Bazen bir kayıp tüm yaşamı doldurmaya yeter.
Hani çocuğun önüne bir sürü oyuncak yığarsın. Çocuk hepsini sever önce. Bir süre sonraysa içlerinden birine çok özel bir anlam yükler. Onunla kurduğu güçlü bağ diğerlerinden çok ayrı bir anlam taşır. Artık o oyuncak o çocuğun gittiği her yerde, içinde bulunduğu her eylemdedir. Rüyalara, hayallere onsuz yelken açılmaz.
Birlikte uyumak için yatağa sokulan, çocuk yemek yemediğinde ikna etsin diye sofraya çağırılan; komşuda, bahçede, parkta, sokakta her yerde ve koşulda çocuğun yanından ayrılmayan o oyuncak bazen bir şekilde kaybolur. Bu kayıp, çocuğun iç dünyasındaki hassas dengeleri altüst eder. Kutudaki tüm oyuncakları önüne de dökseniz, “Aynısından bulur alırız.” da deseniz çocuk avunmaz asla. Çünkü çocuklar için aynı diye bir şey yoktur. Böyle bir şeyin olduğunu iddia edenler yetişkinlerdir.
Sisli ve soğuk bir çıkmaz sokakta yapayalnız kalmışçasına ağlar oyuncağı kayıp çocuk. Hiçbir şey ona tanıdık ve bildik görünmez. Hayal dünyaları çoktan çoraklaşmış olan yetişkinler çocuğun bu hassasiyetini gülünç bulurlar. Oysa çocuğun rengarenk dünyasını süsleyen en güzel renk kaybolmuştur. En güzel oyunların iki kahramanından biri sırra kadem basmıştır. O oyuncak bulunamadığı sürece çocuğun masalsı dünyasında derin bir boşluk kalır.
Oyuncağımı kaybettim uzun yıllar önce. Nerede, nasıl, ne zaman? Bilmiyorum. Oyuncağımı kaybettim uzun yıllar önce. İçimdeki o doldurulamayan büyük boşluk bundandır. Tüm sızlanmalarım, yakınmalarım, memnuniyetsizliklerim, benimseyemeyişlerim, içselleştiremeyişlerim, diklenmelerim, dikiş tutmayışlarım, dikiş tutturamayışlarım, gizli öfkelerim, gömülü nefretlerim, laftan anlamayışlarım, arsızlaşmalarım, sakarlıklarım, beceriksizliklerim, uyumsuzluklarım, yabancılaşmalarım, mesafe koyuşlarım, oyunbozanlıklarım, derin dalgınlıklarım, takılıp kalmalarım, adım atamayışlarım, avunamayışlarım, tutunamayışlarım, bitmeyen savaşlarım, büyüyemeyişim, kök salamayışım, yurtsuzluğum, gurbetliğim, sürgünlüğüm, göçkünlüğüm bundandır. Bu dünyaya aitmiş gibi görünürken aslında hiçbir yere ait olmayışım bundandır.
Oyuncağımı kaybettim. Önüme ne çok şey konuyor onun yerine ama hiçbiri avutmuyor. Hiçbir şey onun yerini tutmuyor. Değişimler, dönüşümler, başkalaşımlar… Eskiden düşman gibi görülen karşı klanlara girmeler… Farklı felsefelerin arka bahçelerinde dolaşmalar… Farklı eylemler, kutsamalar, yüceltmeler, bayraklaştırmalar… Farklı farklı dünyalara savrulan bir sürgünlük… Yurtsuzluğa dönüşen bir yolculuk… Otostop çekilip de binilen yabancı yaşamlar…
–Yolculuk nereye?
–Sizin gittiğiniz yere.
Gidilen yollar, geçilen yıllar… Toplanan yalnızlıklar, eksilen umutlar, çarpılan unutuşlar, bölünen hazlar… Dört işlemde elde kalan, sıfır! Dört işlemden artakalan, kısır! Dört yanlışım bir doğruyu götürdü bu sınavımda. Oysa doğrular yanlışlara feda edilemeyecek kadar değerliydi. System failure!
Çığır açtığımı sanırken çığırından çıkması her şeyin… Çığ gibi uğuldayan bir çığlık içimde: “Oyuncağım kayıp!”
Iskaladım durdum hedefleri. Oysa nasıl da üstüne basa basa belletmişlerdi öğretmenlerimiz, ulaşılabilir hedeflere sahip olmamız gerektiğini. Ben o dersleri kaçırdım öğretmenim! Kayıp oyuncağımın ruhumda açtığı derin boşluğu mesken tutan hayalet arzular kaçırdı beni. Sizi dinlerken, herkesi dinlerken, gözlerinizin içine içine bakarken aklım bir “Kayıp Aranıyor”un peşindeydi.
“Neyi arıyorsun?”
Durun! Bu sorudan korkmuşumdur hep. Sorular bugüne kadar istediğimi vermedi hiç. Sözcükler, ruhuma oyulmuş derin boşluğun karanlığında kaybolup gider. Kendi gücünü bile emen, kendi içine çöken bir kara deliğin kurbanıdır cümleler. Öylesine karanlık bir boşluk. Size bir şey gösteremem ki kendim bile göremezken.
–Neyi?
–Şeyi işte, şeyi! Kayıp oyuncağımı!
Ne roller ne maskeler ne sahneler eskitti bu arayış. Kendini alamadığın, asla vazgeçemediğin, bağımlısı, takıntılısı, delisi, tiryakisi, tutkunu ve suskunu olduğun bir arayış… İki resim arasında yedi fark değil, sadece yedi benzerlik bırakacak kadar başkalaşım geçirten bir arayış… Uzaklara sürgün eden, yeni sürgünlükler doğuran bir arayış…
Bulduğunu sandığın zamanlar… “Kıymetlimisss!” Bazen sadece bir eylem, bazen bir yaşam biçimi, bazen bir duruş, bir fikir, bir uğraş, bir şey işte! Oyuncağınmış gibi sarılıp sarmalarsın. Kaybının karşılandığını sanırsın -dahası- bir süre sonra buna kesin olarak inanırsın. Herkese yayarsın. Varoluşunla bütünleştirirsin.
Sonra, en güzel yere kondurduğun, en kıymetlin sandığın o şey bir süre sonra anlam verilemez biçimde basitleşir. Yapboza dönüşen hayatının en önemli parçası saydığın/sandığın şey tüm ahengini yitirir. Yiter.
Şaşkınlık… Yanılsamadan uyanmak… Dilsiz bir öfke, konuşkan bir yumruk, körleşen bir çöküntü, sağır bir tükenmişlik… Belleğini yitiren bir umutsuzluk… Karamsarlık yeni yeni anlamlar kazanır zihin sözlüğünde. Sana da sözcüğü cümle içine kullanmak kalır.
Gitmek Arzusu
Yolculuk… Bazılarını ezberlediğin, bazılarını ilk kez gördüğün irili ufaklı yerleşimlerden geçersin. Uzaklık duygusuna kapılırsın. Ayrılık değil, ayrı kalmışlık… Bilmediğin yaşamların kısa ve ayrıntısız panoraması sergilenir. “Burada mıdır acaba kayıp oyuncağım?” sorusu otobüs diğer yerleşim birimine varıncaya kadar sürtünür durur zihninin her bir köşesine.
Yol, yol, yol… Nice film şeritleri çevirir durur hafıza makinesi. Yol, yol, yol… Hiç bitmeyen yol çizgileri… Bazen arıyormuşçasına kesik kesik, bazen aradığını bulmuşçasına dümdüz… Bazen kararsız kalmışçasına ikisi de yan yana… Çizgiler…
“Kartonu çizgili yerlerden kesiniz, filanca yerlerden katlayınız; orasından, burasından, şurasından yapıştırınız. Bravo, oyuncağınızı yaptınız işte!”
Hayır! Olmadı! Bekleyin! Ben hâlâ çizgili yerlerden kesmekle meşgulüm. Bitmiyor çünkü çizgiler. Kesik yol çizgileri… Uzuyor sürekli. Sonunda ne saklı? Kayıp oyuncağım mı?
Tabelalar kilometre hesapları yapıyor. Hiçbiri gideceğim yerin uzaklığını hesaplayamıyor. Oyuncağıma ne kadar kaldı tabela amca?
Bazen herkesten izin isteyip, özür dileyip çekip gitmek arzusu doluyor içime. Bu kez geri dönmemecesine. Yol güzergâhı öncekilerden farklı olan ilk otobüse atlayıp gitmek… Yol almak yeni yerlere... Rol almak yeni maskelerle... Aklına ilk esen yerde inmek, onulmaz gitme hastalığına yakalanan tüm sürgünlerin tercihi olabilecek yarı döküntü bir otele yerleşmek… Bohem yaşamların isyankâr izlerini onur madalyası gibi taşıyan yarı aydınlık odalar… Sonra canın ne zaman isterse yine otobüse binmek rastgele… Gitmek, gitmek, gitmek… Yalnızca ve yalnızca gitmek… Yol çizgilerinin bittiği yeri aramak… Kayıplara karışmak kayıp oyuncağın peşinde…
Onu arıyorum. Onu anıyorum. Onu sayıklıyorum. Susuz kalan bedenin her bir hücresinin su isteyişi gibi. Nefessiz kalan ciğerlerin sarsılan bekleyişi gibi. Sonsuzdan geriye sayar gibi.
Arıyorum. Ezberlenmiş cümleler kuruyorum. Oysa ezberim kötüdür. Kim bilir. Belki de kayıp olan aslında benimdir. Oyuncağım beni arıyordur yana yakıla.
Bulsana beni artık! Beni bulsana! Bulsana!