissediyordum ki bütün konuşma yeteneklerimi kaybetmiş gibiydim.

Kafamı iki yana sallarken, ''Hayır,'' diye cevap verdim. ''Ama sanata oldum olası hep ilgi duymuşumdur.''

''Bu güzel,'' diye cevap verdi sigarasının dumanını üflerken. ''Metin de resim yapmayı benden öğrendi.''

Adının geçmesi bile yerimde huzursuzca kıpırdanmama neden oldu ancak bunu Canan'a belli etmedim. ''Öyle mi?'' diye sordum ilgili görünmeye çalışarak.

''Annesinin çok yakın bir arkadaşıydım,'' dedi gözlerini ortamızda duran küllüğe indirirken. ''Onun kadar parlak bir geleceğe sahip olabilecek zeki, başarılı ve yetenekli bir oğlanın böyle bir hayata sahip olması...'' Gözleri neredeyse dolacak gibi olsa da hemen elini sallayıp zihnine düşen imgeleri def etti. Kafasını geri kaldırdığında yüzünde buruk bir gülümsemeyle, ''Sizin olayınız ne?'' diye sordu.

Bizim olayımız. Buna verebilecek kesin bir cevabım yoktu. Metin hakkında, yaptıkları hakkında tam olarak neler bildiğini bilmiyordum. Yanlış bir şey söyleyerek bir şeyleri mahvetmeye ve başıma iş açmaya hiç niyetim yoktu, bu nedenle sadece kaçamak bir cevap verdim. ''Kısa bir süreliğine işlerimiz kesişti.'' Hayatlarımız demeye dilim el vermemişti, bütün bunlar bittiğinde onu hayatımdan çıkarmak istemiyordum. Onu hiç var olmamış saymak istiyordum.

Üzerime gelmedi, bu konuda daha fazla soru sormayacağını belli edercesine kafasını salladı. Ağzını tekrar açtığında arkamdaki balkon kapısının açılıp kapanma sesi geldi ancak dönüp bakmak yerine Canan'ın tepkisini izledim. Yüzünde yayılan sıcak gülümsemeyle, ''Ah, Volkan,'' dedi. ''Seni Lara'yla tanıştırayım.''

Artık kalkmam gerektiğini hissettiğimden ayaklandım ve arkama dönüp elimi uzattım. Ellerimiz birleştiğinde, ''Kendisi oğlum olur,'' dedi Canan. Volkan, koyu kahverengi gözleriyle bana sıcak bir gülümsemeyle karşılık verdi. Benden birkaç yaş büyüktü ve boyu babasınınki gibi uzundu. Yine koyu kahve, dalgalı ve kısa saçları dağınık dursa da üzerindeki boya olmuş keten gömleği altında parlayan buğday teni içerde yoğun saatler geçirmiş olduğunu kanıtlar nitelikteydi.

''Lara,'' dedim ve ben de ona aynı şekilde gülümseyerek cevap verdim.

Volkan kafasını sallayıp, ''Seni atölyenin önünden geçerken gördüm,'' dedi. Ellerimizi çektik ancak ayakta durmaya devam ettik. ''Yeni öğrenci misin?''

''Yok yok,'' diyerek araya girdi annesi. ''Misafirimiz.'' Annesini onaylarcasına kafamı salladım.

Anlam veremediğim bir rahatlamayla, ''Ah, öyle mi?'' dedi Volkan. ''Halimin kusuruna bakma, sabahtan beri öğrencilerleyim.''

Mahcup gülümsemesine karşın direkt olarak gözlerim açıldı ve ''Ne kusuru?'' diye cevap verdim. ''Sen de mi burada eğitmensin? Ne güzel.''

İkimiz de masanın etrafında yerlerimizi alırken Volkan, ''Evet,'' diye cevapladı. ''Ailecek bu işteyiz,'' deyip masumca sırıtarak annesine baktı.

Canan bana dönerek, ''Volkan aslında müzikte usta,'' diye açıkladı. ''Ancak bugün depoyu düzenlemem gerektiği için öğrencilerin başında o durdu.'' Oğluna teşekkür edercesine elini sıktı ve birbirlerine gülümsediler.

Volkan annesinden bakışlarını kaçırıp, ''Eh,'' dedi ve bana döndü. ''Seni hangi rüzgar attı buraya?''

Ağzımı açacak gibi olsam da diyecek bir şey bulamadığım için annesi araya tereddütle girdi ve ''Şey, Volkan,'' dedi. Kaşlarım çatılırken Volkan'ın annesine dönen bakışlarında kuşku gördüm. ''Metin burada.''

Volkan'ın aniden değişen yüzünde aynı anda pek çok duygu belirip kayboldu ancak bunların hiçbiri bana olumlu gelmemişti. Bakışları annesi ve benim aramda mekik dokudu ve kendi kafasında benimle Metin arasındaki bağlantıyı çözmeye çalışır gibi oldu.

''Neden gelmiş?'' Volkan'ın ses tonu ve yüz ifadesi ortamı germeye yetecek kadar güçlüydü. Merak duygusu bütün benliğimi sarsa da şu anda ağzımı açmamam gerektiğini düşünüyordum. ''Bunca zaman sonra hangi pis işi için buraya uğramış?''

Annesi oğlunu, ''Volkan,'' diye uyardı. ''Böyle söyleme, o da benim oğlum sayılır. Siz kardeş gibi...''

Volkan adeta tıslayarak ''Anne,'' dedi ve Canan'ın cümlesini bitirmesine izin vermedi. Tam öfkeyle bir şey söylemeye kalkışacakken balkon kapısı tekrar açıldı ve oraya dönen karşımdaki bakışlar kimin girdiğini gayet net bir şekilde gösterdi.

Volkan oturduğu sandalyeden kalkmasa da bakışlarını tek bir noktaya kilitledi. Masanın altında sallamaya başladığı bacağı ve karşı tarafa gönderdiği ölümcül bakışlar ortamın bir ip kadar gerilmesine sebep oluyordu.

''Volkan.'' Tanıdığım bu ses, Volkan'ı soğuk da olsa selamlasa da onda tık yok gibiydi. Volkan'ın cevap vermediği saniyeler boyunca Canan'ın gözleri oğluyla Metin arasında korkuyla gidip geldi.

En sonunda Volkan oldukça ağır hareketlerle ayağa kalkıp, ''Metin,'' dedi ve başını eğerek onu geri selamladı. Canan da ayağa kalkınca tek oturan kişi ben kaldığım için garip hissettim ve ben de ayaklanıp geri çekildim. Şimdi Metin'i ve Bülent'i görebiliyor, Volkan'la arasında geçen bakışmaları takip edebiliyordum.

''Bülent'le konuştum,'' dedi Metin Volkan'a bakarak. Gözlerini birbirlerinden ayırmıyorlar, her an kavga etmeye hazır kediler gibi bakışıyorlardı. ''Lara'nın bir süreliğine sizinle kalması gerekiyor.''

Volkan bir süre hareketsiz dursa da hiç beklemediğim bir şekilde kafasını salladı. Aralarında her ne geçmişse, birbirlerini dinlemeden anlaşabilmişlerdi ancak aralarındaki soğuk rüzgarlar hala aynı hararetle esiyordu.

''Teşekkür ederim.'' Bu sesin Metin'den gelip gelmediğini idrak etmekte çok zorlanmıştım.

Gidiyordu. Buradaki herkese teker teker baktıktan sonra gözleri beni buldu ve o an diğer bütün herkes bana hiç olmadığı kadar yabancı geldi. İçimden ''Kahretsin,'' diye geçirdim. Gittiğinde kendimi yapayalnız hissedecektim ve böyle hissettiğim için öfkeyle tırnaklarımı avuçlarıma bastırdım.

Metin arkasını dönüp kapıdan hızla çıktığında şaşkınlık içinde bakakaldım. İçimden bir ses, ''Gidecek ve sana hayatın hakkında gerçekleri getirecek. Tek yapman gereken burada bekleyip güvende kalman,'' dese de gözlerime hücum eden yaşlar asla mantığa uymuyordu.

Beni izleyen insanları aşarak balkondan çıktım ve doğruca koridordan koşup merdivenlere doğru ilerledim ve basamakları üçer üçer çıkıp binanın girişindeki hole ulaştım.

''Metin!'' Binadan çıkmak üzereyken onu yakaladığımda eli kapının kulpundaydı. Kaskatı kesildiğini üzerinde palto olmasına rağmen görebiliyordum. Yavaşça arkasına döndü ve bakışlarını benim olduğum yere kaldırdı. Aramızda otuz adımdan fazlası vardı.

Ona doğru ufak bir adım atarak, ''Beni almaya geleceksin değil mi?'' diye sordum. Burada kalmayı ne kadar da çabuk kabullenmiştim. Halbuki bu ona yansıttığımdı, asıl söylemek istediklerim çok daha farklıydı. ''Beni burada bırakmaya hakkı yok,'' veya ''Burada kalmayacağım, seninle geliyorum,'' diyebilirdim ancak demedim. Ellerime tutuşturduğu kaderimi ona geri de vermedim, yere de atmadım. Onunla ne yapacağımı bilmeden öylece elimde tuttum.

Sert bir şekilde yutkunduktan sonra, ''Geleceğim,'' dedi. ''Hem de gerçeklerle geleceğim ve seni aldığım gün, buradan da o istemediğin hayattan da kurtulduğun gün olacak.''

Gözyaşlarımı içime hapsetmek istercesine yutkundum. Geri dönüp dönemeyeceğini ikimiz de bilmiyorduk ve aramızda geçen bunca zamandan sonra onu yalan söylediğini anlayacak kadar tanımıştım.

''Ve benden.'' Kaşlarım çatılsa da geri dönmesinin hangi anlamları taşıyabileceğini kafamda çoktan hesaplamıştım.

Derin bir nefes aldım. Hayatımın iplerini bir şekilde elinde tutuyordu ve ister istemez bunu kabullenmiştim. ''Dönmezsen?'' Dönemezsen?

Buruk bir şekilde gülümsedi ancak buna bir cevap vermedi. Belki de cevabı kendim bulmam gerekiyordu ve o da bunu istiyordu çünkü eğer dönemezse... Dönemezse bütün cevaplarımı bulmak bana kalacaktı ve ilki buydu.

Arkasına döndü, kapıdan çıktı ve bilinmezliğe doğru kayboldu.

Tablolardan birinde haykırarak ağlayan bir kadın vardı ve yüzü kapıya dönüktü.