İnsanlar, hayvanlar, ağaçlar, böcekler bir anda yok olur mu? Olur elbette, bir sel olur aparır, bir rüzgar olur uçurur; bir yangın olur küllerini savurur da bir bakmışsın yok olmuşlar. Hiç olmadı, toprağın altında yavaş yavaş yok olurlar biz farkına varmadan. Ya dereler, göller? Hele bir yağmur yağmasın birkaç yıl da o zaman görün siz. Peki, peki ya dağ? Dağ yok olur mu hiç? Böyle bir anda sabah kalktığınızda evvelki gün gördüğünüz dağ yok olur mu? O da olur, ben gördüm. Kel Dağ, öyle bir sabah, bir anda yok oldu. Gülşen abamın dediğine göre onu canavar yedi. Nurşen abama göreyse çok beğendikleri için uzak şehirlerden gelip götürdüler. Hangisi olursa olsun, koskoca dağ yok oldu.


Şehirde oturur, köye ancak bayramlarda giderdik. Köyümüz Kel Dağ ile Seyirlik Tepe'nin arasındaydı. Seyirlik Tepe, köyün arka yamacında bağların olduğu, baharda ya da yazın gidersek yeşilliğiyle insanı büyüleyen bir yerken Kel Dağ’da üç dört çalı gibi ağaçtan başkası bulunmazdı. Kel Dağ da aslında tepeydi ama belki de kelliğini örtsün diye köylüler ona böyle söylemeyi uygun bulmuşlardı. Birbirine mesafesi bu denli az olan iki tepenin bu kadar da alakasız olmasını aklım almazdı.


Babam yaz olsun, kış olsun her gidişimizde yürüyerek Kel Dağ’a gider, birkaç saat dolaşır gelirdi. Bense dedemin avlusundan babamın gittikçe ufalmasını seyrederdim. Niye Seyirlik'e değil de oraya gittiğini sorduğumda “Onun da canı var, kimse gitmezse bunalır, sıkılır, bir de bakmışsın yanardağ gibi patlar da halimiz nice olur.” derdi. O zaman mantıklı gelen bu cevaba sonradan inanmamaya başladıysam da bu yaşıma geldim, asıl sebebini bir türlü öğrenemedim. Şimdi de zaten… Belli ki güzel anıları vardı orada, belki annemi ya da ondan önce sevdiği kızı orada görmüştü ya da öpmüştü, ya da dedemle babaanneme kızdığında bir tek oraya gittiğinde rahatlamış, orada kimse onu ayıplamamıştı. Kim bilir? Şimdi o sözlerin en çok zihnimde yankılanan kısmı, kimse gitmezse bunalıp sıkılacağı ile ilgili olan kısmı.


Bayramları çok severdim. Her zaman, orada yaşayan olsun, bizim gibi sadece bayramda gelenler olsun bütün çocuklar hep bir arada olur akşama kadar çeşit çeşit oyunlar uydurur, bir şey bulamazsak da köyün tozlu yollarında koşturur dururduk. Ramazan Bayramı'nda götürdüğüm şekerler, Kurban Bayramı'nda yediğim kavurmalar, babaannemin benim o zamanki parmaklarımla yarışır sarmaları ve aldığım harçlıklar da cabası. Ramazan Bayramı'nı daha çok severdim. Babam bayram namazı için beni uyandırır, köyün taa öbür ucundaki camiye kim var kim yok birlikte giderdik. Dönüşte de büyüklerin ellerini öpüp harçlıklarımı aldıktan sonra kahvaltı sofrasına zengin bir çocuk olarak otururdum. Kurban Bayramı'nda ise ne kadar ısrar edersem edeyim uyandırmazlar, camiden çıkınca kurbanı keser, etlerle birlikte gelirlerdi. Ben de uyanır uyanmaz her zaman sağa sola bakınır, büyüklerden kimseyi göremez ve babaannemin elime tutuşturduğu peynirli bazlamayla avunmak zorunda kalırdım.


Size bahsettiğim bu olay olduğunda sekiz veya dokuz yaşındaydım. Kurban Bayramı için gitmiştik köye. Diğer amcalarım gelmemişler, biz de köye geç varmıştık. Akşam yemeğinde sadece dedemler, köydeki amcamın ailesi ve biz vardık. O zamanki aklıma göre bir tek ben küçüktüm sofrada. Ertesi sabah herkes kurbanla uğraşırken canımın sıkılacağını bir kez daha hissettim ve her zamanki gibi babama sabah beni de kaldırması için yalvara yalvara uykuya daldım. Babam sabaha kadar düşüneceğini, kararını sabah vereceğini söylemişti ve bu kaldırmayacağı anlamına geliyordu. Ne kadar “Söz ver!” dedimse de dinletemedim.

Sabah uyandığımda evde sadece babaannem, amcamın kızları Gülşen ve Nurşen abalarım vardı. Annemle yengem köyün öbür ucuna kurbanın kesileceği akrabamızın evine gitmişlerdi, erkekler de namazdan sonra oraya gitmiş olmalılardı. Babaannem her zamanki gibi sıcak bazlama pişiriyor, ablalarım bitmeyen işlerden biriyle uğraşıyordu. Gözüm yarı kapalı bir şekilde babaannemin yanına gittiğimde namazın da kurbanın da kaçtığının farkındaydım. Kurban eti gelmeden yemek sadece bana has bir ayrıcalık olduğu için babaannemin verdiği bazlamayı nazlanmadan elime alıp kapının önüne çıktım.


Dışarı çıkmamla evin içinde en yakında olan Nurşen abamın yanına dönmem bir oldu. Çekiştirerek onu da dışarı çıkarıp karşıyı gösterdim. Zar zor “Kel Dağ yok!” diyebildim. Nurşen abam baktı, güldü. Namazı kaçırmış olsam da hâlâ saat erkendi ve hava serinceydi. Güneşten iz yoktu, daha dün eve girerken yerinde bıraktığım Kel Dağ bir anda ortadan kaybolmuştu. Değil benim yaşımdaki bir çocuğu, koca koca adamları da ürpertecek bir hava vardı. Abam gülümsemesini bastırıp “Canavarlar yemiş olmalı.” dedi. Babaannemden de dedemden de köye inen canavarları, telef ettikleri hayvanları duyduğumu hatırladım ama koskoca dağı nasıl yiyebileceklerini aklım almamıştı. “Yalan söylüyorsun!” diye bağırdım. “İnanmazsan Gülşen abama soralım.” dedi. O hem ondan büyüktü, hem beni daha çok severdi. “Tamam...” diye cevap verdim.

Hemen Gülşen abamın yanına gidip bu sefer onu çekiştirdim kapının önüne. Bu sefer ona karşıyı gösterip “Nurşen abam,” dedim nefes nefese “Kel Dağ’ı canavarlar yedi diyor.” İki kız kardeş göz göze geldiler. “Kandırmasana çocuğu.” dediğinde derin bir nefes aldım ama hâlâ koskoca dağa ne olduğunu anlayamamıştım. “İzmir’dekilerin bizim Kel Dağ’ı çok kıskandığını duymuştum. Onlar alıp götürmüş olmalı.” dedi Gülşen abam. Sonra da ekledi “Ama merak etme, ne yapar ne eder geri alırız dağımızı.” Ortanca amcam İzmir’de yaşıyordu ve İzmir çok uzaktı. O anlatmış olmalı diye düşündüm başta. Sonra yüzlerine bakınca ve ikisinin de güldüğünü görünce bunun da yalan olduğunu anlayıp tekrar içeri koştum.


Babaannemi ne yaptıysam yerinden kıpırdatamadım. Zaten yarı ağlamaklı konuştuğum için ne dediğimi de pek anlamıyordu. “Kel… Dağ… Yok…Nurşen… Canavar…Gülşen… İzmir.” Babaannem “Koca dağ gider mi oğlum hiç, bak işim var.” diye başından savdı. Boynum bükük tekrar dışarı çıktığımda ablalar tekrar işlerine dönmüşler, Kel Dağ yok olduğu için anlamadığım bir şekilde neşeli neşeli çalışıyorlardı.

Bense başta dağın olduğu yere kadar gidip bakmak istediysem de havanın kasveti yüzünden korktum, avludan da dışarı adımımı atamadım ve her çaresizliğimde elimdeki bazlamadan daha büyük bir ısırık aldım. Sonra evin arkasına gidip bakmaya karar verdim. Seyirlik Tepe'ye baktım. O da biraz garip duruyordu ama oradaydı işte. Koşa koşa tekrar avluya döndüm. Elimdeki bazlamanın arasından dökülen peynirler ilk defa bu kadar önemli değildi. Kel Dağ hâlâ yoktu.


Birden bunu babama nasıl söyleyeceğim sorusu aklıma geldi. Gerçi şimdiye kadar çoktan fark etmiş ve çok üzülmüş olmalıydı. Buna bir çözüm bulmalıydım ama aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Ya fark etmediyse, diye düşünüp ürperdim, böyle bir şeyi asla ona söyleyemezdim. Cesaretimi topladım ve yola inip diğer komşulara sormayı düşündüm ama havanın garipliği ve herkesin kurban kesimiyle uğraşması sebebiyle komşu evlerin yamacına yamacına gidip geri döndüm. En son çaresiz kalıp bana kızacak kimse de olmadığı için, evin önünde kuru betona oturup ne yapabileceğimi düşünmeye başladım. Babaanneme gitsem yine kovacak, ablalarım bana yine güleceklerdi. Aklıma bir türlü bir şey gelmiyordu.


Ne yapacağımı bilemez bir vaziyette beklerken bir anda önümde beliren şeyden ürpererek kafamı yukarı kaldırdım. Babam sinirle içeri seslenecekken beni görüp bağırmaktan vazgeçmiş, kafamı okşadıktan sonra yine de gür sesiyle “Gülşen, Nurşen kızım anneniz nereye koyduysa şu büyük bıçakları getirin.” diye bağırmıştı. Benim de namaza gidemediğim için mutsuz olduğumu sanıp “Çağırdık ama uyanmadın.” dediğinde babaanneme söylediklerimi ona tekrarladım. “Kel... Dağ… Yok… Nurşen… Canavar…Gülşen… İzmir.” O anladı tabii hemen ne demek istediğimi. Yanıma oturup başımı okşadıktan sonra “Abaların şaka yapmış sana,” dedi. “Koskoca dağ yok olur mu? Hem de Kel Dağ? Öyle bir şey olsa başta ben köyün altını üstüne getiririm, bilirsin.” diye ekledi. Kel Dağ’ı ne çok sevdiğini biliyordum tabii, zaten üzüntüm ondandı ama babam çok sakindi. Sadece yengemin unuttuğu bıçaklara kızmıştı. Kafamı “tamam” anlamında salladım ama hâlâ Kel Dağ’ı göremiyordum. Babam bu kafa karışıklığımı anlayıp “Bu gördüğünün adı sis. Bulut gibi ama yere daha yakın. Bazen bizim evin orada da olur ya hani, hava sabaha doğru soğumuş da ondan olmuş.” dedi. Benim hâlâ mutsuz olduğumu görünce “Yarım saate hava ısınır, sis kalmaz, sen de Kel Dağ’a kavuşursun.” deyip Gülşen abamın tedirgin bir şekilde elinde tuttuğu bıçakları alıp gitti.


Başka zaman olsa peşinden gitmeye kalkardım ama aklım hâlâ Kel Dağ’daydı ve oradan ayrılırsam geri gelip gelmediğini öğrenemeyecekmişim gibi geldi. Daha önce sis görmüştüm ama bu kadarını ilk defa görüyordum ve aklım almıyordu. Tam yarım saat hiç hareket etmeden bekledim. Sis yavaş yavaş dağılmaya başladıkça Kel Dağ parça parça göründü, benim de yüzüm gülmeye başladı. Sonunda sis tamamen gidince ablaları içerden çağırıp gösterdim: “Bana yalan söylemişsiniz, bakın!” dedim gururla.

Tabii sonra yıllarca dalga geçtiler benimle de o farklı mevzu. Başta demiştim ya konumuz, koskoca dağ yok olur mu olmaz mı sorusu.


Yıllar geçti o bayramdan sonra ben büyüdüm, bizimkiler yaşlandı. Dedemle babaannem öldü, köye de Kel Dağ’a da pek gitmez olduk. Ben üniversiteyi bitirene kadar babamın saçları döküldü. Sonra iş hayatı, evlilik derken babam benim Kel Dağ’ım oldu. Çalışmaya başladıktan sonra iş yerinde ne zaman canım sıkılsa gittim o Kel Dağ’a; evle, çocuklarla ilgili ne derdim olsa yanına vardım. Konuşsak da konuşmasak da rahatladım o dağın eteğinde.

Ve bugün babamı, Kel Dağ’ımı toprağa verdik. Cenazede uzun zamandır görmediğim Nurşen ve Gülşen abalarım da vardı. “Söyleyin ne olur, canavarlar mı yedi? İzmir’dekiler mi götürdüler çok sevdikleri için?” diye sorasım geldi, yutkundum. “Dostlar sağ olsun.” dedim.

Kel... Dağ… Babam… Ne… Oldu?