Kızgın güneş tenini usulca kavururken, Tevfik ekşi meyve kokteylinden küçük bir yudum aldı. Gözlerini sakince ufka doğru kıstı ve rüzgârın ince dokunuşlarını teninde hissetti. Her nefeste hayatın kendisini, her anın tarifsiz güzelliğini içine çekiyordu. Çıplak ayakları, nemli çakıl taşlarının arasında nazikçe geziniyor, aralara sızan Ege’nin yorgun dalgaları ayaklarını okşuyordu. Sanki o an, cennetin tam ortasındaydı. Sanki o an zaman durmuştu ve dünya yerle bir olsa bile Tevfik’in umurunda olmazdı. Çünkü onun gerçek cenneti, hayatının anlamı, hemen yanı başındaydı. Onun varlığıyla bütün endişeler silinmiş, kaygılar buhar olup uçmuştu.

           Gözlerini ufuktan ayırarak yanı başında duran meleğe çevirdi. Işıltılı sarı saçları, güneşin altın dokunuşlarıyla parlıyordu. Tevfik ona gülümsedi. Lâkin melek buna karşılık vermedi.

           “Şu gözlüğü çıkaracak mısın artık?” dedi kadın, dudak bükerek.

           “İyiyim böyle,” dedi Tevfik.

           “Manzaranın tadını çıkar diye söylüyorum,” dedi kadın. Kollarını kavuşturdu.

           Tevfik gülümsedi. Gözündeki şeffaf camlı küçük bir yüzücü gözlüğünü andıran karma gerçeklik cihazını düzeltti. Ardından kadına yavaşça yaklaştı. Saçını okşadı. Gözlerine baktı.

           “Çıkarıyorum zaten,” diye latife etti. Kadın bu yavan espriye bıyık altından hafif bir tebessümle tepki verdi. Sonra Tevfik’in gözlüğünün tam üstündeki kırmızı noktayı fark etti. Kaşlarını çattı.

           “Dur bir dakika,” dedi. “Kayıt mı alıyorsun sen?”

           “Evet.”

           “Neden?”

           “Çünkü bugün hiç bitmesin istiyorum.”

           “Ben de…”

           Bu tatlı çift, Bodrum’a üç günlüğüne kısa süreli bir tatile gelmişti. Bodrum’un yaklaşık elli kilometre ötesinde, Milas’ta ikamet etseler de koşuşturmayla geçen yoğun bir senenin ardından bu ünlü tatil beldesine gelip kafa dinlemeye haziran ayında ancak fırsat bulabilmişlerdi.

           Tatillerinin son birkaç saatini, eve dönüş yolculuğuna çıkmadan önce, Çarşı’daki eşsiz manzaralı mekânlar arasından en dingin olanında, Churchill Bodrum’da geçirmeye karar vermişlerdi.

Şimdi ise Churchill Bodrum’un sahile doğru uzanan ahşap masalarından körfeze en yakın olanında oturup meyve kokteylleriyle beraber büyüleyici tablonun tadını çıkarıyorlardı.

           Restoranın sahile bakan tarafı gerçekten de nefes kesiciydi: geniş bir körfezi sarmalayan alçak dağların ortasındaki denizin üstüne serpilmiş yelkenliler ve tekneler her dalgada sahile doğru ahenkle salınıyordu. Sağda, tarih kokan Bodrum Kalesi’nin burçlarından taşan yeşillikler; solda ise dağların eteklerini zarifçe süsleyen beldenin meşhur beyaz evleri dikkat çekiyordu. Kızarmış balık kokusu ise bu cennetin vazgeçilmeziydi.

           “Her şey güzel de,” dedi Tevfik iç çekerek. Sandalyesinde doğruldu ve ufka doğru baktı yine. “Bir de şu iş olsaydı…”

           “TAFA[1] mı?” diye sordu kadın. Tevfik başını salladı. Kadın, sevgilisinin yanına yaklaşıp başını omuzuna yasladı. “Seneye tekrar deneriz. Ben umutluyum.”

           “Seneye de reddederlerse…”

           “Başka uçuş okullarını deneriz.”

           “Seksen bin Euro’muz yok ki aşkım.”

           “Bir yolunu buluruz.”

           Kadının bu yanıtı Tevfik’i tatmin etmemiş gibiydi. Bunu kadın da hissetti.

           “Nasıl hissettiğini anlıyorum. Gerçekten,” dedi kadın. “Hayatta planlar yaparız ve işler çoğu zaman beklediğimiz gibi gitmez. Böyle zamanlarda sanki… Sanki tüm dünya, tüm evren bize karşıymış gibi hissederiz. Oysa evren ne bizim yanımızda ne de karşımızdadır. O sadece kayıtsızdır. İşte bu yüzden yola devam etmeliyiz.”

           “Yola devam etmeliyiz…”

           “Hem, reddederlerse reddetsinler lan. Senden iyi pilot adayı mı bulacaklar?” diye devam etti kadın, ortamı yumuşatmayı, sevgilisinin neşesini yerine getirmeyi umarak. “Geceleri kapanıp da oynadığın şu oyunun adı neydi? Fly Simulator müydü?”

           “Microsoft Flight Simulator,” dedi Tevfik kıkırdayarak.

           “Heh,” dedi kadın gülümseyerek. “Senden iyi Microsoft Flight Simulator oynayan birini mi bulacaklar sanki aşkım?”

           Tevfik başını koynundaki sevgilisinin başına hafifçe yasladı.

           “Ömrümün sonuna kadar yer hizmetlerinde çalışmak istemiyorum… Bir gün beraber uçacağız. Bodrum semalarında süzüleceğiz. Kokpitte, yanımda olacaksın.”

           “Biliyorum.”

           “Şu şarkıyı söylesene,” dedi Tevfik. “Hani geçen odada söylediğin. Şu diline dolanan şarkı.”

           “Burada mı?” dedi kadın şaşkın bir gülümsemeyle. “Hayatım, odada değiliz.”

           “Olsun. Duymak istiyorum.”

           “Peki.”

           Kadın boğazını temizledi. Derin bir nefes aldı. Lâkin tam parçaya girecekken telefon çaldı.

           “Hay sikeyim böyle işi,” dedi Tevfik. Tüm dünya bir anda durdu. Körfezdeki tekneler hareketsiz kaldı. Çarşaf gibi duran deniz, sanki bir anda katılaştı. Rüzgârın sesi tamamen kesildi. Beldeyi dolduran o hafif uğultu yerini derin bir sessizliğe bıraktı.

           Tevfik gözlüğünü çıkardı. Yine bir anlığına unuttuğu o sefil yerde, dağınık yatağında doğrulmuş oturuyordu. Yanındaki kırışık ve yağlı McDonald’s paketlerini kenara itip inatla titreyen telefonunu eline aldı. Bu ısrarlı misafirin kim olduğunu anlamak için ekrana baktı. “Funda” yazısını görünce tebessüm etti. Telefonu açtı.

           “Erkencisin,” dedi Tevfik gülerek.

           “Sık sık aramamı söylemiştin, değil mi?”

           “Evet ama sabah altıda aramanı beklemiyordum.”

           “Seni uyandırmak için aradım. Ne de olsa bugün işinin ilk günü. Uzun zaman sonra sahalara dönüyorsun.”

           “Tam altı ay sonra.”

           “Hazır hissediyor musun?”

           “Hem de nasıl!”

           “Bu yüzden mi bu kadar erken uyandın? Daha işe iki saat var.”

           “Hayır,” dedi Tevfik. Yalan söylemek istemedi.

           “Neden uyandın peki?”

           “Gözlüğü takıp anıları karıştırdım biraz.”

           “Yine Bodrum demek…”

           “Yine Bodrum…”

           “Onu özlediğini biliyorum. Ama anılara dalıp gitmen hakkında ne düşündüğümü daha öncesinde de söyledim.”

           “Evet, biliyorum.”

           “Seni gerçeklikten…”

           “Beni gerçeklikten koparır,” diye cümlesini tamamladı kafa sallayarak.

           “Onu hemen unutmanı beklemiyorum tabii. Sadece…” dedi Funda. Derin bir nefes aldı. “Bir problemi çözmenin ilk adımı o problemin varlığını kabul etmek. Bunu demeye çalışıyorum.”

           “Onu bir problem olarak mı görmeliyim yani?” diye sordu Tevfik, kinayeli bir ses tonuyla.

           “Hayır canım,” dedi Funda şaşkınlıkla. “Ona olan düşkünlüğünü azaltmaya çalış sadece. Biraz hayata karış.”

           “Hayata karışıyorum zaten. Bugün işe gideceğim işte.”

           “Hem de güzel bir günde!” diye bağırdı Funda neşeyle. “Bugün yılbaşı! Bir planın var mı?”

           “Olmaz mı!” dedi Tevfik alaycı bir tavırla.

           “Arkadaşlarınla mı buluşacaksın?”

           “Yok,” dedi Tevfik. Yutkundu. “Neyse, ben hazırlanmaya başlayayım en iyisi. Büyük bir gün beni bekliyor.”

           “İşte böyle!” dedi Funda sevinçle. “Kapatıyorum o zaman. Seni bugün ara ara rahatsız ederim zaten.”

           “Rahatsız olmam. Aksine, hoşuma gider.”

           “Çok tatlısın,” dedi Funda kıkırdayarak. “O zaman… Görüşmek üzere!”

           “Görüşürüz.”

           Telefonu kapattı ve gözlerini ovuşturdu. Ardından çevresindeki pislik yığınına baktı. Yatağının üzerindeki fast food artıkları bu dağınıklığın yalnızca küçük bir kısmını oluşturuyordu. Hemen yakındaki küçük ahşap masanın üzerinde, yıpranmış ve büzülmüş pizza kutuları üst üste dizilmişti. Kutuların üzerinde kurumuş ketçaba bulanmış patates kızartmaları, masanın tozlu yüzeyine ve kenarlarına saçılmış lahmacun kıymalarıyla birleşerek adeta Tevfik’in son bir ayını özetliyordu.

           Yerde, hemen yanında duran açık peynirli cips paketine uzandı. Birkaç bayat parçayı ağzına atıp çiğnedi. Bu, onu öğlene kadar tok tutacaktı. Yuttuğu lokmadan aldığı kuvvetle doğruldu ve yataktan kalktı. Loş stüdyo dairesine bir kez daha göz gezdirdi. Derin bir iç çekti ve ardından topallayarak tuvalete yöneldi.

Tuvalete vardığında önce lavabo aynasından kendine baktı. Aynada gördüğü kişiyi tanımakta zorlanıyordu. Saçı ve sakalı birbirine karışmış, karakteristik yüz hatlarını gizlemişti. Gözaltı torbalarının çok uyumaktan mı yoksa kederden mi şiştiğini anlayamıyordu. Banyo dolabını açıp tıraş makinesini çıkardı. Başlığına 3 mm’lik bir tarak takarak saçını ve sakalını tıraş etti. İşte şimdi, eski Tevfik’e benzemişti: altı ay önce Bodrum sahilinde kokteylini yudumlayıp manzaranın keyfini çıkaran Tevfik’e.

Hiç vakit kaybetmeden bir saatlik kısa bir sürede stüdyo dairesini de kendini budadığı gibi budadı, tertemiz yaptı. Böylesine titiz bir temizlik yapabildiğine kendisi bile şaşırdı. Her yer ışıl ışıl parlıyordu. Sanki uzun bir yolculuğa çıkıyor gibi, sanki bu eve bir daha uğramayacakmış gibi temizlemişti küçük yuvasını.

           Üstünü giyindi ve işe gitmek üzere yola koyuldu.

***

           Milas Bodrum Havalimanı Teknik Blok ve Kulesi’nde kıdemli hava trafik kontrolörü olarak görev yapan Sinem, aynı sabahın erken saatlerinde büyük boy filtre kahvesini alarak kontrol kabinine geçti. Son iki ayını, yeni aday hava trafik kontrolörü Mert’e mesleğin inceliklerini öğretmekle geçirmişti. Bu yoğun tempoya ayak uydururken, gençlik yıllarındaki sabah kahvesi alışkanlığına yeniden sıkı sıkıya bağlanmıştı.

           “Dünden sonra bugünü nasıl atlatacağım, hiç bilmiyorum,” dedi yanında oturan çömez, kaygılı bir ifadeyle. “Yılbaşında trafik felaket olacak, değil mi?”

           “Aslında hayır,” diye yanıtladı Sinem, sakin bir gülümsemeyle. “AIS’e girip NOTAM verilerine bakmadın mı?”

           “Henüz bakmadım…”

           “Sisteme gir ve bugünkü trafik yoğunluğunu kontrol et. Yılbaşı günü genelde herkes yerde olmayı tercih eder, havada değil. Dünün kaosu bugün tekrarlanmayabilir. Ama emin olmak için en yoğun saatlere bir göz at.”

           “Tabii, hemen.”

***

           Tevfik, saat sekizde güvenlik kontrolünden geçmiş ve çoktan Milas Bodrum Havalimanı’nın apron bölgesine varmıştı. Malzeme deposuna uğrayıp sarı yeleğini alarak üzerine geçirdi. Ardından telsizini de yanına alarak apron bölgesinin hemen yanındaki, kendi gibi TGS’ye bağlı yer hizmetleri görevlilerinin toplandığı odaya yöneldi.

           Topal bacağı her adımda ağırlık yaptıkça, bir süredir bu kadar çok yürümediğini fark etti. Odaya girince uzun zamandır görmediği tanıdık yüzlerle birlikte yokluğunda ayrılanların yerini almış yabancı simalarla da karşılaştı. Tevfik’i gören meslektaşları onu sevecen bir gülümsemeyle karşıladılar. Tevfik de aynı şekilde karşılık verdi. Eski dostlarına sarıldı, yenilerinin elini sıktı. Kısa süreli bu karşılama merasiminin ardından Tevfik, operasyon şefi Veli Tezcan’ın bulunduğu odaya doğru ilerledi. Kapıyı çaldı. Kapı açıldığında içeri girenin Tevfik olduğunu gören şefin ağzı kulaklarına vardı.

           “Şefim, geri döndüm!”

           “Tevfik!” dedi şef coşkulu bir sesle. Hemen masasından kalkarak ona doğru yürüdü. Tevfik de aynı sıcaklıkla birkaç adım atınca şef, o an onun hafifçe topalladığını fark etti. Ardından ona birkaç saniyeliğine sımsıkı sarıldı. “Çok daha iyi görünüyorsun!”

           “Eyvallah şefim, özledim buraları.”

           “Biz de seni özledik valla.”

           “Bugün programda neler var? Nereden başlayayım?”

           “Bugün pek kendini yorma istersen. Sizinkilerle takılsan, onlara yardımcı olsan yeter. İşe yeniden uyum sağlamaya çalış bakalım.”

           “Hazırım şefim,” dedi Tevfik içten bir gülümsemeyle. “Kendimi yormak istiyorum.”

           “Öyle mi? İyi bakalım… Sen bilirsin,” dedi şef gülümsemesine karşılık vererek. Masasına geçti ve bilgisayarını kurcalamaya başladı. “Yine de seni fazla yürütmek istemiyorum. Bakalım bakalım… Çekici kullanabilirsin, değil mi?”

           “Evet şefim.”

           “Güzel. THY’nin TK2507, 11:20 İstanbul uçuşu var. Bütün ikmalleri tamam. Bu uçağı Apron Stand 5'ten al ve Taxiway B üzerinden taksi alanındaki C2 noktasına çek. Çekici hazır zaten. Kuleyle koordine bir şekilde ilerlersin.”

           Tevfik, kısa bir selam verdikten sonra odadan çıkıp hazırda bekleyen çekiciye yöneldi. Gökyüzü bulutsuz ve güneşle aydınlanmıştı. Kış, sanki Muğla’yı es geçmiş gibiydi.

Tevfik çekiciye bindi ve motorun tanıdık homurtuları eşliğinde uçağın bulunduğu alana doğru ilerlemeye başladı. Alana vardığında ağır adımlarla araçtan indi, çekiciyi uçağın burun iniş takımına dikkatlice bağladı. Ardından birkaç adım geri çekildi ve ulaşım araçlarının en ihtişamlısı ve bir o kadar narinine hayranlıkla baktı. Simülasyon oyunlarında bu uçakla, Airbus A320-200’le, kim bilir kaç kez Anadolu’nun büyüleyici manzaraları üzerinde süzülmüştü... Bunu özlemişti. Bu zarif alüminyum devi yakından görmek, işine duyduğu özlemi tüm gerçekliğiyle hissettirmişti.

Bağlantıları titizlikle kontrol ettikten sonra tekrar çekiciye bindi. Uzun bir aradan sonra üstlendiği bu on dakikalık mekanik görev, ona sanki işinden altı ay uzak kalmamış gibi hissettirdi. Hareketlerin ritmi, makinenin sesi ve görevine olan hakimiyeti, yıllar boyu süren bir alışkanlık gibi zihnine kazınmıştı.

           Telsizi cebinden çıkarıp düğmeye bastı.

           “Milas Kule, ben TGS 12,” dedi Tevfik, telsizi kulağına yaklaştırarak. “Apron 5'ten TK2507 için B'ye hareket izni talep ediyorum. Uçağı C2 noktasına çekeceğim.”

           “TGS 12, hareket izni verildi,” diye yanıt geldi birkaç saniyelik sessizliğin ardından. Gencin titrek sesinden kulede yeni olduğu anlaşılıyordu. “Apron çıkışında taksi yolunu kontrol edin, hareket serbest.”

           Tevfik, çekiciyi çalıştırdı. Ağır ve ihtiyatlı bir şekilde taksi yoluna yönlendirdi. C2 noktasına doğru yavaşça ilerlerken cebindeki telefon titredi. Ekrana baktığında arayanın Funda olduğunu gördü. Yüzüne bir gülümseme yerleşti. Hevesle kulaklığını takıp telefonu açtı.

           “İşler nasıl?” diye sordu Funda merakla.

           “Beklediğimden daha iyi!”

           “Sesin neşeli geliyor. Dışarı çıkmanın iyi geleceğini biliyordum. Halbusi sana kalsa işe geri dönmeyecektin bile.”

           “Halbusi dedin,” diye kahkaha patlattı Tevfik. Sonra neşesi hızla soldu. “O da öyle derdi.”

           “Biliyorum. İşteyken aklına sık sık geliyor mu?”

           “Meşgulken kısa süreli de olsa unuttuğum oluyor. Ama uzun vadede ne kadar yardımı dokunur, bilemiyorum.”

           “Bu konuyu iş arkadaşlarınla konuşmayı denedin mi?”

           “Daha yeni geldim. Fırsatım olmadı. Ancak konuşmayı da planlamıyorum aslına bakarsan.”

           “Neden?”

           “Çünkü başta üzülecekler. Sonra zamanla durumumun iyiye gitmesini, onu atlatmamı bekleyecekler. Ve ben atlatamayacağım.”

           “Bence peşin hüküm veriyorsun.”

           “Hayır. Atlatmak için çabalasam da bunu beceremeyeceğim bence. Çünkü hayatım boyunca ne için çabaladıysam hep boşa kürek çektim. Şimdi ise her şey üstüme üstüme geliyor.”

             “Anlıyorum. Hayatta planlar yaparız ve işler çoğu zaman beklediğimiz gibi gitmez. Böyle zamanlarda sanki tüm dünya, tüm evren bize karşıymış gibi hissederiz…”

           “Biliyorum. Biliyorum…” diye sözünü kesti.

           Tevfik, C2’ye doğru taksi yolunda yavaşça ilerlerken birden hemen yolun ortasındaki dört metrelik üçgen iskeleti fark etti. Taksi yolunun ortasında bir mobil yolcu merdivenine rastlamak, Tevfik’in dört yıllık profesyonel hayatında yalnızca birkaç kez karşılaştığı nadir bir durumdu.

“Bir bu eksikti…”

           “Ne oldu?” diye sordu Funda, endişeyle.

           “Seni daha sonra arayayım ben, olur mu?”

           “Tamam.”

            Telefonu kapattı ve hafifçe frene basarak çekiciyi durdurdu. Cebinden telsizi alıp düğmeye bastı.

           “Milas Kule, ben TGS 12. B’nin ortasında bir mobil yolcu merdiveni bulunuyor. Hareketimi engelliyor. Merdiveni en yakın aprona çekmek için izin istiyorum.”

           “TGS 12, merdiveni Apron 3’e çekebilirsin. Çektikten sonra araç kodunu bizimle paylaşabilir misin? Kimin bıraktığını öğrenelim.”

           “Anlaşıldı.”

           Tevfik, çekiciden inip işini engelleyen tekerlekli merdivene doğru topallayarak ilerledi. Öfkeli değildi, ama her adımıyla birlikte içini dolduran ve kalbini hızlandıran tuhaf bir his vardı. Sanki bilinçaltı, onu heyecanlandıran, ancak henüz zihnine tam anlamıyla tesir etmemiş bir düşünceyle mücadele ediyordu. Merdivene yaklaştıkça bu sıra dışı ihtimalin ağırlığı daha da belirginleşiyor, yüzünde beliren hafif tebessümün sıcaklığı tüm bedenine yayılarak onu şaşırtıcı bir huzura boğuyordu.

           Mobil yolcu merdivenine bindi ve aracı çalıştırdı. Fakat onu Apron 3’e doğru götürmek yerine çekicinin hemen arkasındaki uçağa doğru sürmeye başladı. Uçağın arka kapısına yanaştı ve merdiveni kapıya sabitledi. Araçtan inip çekiciye doğru hızlı ve aksak adımlarla ilerledi. Çekiciye varınca uçağın burun iniş takımıyla bağlantısını kesti. Çekiciye binip onu taksi yolunun kenarına doğru uzaklaştırdı. Ardından hiç vakit kaybetmeden merdivene vardı. Merdivenin tepesine çıktıktan sonra uçağın arka kapısını manuel olarak açtı ve kokpite doğru ilerledi. Ancak kokpite girip pilot koltuğuna oturduktan sonra yaptığı çılgınlığın ağırlığını üzerinde hissetti. Kısa süreli bir muhakemenin ardından bunun kaldırabileceği bir ağırlık olduğuna kanaat getirdi ve uçağı çalıştırdı. Park fren kolunu indirerek serbest bıraktı. Uçak yavaşça ileri doğru hareket ederken yönünü piste doğru kırdı.

           “TGS 12,” dedi kule. “TK2507’nin piste doğru hareket ettiğini görüyorum. Bu hareket onaylı mı?”

           Tevfik telsizi kulağına yaklaştırdı.

           “Milas Kule. Hayır, bu hareket onaylı değil.”

           “TGS 12, TK2507 kokpitinde kimin olduğunu doğrulayabilir misiniz?”

           “Evet. Ben kokpitteyim.”

           Verdiği çarpıcı yanıtın yarattığı birkaç saniyelik sessizlikte Tevfik uçağı piste çıkardı. Flapların kontrolünü yaptı ve motorun gücünü artırarak hızlanmaya başladı. Uçağın artan gürültüsünden rahatsız olan Tevfik hemen yanındaki kulaklığı taktı.

           “TK2507, burası Milas Kule,” dedi kulaklığından yankılanan net ve güçlü bir kadın sesi. “Derhal bulunduğunuz pozisyonda durun ve talimat bekleyin. Bu hareket onaylanmadı.”

           Tevfik yanıt vermedi. Bütün dikkati uçağın kalkış anına odaklanmıştı. Pist boyunca hızla ilerleyen uçak, yeterli ivmeye ulaştığında burnunu gökyüzüne çevirdi. Tevfik, ayaklarının yerden kesildiği o anı tüm benliğiyle hissetti. İlk kez bir uçağı havalandırıyordu ve bu, tarif edilemez bir özgürlük duygusuydu.

           “TK2507,” dedi kadın. Bu sefer sesi sakin ve soğukkanlıydı, fakat altındaki gerginlik kolayca hissediliyordu. Koşullar göz önüne alındığında, bu şekilde davranmaktan başka bir seçeneği yoktu. Tevfik, uçağın karayla irtibatını kestiği anda ilişki dengesi tamamen değişmişti. Artık tüm güç, havadaki bu metal devin içindeydi; kule ise yalnızca uzaktan izleyip yönlendirebilirdi. “Lütfen kimliğinizi ve uçuş amacınızı açıklayın.”

“Adım Tevfik,” dedi. “Senin adın ne?”

           “Ben… Kıdemli hava trafik kontrolörü Sinem Kurt.”

           “Memnun oldum Sinem. Gerçekten özür dilerim. Aptalca bir şey yaptım. Sadece uçmak istedim ve…” dedi. Sonra kıkırdadı. “Galiba uçağı kaçırdım.”

***

           Tevfik’in havalanışının üzerinden henüz on dakika geçmişti ki havalimanının tüm üst düzey isimleri kulede toplanmaya başlamıştı. Başmüdür Levent Karataş, bugünkü İstanbul seferinden sorumlu kaptan pilot Figen Kaya ve kule direktörü Alper Yıldırım, kuledeki diğer herkes gibi Sinem’in Tevfik’le olan iletişimini nefeslerini tutarak dinliyorlardı. Kuleye hâkim olan bu yoğun dikkat ve sessizliğin hemen dışında, acil telefon görüşmelerine dalmış olan emniyet amiri Yusuf Halit Özdemir ise belki de hepsinden daha gergindi.

           Tevfik havalandığı anda Sinem, kule direktörüyle ve akabinde başmüdürle temasa geçmiş, aynı zamanda Tevfik’le olan samimi ama bir o kadar da soğukkanlı iletişimini devam ettirmek için çabalamıştı. İkili yaklaşık on dakikadır sohbet etmelerine rağmen Tevfik, Sinem’in sorduğu temel soruları geçiştirip havadan sudan, son izlediği Netflix dizisinden, Galatasaray’ın bu sezonki performansından ve giderek pahalılaşan market fiyatlarından bahsetti.

           “Şu an irtifası kaç?” diye sordu kule direktörü.

           “Bir saniye Tevfik,” dedi Sinem. Mikrofonu kısa süreliğine kapadı ve yanıt vermek üzere direktöre döndü. “Şu anda on bin feet’te uçuyor.”

           “Nereye doğru gidiyor?”

           “Bilmiyorum. Şu anda Akbük’ün güneyinde.”

           “Neden böyle bir şey yaptığını söyledi mi?”

           “Defalarca sordum ama söylemedi.”

           “Tekrar sor.”

           Sinem mikrofona döndü ve düğmeye bastı.

           “Tevfik, sohbetine doyum olmuyor ama şu anda yanımda havalimanı başmüdürümüz, kule direktörümüz ve kaçırdığın uçağın kaptan pilotu var ve uçağı neden kaçırdığına dair bilgi almak istiyorlar.”

           “Herkes toplanmış,” diye yankılandı hoparlörden Tevfik’in endişeli sesi. “Tekrardan özür diliyorum. Kötü bir şey yaptım. Bencilce bir şey… Gününüzü mahvettim.”

           “Hiç öyle düşünme,” dedi Sinem, sakince. “Yalnızca seni anlamaya ve sana yardım etmeye çalışıyoruz.”

           “Bir planım yok. Uçağı kaçırmadım aslında. Sana esprisine söyledim onu. Ödünç… Ödünç aldım. Biraz turlamak istiyorum sadece. Sonra indireceğim.”

           “On dakikadır turluyorsun. Kaptan pilotumuz uçağı güvenli bir şekilde, kendin de dahil olmak üzere kimseye zarar vermeden indirebilmen için burada. Ona soru sormaktan çekinme. Elinden geldiğince yardımcı olacaktır.”

           “Ne soracağım ki?”

           “Uçağı nasıl indireceğini.”

           “Nasıl indireceğimi gayet iyi biliyorum.”

           “ATPL lisansının olmadığını söylemiştin.”

           “Evet ama uçurmayı biliyorum canım,” dedi kahkahayla. “Vaktinde az Microsoft Flight Simulator oynamadım. Biliyor musun o oyunu?”

           “Evet Tevfik, Microsoft Flight Simulator’ü biliyorum. Uçağı ne zaman indirmeyi düşünüyorsun?”

           “Dediğim gibi, önce biraz turlamak istiyorum civarda.”

***

           

            Tevfik, uçağı ilk havalandırdığında henüz bin beş yüz feet yükseklikteydi, ama Ege Denizi’ne bakan körfezin nefes kesici manzarası karşısında şaşkınlığını gizleyemedi. Altındaki Sarıçay, ovanın tarım arazilerinin arasından kıvrılarak geçen karmaşık bir damar ağını andırıyordu. Ovanın genişliğiyle tezat oluşturan sol taraftaki Güllük Dağı ise sıkı bir yeşillikle bezenmiş, adeta doğanın gücünü sergiliyordu. Tevfik irtifa kazandıkça körfezin karşısındaki tepeler bölgesi giderek daha belirgin hale geldi. Beş bin feet’e ulaştığında, çıplak gözle seçemese de sağında, o küçük sahil şeridinin kalbinde saklı olan İasos Antik Kenti’nin varlığını zihninde canlandırabiliyordu.

Seratan Koyu tam altında kaldığında on bin feet yüksekliğe ulaşmış ve yaklaşık on dakikadır havadaydı. Bu süre boyunca, Sinem’in sakin ve kararlı tutumu ona beklenmedik bir rahatlık sunmuştu. Yeryüzünde bıraktığı sorunlardan uzaklaşmak ve yalnızca o anın keyfini çıkarmak istiyordu. Göz alabildiğine uzanan doğal güzelliklerin üzerinde süzülürken, uçağı indirme fikrinden tamamen uzaklaşmıştı. Sinem’in yönelttiği tüm soruları ustalıkla geçiştirirken, belki de ilk kez bu kadar özgürdü. Ancak havalimanının tüm kodamanlarının kulede toplandığını öğrendiğinde, içini bastırmakta zorlandığı bir panik duygusu kapladı.

Gerçek bir iş birliğine yanaşmasa da en azından öyleymiş gibi görünmek zorundaydı. Anın tadını çıkarabilmek için, kontrolü kaybetmeden durumu idare etmeliydi.

Uçağı hafifçe sola doğru yöneltti.

 “Tevfik,” dedi Sinem. “Güneye manevra yaptığını görüyorum. İstikametini öğrenebilir miyim?”

“Sizden çok uzaklaştım gibi hissettim,” dedi Tevfik ve ardından istemsizce şaşkın bir nida attı. “Sinem, benim gördüğüm şeyi keşke senin de görme şansın olsaydı.”

“Anlat bana.”

“Sahil kenarları hep girintili çıkıntılı. Uçları denizi yarıp geçiyor sanki. Batıya doğru ise kocaman bir toprak parçası uzanıyor. Neredeyse ada gibi.”

“Evet, gördüğün girintili çıkıntılı yerler koylar ve burunlar. O büyük toprak parçası da Bodrum yarımadası.”

“Buradan sanki Ege Denizi’ni sıkıca sarmalayan devasa bir pençe gibi görünüyor.”

“Evet Tevfik,” dedi Sinem, yumuşak bir ses tonuyla. “Bence de pençeye benziyor.”

“İnanamıyorum.”

“Daha önce Bodrum’a gitmiş miydin?”

“Evet, gitmiştik.”

“Kiminle?”

“Şey… Eski sevgilimle.”

“İşler pek yolunda gitmedi anlaşılan.”

“Hayat işte. Beni herkes duyuyor mu?”

“Evet, kuledeki herkes seni duyuyor.”

“Ama yalnızca sen benimle konuşuyorsun.”

“Evet.”

“İyi,” dedi Tevfik. Derin bir nefes aldı. “Böyle kalsın. Sadece seninle konuşmak istiyorum. Seninle konuşmak beni rahatlatıyor.”

“Şu anda bir yolcu uçağını tek başına uçuruyorsun. Gerçekten de rahat hissediyor musun?”

“Hem de hiç olmadığım kadar!”

***

           Havalimanı emniyet amiri Yusuf Halit Özdemir, kapıyı sert bir şekilde açıp öfkeyle kule operasyon odasına girdi.

           “İl Emniyet Müdürü’yle konuştum şimdi. MİT ve TEM ile iletişime geçmişler. Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na da bilgi aktarmışlar. Ne durumdayız?”

           “Güneye yöneldi amirim,” dedi başmüdür.

           “Ne yaptığını biliyor gibi görünmüyor,” diye ekledi kule direktörü.

           “Affedersiniz,” dedi Sinem, mikrofonu eliyle kapatarak. “Neden TEM ile iletişime geçtik? Bu bir terör eylemi değil.”

           “Manyağın teki yolcu uçağı kaçırmış ve ne yapacağını kestiremiyoruz,” dedi emniyet amiri soğukkanlılıkla. “En kötüsünü düşünmeliyiz.”

           “Şimdi nasıl ilerlemeliyiz?” diye sordu başmüdür, emniyet amirine.

           “Beklemekten ve elemanı ikna etmeye çalışmaktan başka bir şansımız yok gibi görünüyor. Muhtemelen İzmir Çiğli Üssü’nden iki jet kalkacak.”

           “Uçağı vuracak mıyız?” diye sordu Sinem, endişeyle.

           “Asla vurmak istemeyiz tabii. Ama önlem alacağız,” dedi emniyet amiri. “İl Emniyet Müdürlüğü bana GBT’sini ve son bir senedeki mali dökümünü atacak. Elinde uçaktan aşağı fırlatabileceği bir bomba olup olmadığı ihtimalini de göz önünde bulundurmak lazım. Niyetini anlayabilmek için bu eleman hakkında her şeyi öğrenmemiz lazım. TGS şefi hâlâ gelmedi mi?”

           “Apron kulenin uzağında kalıyor,” dedi başmüdür. “Birazdan burada olur.”

           “Tekrar arayın, acele etsin!”

           “Bana kötü bir niyeti yokmuş gibi geldi,” dedi Sinem, titrek bir ses tonuyla.

           “Sen sadece onunla iletişimine odaklan kızım, olur mu? Olası bir ulusal güvenlik tehlikesini niyet okuyarak ortadan kaldıramayız. Türkiye’nin bir 11 Eylül vakası olmasını kimse istemez, değil mi?”

           “Anlaşıldı amirim.”

           “Ekiplerimiz pistte bekliyor. İl Emniyet Müdürlüğü’nden bir müzakereci de helikopterle yola çıkacak. Ancak terörist, uçağı bir yere çarpmadan ya da yakıt bitip düşmeden müzakereye başlayabilir miyiz, emin değilim.”

           “Peşin hüküm vermesek daha iyi olmaz mı amirim?” dedi Sinem.

           “Kızım,” dedi emniyet amiri. Burnundan soluyordu. “Sen önüne dön. Şununla iletişimde kal. Saçma sapan bir şey yapmasına izin verme.”

           “Sinem,” dedi Tevfik. Sesi tüm odada yankılandı. “Kaptan pilot hanım yanında mı? Ufak bir sorum olacaktı.”

           “Evet, yanımda Tevfik,” dedi Sinem, sevecen bir ses tonuyla. “Nasıl yardımcı olabiliriz?”

           “A320’yle barrel roll manevrası yapılabiliyor mu acaba? Yani takla atılabiliyor mu?”

***

           Kaptan pilotunun yanıtını heyecanla bekleyen Tevfik, on bin feet yükseklikte, Güllük Körfezi üzerinde Didim ile Yalıkavak arasında daire çiziyordu.

           “Merhaba Tevfik, ben kaptan pilot Figen Kaya,” dedi bir kadın sesi. “Kullandığın uçak bir yolcu uçağı ve barrel roll yapman oldukça riskli. Bunu kesinlikle yapmamalısın.”

           “Neden ki?”

           “Uçak bu manevraya göre üretilmedi de ondan. Tasarım sınırlarını zorlar. Onu geçtim, hayatında ilk defa bir uçak kullanıyorsun.”

           “Hmm…” dedi Tevfik düşünceli bir şekilde. Birkaç saniye bekledi. “Ben yine de denemek istiyorum.”

           “Kesinlikle yapmaman gerek Tevfik. Bu yalnızca senin değil, herkesin hayatını riske atar.”

           “Açık denizde deneyeceğim.”

           “Başka bir manevra denemeni öneririm. Mesela banking yapabilirsin. Uçağı yana doğru eğip biraz süzülebilirsin.”

           “Zaten daire çiziyorum. Çok sıkıcı,” dedi Tevfik kahkaha atarak. “Ben barrel roll denemek istiyorum.”

           Kuleden bir süre ses çıkmadı. Tevfik, onların nasıl bir yol izleyeceklerini kendi aralarında tartıştıklarından emindi.

           “Şu anda on bir bin feet’te olduğunu ve hızının 220 knot olduğunu gözlemliyoruz,” dedi kaptan pilot. “Teyit edebilir misin?”

           “Evet, doğru.”

           “Yirmi bin feet’e çıkıp hızını 150 knot’a düşürmen gerekiyor. Ardından 330 dereceye doğru yöneleceksin. O sırada körfezin açıklığındaysan barrel roll deneyebilirsin. Nasıl yapılacağını sana detaylıca açıklayacağım.”

           “Açıklamana gerek yok. Bundan sonrası bende.”

           Tevfik birkaç dakika içinde irtifasını artırıp hızını düşürdü ve tıpkı pilotun dediği gibi Kuzeybatı istikametine doğru yöneldi. Yalıkavak’ı aşıp Güllük Körfezi’ne çıktıktan sonra manevrayı denemek için kolları sıvadı. Kontrolleri sıkıca kavrayarak burnu hafifçe yukarı kaldırdı ve uçağı yavaşça kendi etrafında döndürmeye başladı. Ancak bu, gerçekten de devasa bir yolcu uçağı için son derece riskli bir manevraydı. Manevranın ilk yarısında her şey yolunda görünüyordu. Uçak, gökyüzünde bir yay çizer gibi dönüyordu. Fakat dönüş hızlandıkça, A320’nin kanatları tehlikeli bir şekilde yerçekimine karşı mücadele etmeye başladı. Uçağın gövdesi aniden yana kaydı, sanki kontrolü kaybetmek üzereydi. Tevfik, gözlerini göstergelerden ayırmadan, panikle kontrol yüzeylerine müdahale etti. Uçağın burnu aşağı doğru düşerken, pilot kabinin ön camından hızla yaklaşan yeryüzünü gördü. Altındaki açık deniz hızla yakınlaşıyordu. Dalgaların hareleri ve yüzeydeki parıltılar aniden belirginleşmişti. Birkaç saniye içinde felakete sürüklenmek işten bile değildi.

           Tevfik, kontrol yüzeylerini son bir çabayla dengeledi. A320, neredeyse baş aşağı şekilde bir anda düzleşti ve manevranın sonuna doğru savrularak yeniden yatay uçuşa geçti. Gökyüzüne dönüş o kadar ani olmuştu ki, uçakta bulunan her şey sallandı. Tüm gövde sarsılmış, motorlardan derin bir uğultu duyulmuştu. Uçak hızla alçaldığında, altında uzanan deniz yalnızca birkaç yüz feet kadar yaklaşıp sonra tekrar ufuk çizgisine doğru uzaklaşmıştı.

           Tevfik derin bir nefes aldı, elleri hala titriyordu. Her ne kadar manevrayı tamamlamış olsa da uçağın sınırlarını bu kadar zorlamanın bedelini fazlasıyla hissetmişti. Bu manevra, onun ve Airbus A320’nin sınırlarını aşan bir çılgınlıktı. İrtifasını artırırken hemen sağında uzanan Didim’e kısa bir bakış attı. Bu cesur manevranın belde halkını da en az kendisi kadar tedirgin edip etmediğini düşündü.

           “Sanırım bu hayatımda yaptığım en çılgınca şeydi,” dedi Tevfik kuleye, nefes nefese. “En az iki müebbet yerim bundan herhalde.”

           “Tebrik ederiz Tevfik,” dedi Sinem. “Gerçekten de başarılı bir manevraydı.”

           “Hapse gireceğim, değil mi?”

           “Şimdilik bunları düşünme. Uçuşuna odaklan. İniş yapmaya hazır mısın?”

           “Sanırım.”

***

           Havalimanında, Tevfik’in manevrasına şahit olma fırsatını kaçıran belki de tek kişi, kule operasyon odasına girip hareketin tam bitiş anına yetişen TGS şefi Veli Tezcan’dı. Manevranın başarıyla sonuçlanmasıyla rahatlayan emniyet amiri TGS şefine yöneldi.

           “Bu çocuk kim?” dedi merakla.

           “Eski çalışanlarımızdan. Altı ay sonra bugün işe geri döndü.”

           “Neden altı ay ara verdi?”

           “Geçen yaz sevgilisiyle beraber tatilden dönerken bir trafik kazası geçirdi. Bir süre komada kaldı. Sanırım, üç ay. Sonra fizik tedavi gördü. Sol bacağında platin var. Yazık çocuğa… En büyük hayali pilot olmaktı. Kazadan sonra bu hayaline de veda etmek zorunda kaldı.”

           “Bize eski sevgilisinden bahsetmişti. Ona ne oldu?”

           “Şey… Kazadan kurtulamadı. Vefat etti.”

           “Müzakereci nerede kaldı?!” diye bağırdı emniyet amiri.

***

           Tevfik, Güllük Körfezi üzerinde geniş daireler çizerek irtifasını yavaşça azaltıyordu. Ancak birkaç dakika sonra kuzeyden hızla yaklaşan iki askeri jetin siluetini fark etti.

           “Şunlar F-16 mı?” diye sordu, tedirgin bir ses tonuyla. “Neden bana doğru geliyorlar?”

           “Endişelenme Tevfik,” dedi Sinem. “Sen uçağı piste indirirken sana eşlik edecekler, o kadar.”

           “Beni vurmayacaklar yani, öyle mi?”

           “Tevfik Bey selamlar,” dedi tok bir erkek sesi. “Ben havalimanı emniyet amiri Yusuf Halit Özdemir. Altı ay önce kız arkadaşınızı kaybetmişsiniz. Başınız sağ olsun. Uçağı bu yüzden mi kaçırdınız? Ne yapmayı planlıyorsunuz?”

           “Ne alaka şimdi?!” diye bağırdı Tevfik, şaşkınlıkla. “Eski sevgilimle ne alakası var bunun?”

           “Sakin olun. Bize planınızdan bahseder misiniz?”

           “Sizinle konuşmak istemiyorum. Sinem Hanım’la konuşmak istiyorum.”

           “Artık benimle muhatapsınız.”

           “Sizinle muhatap olmayacağım.”

           “Mecbursunuz,” dedi emniyet amiri. Kısa süreli bir sessizliğin ardından ekledi. “İş birliği yapmanız lazım Tevfik Bey. O uçağı kaldırarak sayısız suç işlediniz. Ulaşım araçlarının kaçırılması ve alıkonulması, trafik güvenliğini tehlikeye sokma, kamu malına zarar verme ve muhtemelen anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs.”

           “Ne anayasal düzeni kardeşim? Terörist değilim ben.”

           “Ağırlaştırılmış müebbetle karşı karşıya olabilirsiniz.”

           “Siz kontrolü Sinem Hanım’a verene kadar konuşmayacağım.”

           Tevfik sözünü tuttu ve emniyet amirinin iki dakikalık tehdit dolu mesajlarına rağmen ağzını bıçak açmadı. Sonra o tanıdık sesi duydu.

           “Tevfik,” dedi Sinem. “Yakıtın ne kadar kaldı?”

           “Beklediğimden hızlı tükeniyor. Az var.”

           “İnişe geçiyorsun değil mi?”

           “İnişe geçecektim.”

           “Fikrini mi değiştirdin?”

           Tevfik, uçağın yönünü güneye doğru kırdı.

           “Önce Bodrum’u yeniden görmek istiyorum.”

           “Bence artık inmelisin.”

           “Birazcık daha vakit ver bana. Lütfen. Hemen şurası.”

           Birkaç saniyelik sessizlik oldu.

           “Pekâlâ,” dedi Sinem. “Bulunduğun hızda on dakikada Bodrum’a gidip gelebilirsin. Hızını ve irtifanı koru. Ve… Dikkatli ol, tamam mı?”

           Tevfik güneye, Bodrum’a doğru süzülmeye o kadar odaklıydı ki kafa sallamasını Sinem’in göremeyeceğini aklından bile geçirmedi. Arkasında, asgari mesafeyi koruyarak ilerleyen iki askeri jet gölgesi gibi onu takip ediyordu.

           Gümüşlük ve Turgutreis kıyılarında altı bin feet’te süzülürken Bodrum’a bir kez daha hayran oldu.

            “Sinem,” dedi. “Bodrum’u keşke benim gözlerimle görebilsen şu an.”

           “Keşke,” dedi Sinem.

           “Kıyılarındaki bembeyaz evleriyle resmen gelinlik giymiş gibi. Çok güzel. Ve… Ve büyüleyici!”

           “Yerinde olmak isterdim.”

           “Bodrum’un sadece yazın ünlü bir yer olması canımı sıkıyor. Kışın da ayrı güzel bence.”

           “Bence de.”

           “Tek eksiği ne biliyor musun?”

           “Ne?”

           “Kar.”

           “Kar mı?” diye sordu Sinem, kıkırdayarak.

           “Evet, kar,” dedi Tevfik, hevesle. “Düşünsene kar beyazının Bodrum evleriyle ne de güzel bütünleşeceğini.”

           “Güzel olurdu gerçekten.”

           Turgutreis’ten Bodrum’un merkezine doğru ilerledikçe Çarşı’nın hareketli sokakları ve rengarenk dükkanları giderek daha belirgin hale geliyordu. Tevfik, manzarayı gözleriyle tararken, bir an için biraz daha dikkatle baksa Churchill Bodrum’un ahşap masalarını bile seçebileceğini düşündü. Bodrum’a son gelişinde tek başına değildi. Bu sefer de tek başına olmak istemiyordu.

           “Sinem,” dedi Tevfik. “Kusura bakma ama birini aramam lazım. Kulaklığı çıkarıyorum.”

           “Hayır, yapma…”

           Sinem daha sözü bitiremeden Tevfik kulaklığı çıkarıp bir kenara atmıştı bile. Cebinden telefonunu çıkardı. Kendi kulaklığını taktı ve Funda’yı aradı. Funda sanki aramasını bekliyormuş gibi telefonu hemen açtı.

           “İş nasıl gidiyor?” diye sordu merakla.

           “Sana bir şey göstermek istiyorum,” dedi Tevfik. Telefonun kamerasını açtı ve aşağıdaki manzaraya doğru tuttu. “Bak, görüyor musun?”

           “Neredesin sen? Simülasyonda mısın?”

           “Hayır,” dedi Tevfik gülerek. “Bu sefer gerçekten uçuyorum.”

           “Aklını mı kaçırdın?! Nasıl?”

           “Nasılını boş ver. Sen manzaraya bak,” dedi Tevfik. Yutkundu. “Sana verdiğim sözü hatırlıyor musun?”

***

           “Yanıt vermiyor mu hâlâ?” diye sordu emniyet amiri endişeyle. Sinem başını iki yana salladı. Emniyet amiri öfkeyle yanındaki duvara bir yumruk attı. Sonra telefonu titredi. Telefonunu cebinden çıkarıp POLNET’e gelen e-postaya baktı. “Tevfik Karaağaç. Sicili temiz. Altı ay önce bir trafik kazası geçirmiş. O kazada kız arkadaşı Funda Balat’ı kaybetmiş. Bunlarız zaten biliyoruz. Geç… Geç… Mali dökümüne bakalım… Sürekli dışarıdan yemek söylüyor. Onun dışında bir tek aylık aboneliklerine para döküyor. Netflix, Prime… Bir dakika, şu ne?” Emniyet amiri telefon ekranındaki harcamayı etrafındakilere gösterdi.

           “Ben biliyorum!” diye atıldı Sinem’in yanında oturan genç çömez. “Yapay zekâ terapi aboneliği o.”

           “Nasıl bir şeymiş?”

           “Genelde yas sürecindekiler için kullanılıyor. Yapay zekâ, kayıp yaşayan kişinin yakınının verileriyle besleniyor ve o kişinin bir nevi terapistine dönüşüyor.”

           “Yani kaybettiğin kişi senin terapistin mi oluyor? Yas sürecini atlatman için, öyle mi?”

           “Evet, öyle.”

***

           “Sana verdiğim sözü hatırlıyor musun Funda?” diye tekrar etti Tevfik.

           “Evet, hatırlıyorum.”

           “Sana ‘bir gün beraber uçacağız’ demiştim. ‘Bodrum semalarında süzüleceğiz’ demiştim.”

           “Evet ama…”

           “Sensiz yapamıyorum Funda.”

           “Hayatta planlar yaparız ve işler çoğu zaman beklediğimiz gibi gitmez. Böyle zamanlarda sanki tüm dünya …”

           “Biliyorum!” diye bağırdı Tevfik. “Sanki tüm evren bize karşıymış gibi hissederiz. Oysa evren ne bizim yanımızda ne de karşımızdadır. O sadece kayıtsızdır.”

           “İşte bu yüzden yola devam etmeliyiz,” diye ekledi Funda.

           “Hayır işte, ben buna inanmıyorum,” dedi Tevfik. Güneye doğru manevra yaptı ve alçalmaya başladı. Başta kokpitin camının buğulandığını sandı ama sonra bunun uzun süredir dökülmeyi bekleyen gözyaşları olduğunu anladı. “İnanmıyorum çünkü evrenin kayıtsız olması, bize karşı olmasından çok daha ürkütücü. Eğer evren bize karşı olsaydı, en azından özel olduğumuza inanmak için bir nedenimiz olurdu. Ancak kayıtsız ve bu da ne yazık ki özel olmadığımız anlamına geliyor.”

           “Tevfik…”

           “Ben özeldim,” diye sözünü kesti. “Seninle özeldim...”

           “Tevfik, uçak alçalıyor…”

           “Bana şu şarkıyı söyler misin? Hani, şu odada söylediğin. Diline dolanan şarkı.”

           “Peki,” dedi Funda. Boğazını temizler gibi yaptı. “Teslim olmaya hazır bulmuşsan eğer. Bu gece nefesimizi son kez tutmuşsak eğer…”

           Tevfik, Funda’nın keyifli melodisini dinlerken uçağı Karaada’ya doğru alçaltmaya devam etti. Kuzeye bakan yamaç, güneyin beşerî dokusuna kıyasla sık ağaçlarla örtülmüş, vahşi ve dik bir görünüm sergiliyordu. Uçağı indirmek zorundaydı. Ne de olsa Sinem’e bir söz vermişti.

           Kızgın güneş tenini usulca kavururken gözlerini sakince ufka doğru kıstı. Her nefeste hayatın kendisini, yaşadığı her anın tarif edilemez acısını içine çekiyordu. Sanki o an zaman durmuştu ve dünya yerle bir olsa bile Tevfik’in umurunda olmazdı.

***

           “Karaada’ya doğru alçalmaya devam ediyor,” dedi Sinem endişeyle. “Hâlâ ulaşamıyoruz.”

           “Çarpacak!” diye bağırdı emniyet amiri. “Jetler neden onu vurmuyor?!”

           “Ateş etmenin daha riskli olduğunu düşünüyor olabilirler,” diye yanıtladı başmüdür.

           “Sikeceğim böyle işi.”

           Uçak Karaada'nın üzerine vardığında, Sinem'in radar ekranındaki sinyal aniden kayboldu. Sinem, bir anlık şaşkınlıkla donakaldı. Sonra başını ellerinin arasına koyup gözlerini kapadı.

           “Ne oldu kızım?” diye sordu emniyet amiri.

           “Kaybettik.”

           “Ne?”

           “Bitti. Her şey bitti.”

           “Allah kahretsin! Kaza yapacağı belliydi.”

           “Kaza değildi,” diye mırıldandı Sinem.

           “Ne dedin kızım?”

           “Kaza değildi.”

           “Nereden biliyorsun?”

           “Çünkü,” dedi dişlerini sıkarak. Emniyet amirinin gözlerine baktı. “On yıldır bu kulede hava trafik kontrolörü olarak çalışıyorum ve bu… Bu gördüğüm en kusursuz uçuştu.”

 


[1] TAFA: Turkish Airlines Flight Academy. (İng. Türk Hava Yolları Uçuş Akademisi)