Soğuk bir rüzgar, öten kuşların sesini bastırıyor. Sarı renkte dökülen yapraklar sonbaharın habercisi. Yalnızsın. Kafanın içindeki karmaşık cümleler sarmış dört yanını. Gözlerin, gözünün önünden geçip giden insanları göremiyor. Beynin yalnızlığının haberini getiriyor sana. Dehşete kapılıyorsun. Fark ediyorsun yalnız olduğunu. Boş bakışlarla etrafı izlemekten başka bir şey yapmıyorsun.
Sefaleti utandıran giysilerle önünden bir adam geçiyor, zenginliği kıskandıracak giysilerle bir çocuk geçiyor, mutluluğa özendirecek bir çift geçiyor. Kelimelerin içine hapsolmuş dudaklar görüyorsun. Hepsi dışarıdan susuyor ama oysaki içi hiç susmuyor.
Bir müzik düşüyor kulaklarına. Biraz da olsa susturuyorsun kafanın içindekileri. Yatıracağın faturalar gidiyor aklından. Eve gittiğinde ne yemek yapacağın düşüncesi yok oluyor. Yok oluyorlar, yavaşça bütün kelimeler yok oluyor kafanda. Sadece sen kalıyorsun ve bir de müzik kalıyor.
Tozlu ve bakımsız görüntüsü etrafı kaplamış kahverengi komodinin üzerinde duran küçük çalar saat bana gözlerini kırparak acımasız bir ses çıkarıyordu.
Tik tak, tik tak, tik tak.
Saatler neden tik tak diye ötüyordu? Tik tak sesi beni her zaman endişelendirmişti.
"Duru Hanım, lütfen bize yardımcı olun ve konuşun. O gün neler oldu?"
Sesi rahatsız ediciydi. Bir saatin tik tak sesi birçok şeyin habercisiydi. Bir düğün haberinin, bir mezuniyetin ya da bir ameliyat saatinin… En önemlisi, bir ölümün.
Ölümün sesi olsa bu tik tak olabilir miydi? Yine saçmalamaya başlamıştım.
"Bakın eğer bize ne kadar yardımcı olursanız biz de size o derece yardım edebiliriz. Lütfen anlatın. O gün neler oldu?"
Gözlerimi, diktiğim krem parkeden kaldırdım. Görüş alanıma saçları muhtemelen uykusuzluktan dağılmış, gözleri yine uykusuzluktan kızarmış otuzlu yaşlarının ortasında görünen polis memuru girdi. Bana sürekli cevabını bilmediğim sorular soruyordu.
"O gün neler oldu?"
Sahi, o gün neler olmuştu?
8 Haziran 2017.
Güneşin yüzünü gösterdiği ilk dakikadan itibaren ayaktaydım. Bedenim yorgundu fakat ruhum erken kalkmanın verdiği dinçliği hissediyordu. Bir doktor olarak kendime nadir vakit ayırabildiğim günlerden biri de gelmiş çatmıştı. Dağınık olan topuzumun aynada yansıyan görüntüsünü izledim. Güneş, açık renk saçlarımı daha da parlatmış, yeşile çalan ama aslında rengini hala çözemediğim gözlerimi derin bir belirginlikle ortaya çıkarmıştı. Küçük burnumun üzerinde bir parlaklık vardı. Sivilce çıkaracağımı anladığımda aynadaki yansımama yüzümü buruşturdum.
Kendimi incelemeyi bırakıp dakikalardır bağdaş kurarak oturduğum dolabımın önünden kalktım. Öfke hem çok alışık olduğum hem de bir o kadar da sevmediğim bir duyguydu. En ufak bir şeye bile sinirleniyordum ve şu an da bulamadığım tulumumla beraber son çekmeceyi de sertçe kapattım. Sert kapanan çekmecenin kapağı bana inat edip tekrar açıldı.
Ellerimi saçlarıma geçirip dağınık olan topuzumu daha da dağıttım ve seslice homurdandım.
"Anne!"
Tulumumu bulmak için son çare olarak annemin sihirli ellerine başvuracaktım ama anneme sesimi duyurabilmem için ona megafonla bağırmam gerekiyordu.
"Anne!"
Öyle bir bağırmıştım ki bir sokak aşağıdaki komşumuz Ali amca bile anneme seslendiğimi duyabilirdi.
"Efendim Duru!"
Annemin sıkıntıdan oflama gibi çıkan sesi kulaklarımı doldurdu.
"Kot tulumumu bulamıyorum, nerede?"
"Makinede, asılacak."
Duyduğum şeyle elimi sertçe alnıma vurdum. Sabahtan beri o tulumu arıyordum ve iki saat sonra giyeceğim tulum ıslak mıydı? Bugün her şey ne kadar da yolunda gidiyordu böyle. Ne zaman bir kıyafete ihtiyacım olsa ya yeni yıkanmış oluyordu ya da yıkanacak.
"Anne, bugün helikopter paraşütü yapacağım; onu giyecektim. Nasıl yıkayıp da asmazsın!"
Beyaz parlak dolabımın önünde kot tulumumu aramayı artık bırakmıştım. Açık olan odamın kapısına doğru yöneldim. Kapının yanında duran parmak arası terliklerimi giydim ve ayaklarımı yere vura vura, küçük evimizin küçük merdivenlerinden alt kata inmeye başladım. Merdivenlerin bitiminden düz devam edince soldaki kapı mutfağa çıkıyordu. Oraya doğru yöneldim. Sonunda annemle yüz yüze gelebilmiştim.
"Her şeyini ben mi yapacağım? Git kendin kurut."
Benim dağınıklığımdan sıkılmış olan ses tonuyla destanlar dolusu söylenmelerine başlamıştı yine. Anneler işte, hep böyleydi. Günlük rutinleri o hiç görmediğim ailelerin çocuklarının yaptıkları işleri başıma kakmak ve kendi kendine gün boyu kızının beceriksizliklerine karşın söylenmekti.
"Eğer bir gün ölürsem neden ben kurutmadım ki diyerek acı çekersin ama."
Kurduğum alaylı cümleyle beraber annemin gözlerine beklentiyle baktım. Annem asla tulumumu kurutmazdı, iş artık kendini acındırma yoluna düşmüştü. Annemin sevmediği şeylerden biri de ölümden bahsetmekti ve bu numara ne zaman olsa işe yarardı. Annem sesimdeki alayı anladığında sonunda yüzüme baktı ve kaşlarının ortasındaki o belirgin kırışıklık sanki oradan yıllarca gitmeyecekmiş gibi gözlerimi doldurdu.
"O tehlikeli sporları yapmaya devam."
Her zaman yaptığımız konuşmanın başa saracağını anladığımda annemin sözünü kestim. "Tamam anneciğim, ben giyinmeye gidiyorum."
Annemin tulumumu kurutmayacağını anladım. Bu numaram ilk kez işe yaramıyordu, artık yeni yollar bulmanın vakti gelmişti. Kurduğum planlardan ve düşüncelerimden habersiz olan annemin mutfakta bulaşıkları makineye dizmeye başlamasıyla yanından ayrılıp tekrar merdivenlere doğru yöneldim.
"Okudun, doktor oldun. Geldin yirmi beş yaşına. Her şeyin tastamam, hala evlenmeni bekliyorum. O paraşütle atlayacağına kucağıma torun getir torun!" diyerek bağıran anneme görmeyeceğini bile bile göz devirdim. Evlilik için henüz erkendi. Diğer aileler ellerinde olan tek kızlarını da kaybetmemek için onları otuz yaşına kadar evlendirmiyordu bile. Annem benim evlenmeme neden bu kadar takmıştı?
Sonunda bir işkence halini almaya başlayan merdivenler bittiğinde odamın kapısını ayağımla ittim. Odama girdim ve yatağımın solunda duran dolabıma yöneldim. Evimiz çok büyük sayılmazdı. Bu yüzden odama eşyalarımı sığdırmakta zorluk çekiyordum. Bir zamandan sonra dekoru tamamen boşvermiş, bunca yılın tıp kitaplarını küçük odamın köşelerine sığdırmaya çalışmıştım.
Dolabımın karşısında bir süre bekledikten sonra kolumda duran saatime baktım. Uçuş için henüz zaman vardı ama yine de acele etmem gerekiyordu. Dolabımdan beyaz tişörtümü ve havanın soğuk olması ihtimaline karşın siyah ince bir hırka aldım. Ardından makinede hala ıslak olan kot tulumum için kurutma savaşlarına başlamaya karar verdim.
Artık heyecanlı uçuşum için hazırlanabilirdim.
***
Kapıdan çıkar çıkmaz yüzümü yalayan sert rüzgara karşın suratımı buruşturdum. Kafamı gökyüzüne kaldırıp bulutların durumuna baktığımda yağmur için henüz risk yoktu. "Yağmur yağmazsa hiçbir sorun olmaz." diye geçirdim içimden.
Her ne kadar paraşütle atlamayı sevsem de her yola çıkmamda içimdeki korkuya engel olamıyordum ama aslında işin tadıydı bu.
İçimde biriken korkuya baş gösterip mideme giren korku kramplarını mutluluk kramplarına çevirmek. Bu hissi seviyordum ve sevmeye devam edeceğimden hiç şüphem yoktu.
Çağırdığım taksiyi beklemeye başladım. Taksi, beş dakika içinde kapının önüne geldi ve kornasına basarak mahallenin dikkatini üstüne çekti. Yavaş adımlarla taksinin arka kapısına yöneldim ve arabaya bindim. Taksiciye gideceğim yeri söyleyerek sırtımı geriye yaslayıp önümde akıp giden yolu seyretmeye başladım.
Yaklaşık kırk dakikalık yolculuğun ardından uçuş alanına gelebilmiştim. Gerekli güvenlik ve sağlık kontrollerinden geçtim. Her şey hazır olduğunda uçuş alanının içine iyice yaklaşmıştım. Gökyüzündeki kara bulutlar dağılmış, güneş uyanmıştı.
Etraftaki insanlar heyecanlı bekleyişlerle helikopter paraşütü için sıra bekliyordu. Önümdeki gruplar bittiğinde sıra bizim gruba geldi.
"Duru Aksoy, Alara Erçil, Vera Arel, Rüya Aras, Kaan Zorlu, Kayra Bulut, Barlas Erezli, Ekin Varol helikopter paraşütü için beni takip edin."
İsmini bilmediğim yedi kişiyi ve beni okuyan aceleci görevli hızlı adımlarla geniş bahçeye doğru yürüdü. Henüz hiçbiriyle göz göze gelmediğim uçuş arkadaşlarım benden önce davranıp en az görevli kadar aceleci tavırlarla helikoptere doğru yöneldi.
Görünüşe göre hiçbiri birbirini tanımıyordu. Bu beni rahatlatmıştı. Arkadaşsız gelen tek ben olmayacaktım. Hastanede birçok arkadaşım vardı fakat kimse bu sporlara adımını atmıyordu. Oysa bir kez deneseler bu deneyimi, bir daha bırakmayacaklarından emindim. Ben de diğerlerinin arkasından normal adımlarla yürümeye başladım.
Çalışan helikopter etraftaki toprağı savururken saçlarım da toprağa eşlik ediyordu. Helikopterin rüzgar gücünden dolayı istemsizce gözlerim kısık bir şekilde hareket ediyordum. Görevli önce kızlara binmesi için işaret verdi. Helikoptere adımımı ilk ben attım, ardından da diğer kızlar ve sonrasında erkekler bizi takip etti. Yanımıza ise bizi yönlendirecek üç kişi bindi. Helikopter büyüktü evet ama bu kadar çok kişiyle binmek de biraz garip gelmişti. Sadece bu da değildi, üç görevli bizim için çok azdı. Bugün eve sağ salim gidebilmeyi umdum.
İçimdeki kuruntuları ve endişeyi bir kenara bırakıp bu sporu uzun zaman sonra ilk kez yapmanın heyecanıyla dolup taştım.
Helikopterin en arka kısmına otururken en son benim atlayacağımı anlamıştım. Dörtlü kız grubu olarak bir yere oturduk. Bizim karşımıza da dörtlü erkek grubu oturmuştu. Karşımdaki çocuk yerine otururken dizlerimiz birbirine değdi ama kafamı kaldırıp bakmadım. Bu çok da önemli bir ayrıntı değildi zaten.
Yanıma oturan kız elinde kamerasını tutarak titriyordu. Önce elindeki kameraya, ardından yüzüne baktım. Omuzlarına kadar dökülen sarı saçları vardı. Gözlerinin yeşili, ucu bucağı görünmeyen çimenli tarlaları anımsatıyordu. Kıskanılacak derecede küçücük bir burnu vardı. Yüzü gerçekten de çok temiz ve bakışları küçük bir çocuk kadar masumdu. Kafamı ona çevirince o da bana döndü. Gülümseyerek "Merhaba." dedim. Heyecandan terleyen ellerini dizlerine sildi ve elini uzattı.
"Merhaba, ben Alara." dedi Adının Alara olduğunu öğrendiğim kızın eline bakarken sıcak bir tavırla elini sıktım.
"Duru." dedim gülümseyerek. "İlk defa mı helikopter paraşütü yapacaksın?" diye sordum fazla heyecanını göz önünde bulundurarak. Açıkçası bu kadar tedirgin olması beni endişelendirmişti ve içgüdülerim onu rahatlatmam gerektiğini söylüyordu. Gözlerini elindeki kamerasına çevirdi.
"Evet. Aslında hiç aram yoktur böyle şeylerle ama bir youtube videosu çekmem gerek." dedi. Gülümseyerek kafamı salladım.
"Anladım. Bol şans."
Alara bana biraz daha rahatlamış bir ifadeyle baktı ve teşekkür etti. Önüme dönerken karşımda dizlerimizin hala birbirine değdiği çocukla göz göze geldim fakat sadece gözlerimiz birbirine değdi ve ikimizde başka yöne bakmaya başladık.
Kemerlerimizi bağladık, görevliler son kontrolleri yaptıktan sonra pilot kalkış için izin istedi. Telsiziyle konuşmaya başladı. Helikopterin dönmeye devam eden pervanesinden onun sesini duyamıyordum. Bir dakika kadar oyalandıktan sonra pilot, helikopteri havalandırdı. Oldukça deneyimli görünüyordu ve bu beni rahatlatmıştı.
Helikopterin karşı camından yavaş yavaş ayaklarımızın altında kalan şehre bakmaya başladım. Binalar bir zaman sonra küçük birer maket olmuştu sanki. Bulutlara yaklaşmaya devam ediyorduk. Gökyüzünün parlaklığına hayranlıkla bakmaya devam ettim.
On beş dakikalık yolculuğun ardından tam neden hala atlamaya başlamadık ki diye endişeleneceğim sırada bir görevlinin sesini duydum.
"Rüya Aras," diye kulaklığımıza bir ses geldi. Helikopterin en başında oturan kız "Evet." diye güçlü bir sesle onayladı. Karşı taraf "İlk sen başlayacaksın, ekipmanlarını giyebilirsin." dedi.
İsminin Rüya olduğunu öğrendiğim kız deminki güçlü yanıtının aksine tereddüt içinde bacaklarını titretti. Kulaklarının dibinde biten düz kahverengi saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdı. Uzun ince parmaklarıyla önüne düşmeye devam eden saçlarını sürekli geri ittiriyordu. Büyük kahverengi gözleri daha da büyümüş, uzun kirpiklerinin arkasından tedirginlikle etrafı süzmeye devam etti. Kurumuş dudaklarını ıslattı ve titreyen elleriyle ekipmanları asılı olduğu yerden almak için ayaklandı. Ellerini ekipmanlara uzattı fakat uzatmasıyla sendelemesi bir oldu çünkü helikopter birden sarsılmıştı. Karşısındaki çocuk Rüya'nın kolundan hızla tuttu ve dengesini sağlamasında yardımcı oldu.
Kulaklığımdaki hareketlenmeleri hissedebiliyordum. Helikopter arkaya doğru birden eğilmişti. Arkaya eğilen helikopterle her ne kadar emniyet kemerim beni korusa da düşmemek için bir yerlere tutundum. Vücuduma anında derin bir adrenalin dalgası yayılmıştı. Herkesin gözlerindeki endişe, korku ve anlamsız bakışlar helikopterin içini doldurdu. Sanki biri bizi hava dolu bir balona bindirmiş ve o balonu bir çocuğun eline vermiş, o çocuk da içinde olduğumuz balonla oynuyordu. Karşımdaki çocuk kulaklığındaki düğmeye bastı.
"Neler oluyor?" diye sordu biçimli kaşlarını çatarak. Yüzündeki gerginlik çene kemiklerine yansımış, boynundaki damarlar gerginliğini güçlendirir nitelikte kendini belli etmişti. Yeni tıraş olduğunu belli eden yüzünde, yanağında sırasıyla duran üç ben sanki gerginliğinden kaybolmuş gibiydi. Açık kahve gözlerinden endişe değil, daha çok ne durumda olduğumuz ile ilgili merak geçiyordu. Giydiği dar tişört geniş omuzlarını ortaya çıkarmış, her an kavgaya hazır bekliyor gibi görünmesine neden oluyordu. Saniyeler sonra karşımdaki çocuğun ardından pilot konuştu.
"Kemerlerinizi daha sıkı bağlayın, uçuş iptal. Geri dönüyoruz. Helikopterde sorun var."
Pilot, sıkıntıyla kurduğu cümlesine devam edecekti ama helikopterin aniden tekrar sarsılmasıyla kelimeleri boğazına dizildi fakat bu daha şiddetli bir sarsılmaydı. Bugün bir şeyler olacağını hissetmiştim. Oysaki daha yarım saat bile olmamıştı.
Karşısındaki çocuk Rüya'nın yerine oturması için ona yardım ederken ayaklandı.
"Geri mi dönüyoruz, düşüyor muyuz pilot bu ne biçim iş!" diye sinirle bağırdı. Geniş omuzlu, büyük cüsseli biriydi. Sinirlerine hakim olamadığı her halinden belli oluyordu. Sesi, küçük helikopterin içini doldurmuş; endişeli bakışları beni daha da korkutmuştu. Düşme ihtimalimiz gözlerimin önünden geçerken kafamı iki yana sallayıp bu görüntüyü yok ettim.
Pilot bir süre sessiz kaldı. Sessiz kaldığı her saniyede helikopterdeki gerginlik artıyordu. Öylece durup beklemek yerine görevlilere bizim için bir şeyler yapmasını söyleyecektim ama pilotun kulaklarımı dolduran sesiyle dudaklarımı birbirine bastırdım.
"Herkes sakin olsun fakat helikopterin kontrolünü kaybetmiş durumdayım. Yaklaşık yedi sekiz dakika sonra denize doğru çakılacağız. Altımızda sadece deniz ve küçük bir ada var. Zor, biliyorum fakat paraşütlerle adaya atlamaya çalışın. Denize denk gelirseniz de yüzerek adaya çıkın. Ben şu anda telsizle bağlantı kurmaya çalışıyorum. Yükseklik çok fazla değil, kurtulma şansınız var ama eğer atlamazsanız hepiniz öleceksiniz!"
Pilot öyle bir bağırıyordu ki endişesinin tüm helikoptere, hatta gökyüzündeki uçan kuşlara bile yayıldığına emindim. Birinin birden elinde kameralarla ortaya çıkıp 'Şaka!' diye bağırmasını bekledim ama bu yaşadıklarımız ne bir şaka ne de bir rüyaydı.
Şaşkınlıktan ve endişeden aralanmış dudaklarımı ıslatarak derin bir nefes almaya çalıştım. Herkes korkulu gözlerle birbirine baktı. Helikopter tekrar sarsıldı.
Çözülen emniyet kemerimle beraber kafamı helikopterin camına vurdum. Çarpmanın etkisiyle iyice afallamıştım. Düştüğüm koltukta bir süre bekledim. Gözlerimi birkaç kez kapatıp açtım. Kulağım çınlıyordu ve görüşüm bulanıktı fakat şu an bayılmanın hiç sırası olmadığını biliyordum. Birkaç saniye gözlerimi kapatıp kendime gelmeye çalıştım. Elimi kafama götürürken karşımdaki çocuk, başımdaki koluma elini koydu. "İyi misin?" diye sordu.
Bir süre cevap veremedim fakat sonra kendimi topladım ve kafamı aşağı yukarı salladım. Helikopterde doğrulmaya çalışırken burada tanıdığım tek kişi olan Alara'ya baktım. Kamerası elinden düşmüş, gözlerini dışarıya sabitlemişti. Elleri ve bedeni olması gerekenden fazla titriyordu. Gözleri odağını kaybetmişti. Sanırım şok geçiriyordu. Bakışlarımı hızla bizimle beraber helikoptere binen görevlilere çevirdim.
"Bir şeyler yapın. Buradaki kimse deneyimli değil, tek başımıza atlayamayız."
Ne yapacaklarını bilemeyen görevliler birbirlerine tedirgin bir bakış attı. Söylediğim şeylere aldırmayıp ekipmanlarını giymeye başladılar. Ne yapacaklarını anladığımda şaşkınlıkla onlara baktım. Bizi burada ölüme terk edip gideceklerdi. Arkalarına bile bakmadan bu helikopterden atlayacaklardı.
"Ne yapıyorsunuz?" diye sordu karşımdaki çocuk görevlilere doğru. Kontrolü kaybedilen helikopter de ayakta kalmaya çalışıyordu. Görevliler birkaç saniye karşımdaki çocuğun gözlerinin içine baktılar ama hiçbir şey söylemeyip hazırlanmaya devam ettiler.
"Kafayı mı yediniz? Bizi burada bırakamazsınız!"
Adının Rüya olduğunu öğrendiğim kız görevlilere bağırarak konuştu ama görevliler ona da aldırmadı. Sanki biz burada yoktuk.
Hepsi canını kurtarmanın peşindeydi. Bizi burada bırakıp gideceklerine gerçekten inanamıyordum. Bir dakika içerisinde her şeylerini halledip helikopterin kapısını açtılar. İçeri dolan rüzgarla beraber saçlarım geriye doğru savruldu. Bulunduğumuz yer çok yüksekti. Bu kadar yükseklikten asla atlayamazdım. Açılan kapıdan üç görevli sırasıyla atladı. Herkes onların ardından bir süre şaşkınlıkla bakmaya devam etti. Onlar kadar deneyimli olmak isterdim ama şu an görevliler çok da umurumda değildi. Biz de canımızı kurtarmak zorundaydık.
"Evet arkadaşlar, buradan ne olursa olsun hepimizin kurtulması gerekiyor; kurtulmak için de atlamamız… Atladıktan sonra birbirimizi bulmamız gerekiyor ve kimseyi tanımıyorum. Herkes hızlıca ismini söylesin. Ben Ekin Varol." diyerek öne atıldı Rüya'nın karşısındaki çocuk.
İnanılmaz bir adrenalin ve aceleyle hareket ediyordu. Koyu kahve tonundaki büyük gözleri daha da büyümüş, daha demin elleriyle saçlarını karıştırdığını belli eden dağınık kumral saçları endişeyle etrafa saçılmıştı. Herkes öylece onun yüzüne bakarken "Zamanımız yok, boş boş bakmayın." dedi.
"Duru Aksoy." diyerek önce ben atıldım. Şu anda isim söyleme işlemi bana çok saçma geliyordu ama Ekin bu konuda daha deneyimli durduğu için ona uymaya karar verdim.
"Kayra Bulut." dedi karşımdaki çocuk.
"Alara Erçil." diyerek yaşam belirtisi verdi Alara. Ardından Alara'nın yanındaki kız konuştu. "Vera Arel."
Dikkat çeken turuncu saçları ve nadir bulunan kehribar rengindeki gözleriyle Vera'nın sesi etrafı doldurdu. Elmacık kemikleri ve burnunun üstünde çiller vardı. Boyu, buradaki kızlara göre uzun sayılırdı. Gözleri endişeyle etrafa bakıyor, sesi ismini söylerken titriyordu ama bu endişeli ve korkulu görüntüsünün aksine güçlü duruyordu.
"Kaan Zorlu." Kayra'nın yanındaki çocuk konuştu. Sanırım aramızda en sakin kalabilen kişi oydu. Deminden beri yüzünde mimik oynamamıştı. Sakince olacakları izliyor ve verilen komutlara uyuyordu. Uzun bacakları, açık ten rengi ve tenine zıt koyu siyah saçları görüş alanıma girdi. Soğuk gözlerinde korkutucu bir sakinlik vardı.
"Barlas Erezli." ardından Kaan'ın yanındaki çocuk konuştu. Su renginde derin gözleriyle etrafa bakıyordu. Konuşurken sağ alt dudağının köşesinde duran piercing hareket ederek dikkat çekiyordu. Diğer erkeklere nazaran daha zayıf ve masum bakışlıydı. Barlas'ın da ismini söylemesiyle bu saçma işlemi tamamlamış olduk. Rüya ismini öğrendiğimizi düşünerek kendi ismini söyleme gereği duymamıştı.
"Son altı dakika, acele edin!"
Pilot çıldırmış durumdaydı. Yardımcı pilotun ne durumda olduğunu bilmiyordum. Açıkçası bir yardımcı pilot olup olmadığını bile bilmiyordum.
Ekin kontrolü eline alarak işe koyuldu. Ekin ve Rüya sallanan helikopterde ekipmanlarını giydi.
"Tamam. Önce Rüya ve ben atlayacağız."
Rüya hızlıca kafasını salladı ama Ekin Rüya'dan çok bu cümleyi kendine kurmuş gibiydi.
"Kimin nereye savrulacağını bilmiyoruz. Rüya ve ben atladıktan sonra bize bakın. Eğer Rüya ile aynı yöne gidersek direkt peşimizden atlayın. Farklı yönlere gidersek de..." duraksadı. "Allah Kerim." diyerek bizi onaylatmaya çalıştı.
Ortaya attığı fikir ve kurduğu cümleler o kadar saçma ve anlamsızdı ki şu durumda bile sinirden kahkaha atasım gelmişti ama bir helikopterin içinde parçalara ayrılarak ölmektense boğularak ölmeyi tercih ederdim. Hepimiz kafamızı aşağı yukarı sallayarak Ekin'i onayladık. Ekin helikopterin kapısını açtı. Rüya'yı önüne aldı.
"Bir, iki, üç!" diyerek önce onu itti, ardından kendisi atladı. Tam olarak denizi boylayacaklarından emindim ama birbirlerine yakındılar. Hatta çok yakın. Onların yakın olmasından kaynaklı herkes Ekin'in stratejisini uygulamaya koyuldu.
"Tamam." dedi Kayra komutayı eline alarak. "Sıra sizde Vera ve Barlas."
Vera ve Barlas kafasını salladı. Onlar ekipmanlarını giyerken diğerleri de zamandan tasarruf etmek için ekipmanlarını giymeye başladılar. Ben ise kilitlenmiş, öylece olacakları izliyordum. Tüm bu olanlar bir kabus gibi geliyordu. Birazdan uyanacakmışım gibi. Aynı yöntemi birkaç saniye içinde Vera ve Barlas da uyguladı. Ardından Kaan ve Alara. Ve ardından sıra bize geldi.
Kapının önünde dururken pilot bağırdı. "Son üç dakika! Acele edin." ama ben kapının önünde kitlenmiş kalmıştım. Gözlerimi aşağıdaki mavi sudan ayıramıyordum. Açıkçası bu su ve yükseklik beni korkutuyordu. Gözlerimi gökyüzüne kaldırdığımda gökyüzünün derinliğiyle her zaman başım döner, midem bulanırdı. Şimdi aynı duyguları yüzlerce metre yükseklikte derin mavi suya bakarken hissediyordum.
"Duru, neyi bekliyorsun!" diyerek bağırdı Kayra. Korkuyla yüzümü ona çevirdim.
"Çok yüksek." dememle beraber Kayra'nın sinirle bakan bakışları biraz olsun yumuşadı ama kendine zaman vermek ister gibi kafasını yukarı kaldırıp gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı. Sonra "Ekipmanını giy!" diyerek bana emir verdi. Normalde korkak biri değildim ama yola çıkarken atlayacağımız yüksekliğin bu kadar korkunç olmasını da beklemiyordum.
Ben ekipmanlarımı titreyen ellerimle giyerken Kayra benden daha çabuk ve soğukkanlı hareket ediyordu. İkimiz de ekipmanlarımızı giydikten sonra gözlüklerimizi indirdik.
"Üç dediğimde atlayacağız." dedi arkamdan. Hafifçe kafamı salladım.
"Denize düşersek de sorun yok. Ben iyi bir yüzücüyüm. Ne olursa olsun seni kurtarırım." diyerek beni biraz da olsa rahatlattı. Tam atlayacağımız sırada pilotun sesi tekrar kulaklarımızda duyuldu.
"Üzgünüm. Bunu yaptığım için çok üzgünüm. Ölümüm pahası olsa bile bunu yaptığım için çok üzgünüm." dedi pişmanlık dolu bir sesle. Bu da ne demekti şimdi? Helikopteri o kullandığı için suçluluk duygusu mu hissediyordu?
"Son on saniye!" diye bağırdı son kez.
"Bir, iki, üç!" diyerek Kayra ile beraber helikopterden atladık. Bugünü hiç böyle hayal etmemiştim. Anneme bir gün ölürsem derken şaka yapmıştım. Ölüme kendimi hiç bu kadar yakın hissetmemiştim. Bu adrenalinin bana bir gün dehşet getireceğini hiç tahmin etmemiştim.
"Ölmek istemiyorum." diyerek mırıldandım. Gözlerimi kapattım ve kendimi tenime değen hafif ılık rüzgara teslim ettim. Ve yaklaşık on beş saniye sonra bedenimi buz gibi bir suyun içinde buldum.
Dalgalar beni bir tarafa, Kayra'yı bir tarafa savurdu. Düşmenin etkisiyle bedenim kilitlenmişti ve yüzmek için beynime komut veremiyordum. Gözlerim suda yarı açık bir şekildeydi. Saçlarım gözlerimin önüne perde gibi düşerken ciğerlerimdeki havanın tükenmeye başladığını hissettim. Ağzımdan baloncuklar çıkarıyordum ve bana yardımcı olacak son nefesimi de vermiştim. Suyun altında boğuk yüksek bir ses duydum. Büyük ihtimalle helikopterin düşme sesiydi. Sahi, pilot ne olmuştu? Şu an onu düşünemeyecek kadar yorgun hissediyordum. Bayılmak üzere olduğumu anladım ama elimden bir şey gelmiyordu. Gözlerimi yavaşça kapattım ve suyun kollarına kendimi bıraktım. Onca çalışma, onca ağlayış, gülüş, acı... Hepsi bir dakika içerisinde yok olmuştu. Yok oldu, her şey yavaş yavaş yok oldu.
(Devamı wattpad'de @galaksideacancicek hesabında mevcuttur. Sizi orada bekliyor olacağım.)
Kenan Birkan
2022-05-29T22:06:42+03:00Çok iyi bir başlangıç yaptınız bence. İlgiyle okudum. Devamını bekliyorum. Kaleminize sağlık. 👏🏾👏🏾