I


Bazıları hayatın prangasında asılı kalırdı. Hareket ettiremezdi hiçbir uzvunu; hayat coşkun bir nehir misali akıp giderken çevrelerinden, onlar sert bir kayalık gibi hareket etmezdi. Otururdu oracıkta, yüzündeki miskin tebessümle izlerdi olanları.


Kırlangıç da öyleydi. Miskin miskin etrafa bakıyor, bazen oturduğu daldan kalkıp başka bir dala konmaya yelteniyordu. Tabii bu bazen olurdu. Genellikle tünediği yuvasından kendine av bulmak için kalkardı. Zamanının çoğunu aşamadığı bir üşengeçlik dalgasına kaptırmıştı.


Yine dalın üzerinde otururken yandaki daldan bir hışırtı duydu. Kendisini avlayabilecek bir yaratık olduğunu düşünmüyordu, öyle olsaydı bu hışırtı çok daha sert ve gür olurdu. O yüzden kafasını bile oynatmaya tenezzül etmedi.


Fakat hışırtı kesilmiyordu. Arka arkaya devam ediyor, kırlangıcı tetikliyordu. Bu sefer oynak kafasını atik bir hareketle sola çevirdi. En başta gördüğü nesnenin ne olduğunu anlayamadı ama sonradan bunun cılız bedenine kanatlarını sarmış bir kelebek olduğunu gördü. Gözlerini kısarak yerinde hafifçe sallanan kelebeği izlemeye başladı. Narin kanatları yer yer mordan pembeye evriliyor, yer yer yeşilden maviye geçiyordu. Renklerin tezatlığı çok güzel bir cümbüş çıkarmıştı ortaya. Kırlangıç, ne de olsa kelebek onu izlediğimi görmüyor diyerek hayranlığını gram gizlemeden izlemeye başladı kelebeği.


Kelebeği izledikçe izliyor, sanki bu en derinlerinden doğan bir içgüdüymüş gibi onu izlemeye karşı koyamıyordu. Ama nedense kelebek; dakikalardır aynı pozisyonda, kanatları etrafında sarılmış bir vaziyette duruyordu. Kırlangıç dikkat ettiğinde kelebeğin aslında ağladığını gördü. Ne olduğunu bile anlayamadan ağzı açıldı.


"Niçin ağlıyorsun, Kelebek?"


En başta kelebek yerinden oynamadı fakat sonra sanki söylenenleri yeni idrak etmiş gibi kafasını kaldırdı olduğu yerden. Kırlangıca mahzun bir bakış attı.


"Bana mı dedin?"


Kırlangıç, en az kanatları kadar güzel bir sesi olduğunu düşündü.


"Eh, burada başka kelebek olmadığına göre..."


Kelebek, kırlangıcın yanıtı üzerine usulca önüne döndü; sanki büyük bir buhranın içerisindeymiş gibi dümdüz bir biçimde önünü izlemeye başladı. Kelebek öylece bir put misali durdukça kırlangıcın da merakı hat safhaya ulaşıyordu.


"Cevap vermeyecek misin?" dedi kırlangıç meraklı bir sesle.


Kelebek, kırlangıcın suali üzerine nazlı nazlı kafasını yana çevirdi; göz pınarından akmayı bekleyen son yaş damlasını da sildi. Söylemekle söylememek arasındaki inci çizgideydi.


Fakat sonra söyleme kararı verdi.


"İki saat sonra öleceğim."


Acı gerçek sanki cümlelerle ifade edilince daha ağır gelmişti kelebeğe. Elle tutulur, somut bir gerçek gibi... Bunu fark eden kırlangıç da acı acı iç çekti. Her zaman için bazı canlıların yaşam süresinin diğerlerine nazaran daha kısa olmasının bir haksızlık olduğunu düşünmüştü.


"Çok acı." dedi kırlangıç, gerçekten acı dolu bir sesle.


"Nedir acı olan?"


"Bir günlük kısacık bir ömre sahip olmak."


Kelebek güler gibi ince, tiz ve anlaşılmaz bir ses çıkardığında kırlangıç şaşırdı.


"Hayır, aptal. Kelebekler daha uzun yaşar."


Kırlangıç, kelebeğin ona aptal demesine hafif bozulmuş olsa da sırıttı.


"Ama tabii," diye devam etti kelebek. "Ben sadece bir hafta yaşayabildim."


Kırlangıç, kelebeğin güzel yüzünün yine kederle büzüştüğünü görünce onu teselli etmek istedi. Fakat iki saat sonra öleceğini söyleyen birisine ne denilirdi ki?


"Nereden biliyorsun ki iki saat sonra öleceğini? Madem kelebekler biraz daha yaşayabiliyor, sen de yaşarsın o halde."


Kelebek, inatçı küçük bir çocuk gibi omuz silkti.


"Öleceğim, hissediyorum."


Kırlangıç kaşlarını çattı, onun nasıl böyle emin olabildiğini aklı almıyordu.


"Ama nasıl?" diye diretti.


"Öleceğim işte!"


Kelebeğin bu patlaması üzerine iki dakikalığına sustular. İkisi de önlerine döndü. Ortamda diğer dallarda öten cırcır böceklerinin ve rüzgarın yarattıklarının dışında hiçbir ses yoktu. Kırlangıç bu süre zarfında da kelebeğe yan gözle bakıyor, o ne zaman kederlense kendisini kötü hissediyordu. En sonunda ömrü boyunca üstüne yapışmış miskinlikten silkindi, aklına gelen dahiyane fikri kelebeğe söyledi.


"Madem iki saatlik ömrün kaldı, öyleyse o iki saati benimle geçir."


Kelebek, yine narin kanatlarının arasına gömdüğü kafasını oradan usulca çıkardı.


"Zaten seninle geçiriyorum." dedi hafif çatlak, biraz da hassas bir sesle.


"Öyle değil." dedi kırlangıç. Bulunduğu dal üzerinden iki adımını sola doğru, kelebeğe doğru attı. Kelebeğin vereceği tepkiye baktı ama kelebek tamamen ifadesizdi. Ne ona yaklaşması için ona yüz veriyor ne de onu itiyordu. Yine de kırlangıç, kelebeğin onu itmemesinden faydalanarak ona biraz daha yaklaştı küçük adımlarıyla.


"Kalan iki saatini, gerçekten benimle geçirir misin?" dedi kırlangıç kelebeğin gözlerinin içine bakarak.


Kelebek de sarsakça iç çekti, kabullenişinin belirtisi olarak kafasını salladı.


"Belki iki saatimi değil ama kalan son bir buçuk saatimi seninle geçiririm."



II


Kırlangıç ile kelebek, çocuksu bir yarışın içerisindeydiler. Belirledikleri noktaya ilk ulaşan, diğerini suya atacaktı. Çoğu kuş suda ıslanmaktan nefret ederdi ve bundan ötürü ceza yerinde bir cezaydı. Kırlangıç, bunu kelebeğe ilk kez teklif ettiğinde onun bunu asla kabul etmeyeceğini düşünse de o kabul etmişti. Kelebeğin kabul etmesi üzerine kırlangıç büyük bir megolomaniye esir düşse de kelebeğin en az onun kadar hızlı uçtuğunu görünce afallamıştı.


Varış noktasına az kalmıştı, kırlangıç dönüp dönüp kelebeğe bakıyor, onun nerede olduğunu ölçüyordu. Aslında istese onu geçebileceğinin idrakındaydı ama kelebek o anda öyle bir sevinç içerisindeydi ki kırlangıç sırf o kazanabilsin diye hızını bilerekten düşürdü. Bu hiç ona uygun bir davranış olmasa da bunu düşünmeyi sonraya erteledi.


En sonunda kelebek varış noktasına ulaştı, kanadını ağacın kovuğuna değdirdi. Yarım saniye sonra kırlangıç geldiğindeyse kelebek ona büyük bir sırıtış bahşetti. Bu sırıtış kırlangıcı gıcık etse de rolünden ödün vermedi, bunu sürdürmeye kararlıydı.


"Şimdi beni küçümsediğine pişman mısın?" dedi kelebek alaycı bir ifadeyle.


Kırlangıç yan dönerek kelebeğe baktı. Çoktan iki, daha doğrusu bir buçuk saat sonra öleceğini unutmuşa benziyordu.


"Eh, hakkını vermeliyim. Bir kelebeğe göre oldukça iyi uçuyorsun."


Kelebek yüzündeki gururla daha geniş gülümsedi, kırlangıca yaklaştı.


"Hadi bakalım, gidiyoruz."


"Nereye?" dedi kırlangıç bilmesine rağmen.


"Bilip de bilmezlik yapma! Madem kaybettin, öyleyse cezasını çekeceksin."


Kırlangıç yüzünü buruşturdu, işin en nefret ettiği yeri de buydu işte. Sırf kelebek mutlu olsun diye yaptığı şey, onun için ıslak kanatlara ve en az iki gün süren üşütmeye mal olacaktı. Kısıkça homurdandı.


"Beni takip et, seni bildiğim bir şelalaye götüreceğim." dedi kelebek yeniden kanatlarını göğe doğru açarken. Kırlangıç da onu taklit etti, birlikte hafif rüzgarlı havada süzülmeye başladılar. Kelebek önde, kırlangıç arkadaydı. Kırlangıç göğe doğru ufak bir bakış attı. Hafif bir rüzgar olsa da güneşli ve güzel bir havaydı. Ölüm ya da bir matem için fazla aydınlık, fazla güzel bir gündü bu. Eğer kelebek ölecekse o gün bu gün olmamalıydı.


Birkaç dakika sonra sağa saptılar, ardından sola. En sonunda kelebek hafifçe alçalmaya başladığında ineceklerinin sinyalini aldı. Kırlangıç, hemen önlerinde gürül gürül çağlayan bir şelale gördü. Şimdiden soğuktan kemiklerinin birbirine girdiğini, kelebeğin hınzırca güldüğünü duyumsuyordu.


Hemen şelalenin yanındaki çalılığa iniş yaptılar. Kelebek kırlangıca döndü. Memnuniyet, çehresinde yerli yerindeydi.


"Yapacağın şey çok basit, sadece şelalenin altına girip beş saniyecik bekleyip çıkacaksın."


Kırlangıç, kelebeğin bunu sanki çok basite indirgenebilir bir şeymiş gibi söylemesine uyuz olmuştu.


"Olmaz," dedi kırlangıç huysuz bir sesle. "Sen beni öldürmek mi istiyorsun, beş saniye çok uzun."


"Tamam o halde, üç saniye olsun."


"Bir!"


"İki?"


Kırlangıç kesik ve bıkkın bir nefes vererek şelaleye doğru ilerlemeye başladı.


"Pekala, iki olsun..."


Kelebek, heyecanla kanatlarını birbirine çırptı. Kırlangıcın arkasından ilerledi, tam olarak şelalenin önünde durdular. Onların küçücük bedenleri nazaran şelale büsbüyüktü. Bu biraz da olsa kırlangıcın gözünü korkutmuştu, sanki şelalenin altına girerse akıntıya kapılıp gidecekmiş gibi bir hissiyata kapılıyordu. Kelebek, kırlangıcın aklından geçenleri anlamış gibi ona cesaret vermeye yeltendi.


"Sakin ol, alt tarafı biraz ıslanacaksın, o kadar."


"Alt tarafı ıslanacağım, o kadar." dedi kırlangıç aynı şekilde, sanki bu lafları kendi kendine telkin etmek istiyormuşçasına.


İçinden on saniye tutmaya başlamıştı. Aslında on saniye dolunca gerçekten suya atlayacaktı ama kelebek onun kadar sabırlı değildi. Ne olduğunu anlayamadan kelebek tarafından suya itildi, soğuk bir ıslaklığın küçük vücudunu boydan boya kapladığını hissetti. Acı bir feryat koparken boğazından, yükselmek için debelenmeye başladı. Var gücüyle akan serin sudan çıkması birkaç saniye sürdü. En sonunda çıktığında arka arkaya küfürler yağdırıyordu. Kelebeğin de kırılırcasına gülmesi öfkesini daha çok alevlendiriyor, daha yaratıcı küfürler etmesine sebebiyet veriyordu.


Hala gülmekte olan kelebeğin yanından tüylü kanatlarını ona çarparak geçti. Tüylerine asılı kalmış su taneciklerini kuruması için güneşin altına girdiğinde tir tir titriyordu. En sonunda kelebek, ritmik ve sinir bozucu gülüşü bittiğinde usul usul adımlarla kırlangıca adımladı. Kırlangıç dümdüz bir şekilde ilerideki ağaç kovuğuna bakıyor, ağacın sahip olduğu halkalardan yaşını hesaplamaya çalışıyordu. Kelebeğin suçlu adımları en sonunda kırlangıcın yanında bittiğinde ona kısık bir sesle sordu.


"Çok mu kızdın bana?"


Kırlangıç ona yandan yandan bakarak cevapladı.


"Zaten girecektim suya, beni itmen çok lüzumsuzdu."


Kelebek bir süreliğine sessiz kaldı, ardından zihninde zonklayan ve sesini bastıramadığı düşünceyi dillendirdi.


"Beni götürmek istediğin bir yerler yok mu?"


Kırlangıç, kelebeğin ona yönelttiği ve altında yatan manayı kavrayamadığı sual üzerine ona doğru hafifçe döndü. Kelebek, kanatlarını belli belirsiz birbirine değdirdi; sanki dilinin hemen ucunda bulunan ama bir türlü söylemediği bir şeyi zihninde saklıyor gibiydi.


"Az zamanım kaldı, hatta çok az." dedi olabildiğine kısık bir sesle. "Ben ölmeden önce hiç mi bir şey yok bana göstermek istediğin?"


Kırlangıç, kelebeğin sorusunu anladığında küçük yüreğinin koca bir taşla acımasızca, riyakarca dövüldüğünü hissetti. İrisleri küçüldü, hemen hemen bir iki saattir tanıdığı bu kelebek için hissettiği mateme hayret etti.


Fakat sonra çok boş yaşadığını fark etti kırlangıç. Altı yıldır süregelen bu hayatını düşündüğünde neredeyse kayda değer hiçbir şey gelmiyordu aklına. Günlerini temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra sonlandırıyor, bu acı monotonluk önünde sonunda bir kısır döngü halini alıyordu.


"Ben... Bilmiyorum, hiç düşünmedim." dedi kırlangıç belli belirsiz. Bütün hayatını boşa geçirmiş olmanın verdiği o boşluk hissinin kelebek tarafından fark edilmesini istemiyordu.


Kelebeğin histerikçe güldüğünü duydu. Herhalde, bütün zamanını bir ağacın kovuğuna tüneyip orada geçiren kırlangıca uzun yıllar bahşedilmesine rağmen kalbinde büyük bir yaşama sevinci olan ona ancak bir haftalık ömür biçilmesinin ironisineydi bu güldükleri. Kırlangıç tamamen tünediği yetmiyormuş gibi kendini daha fazla bastırdı ağacın kovuğuna. Keşke şimdi tam buracıkta yok olsam, diye düşündü.


Belki yarım saat, belki birkaç dakika ya da birkaç saniye öylece durdular. İkisi de bir şey demedi, onlar yerine sessizlik konuştu. Bazen öyle anlar olurdu ki kelimeler kifayetsiz kalırdı. Onlar da bıraktılar, hafifçe derilerini okşayan uğultulu rüzgar konuşsun.


En sonunda kelebek derin bir şekilde iç çektiğinde kırlangıç girdiği transtan çıktı. Kelebek ona doğru döndüğünde yüzünün bu denli huzurlu olmasını beklemiyordu.


"Pekala... Madem senin beni götüreceğin bir yer yok, ben seni götüreyim öyleyse."


Kırlangıç konuşmadan kafasıyla onayladı. Kelebek bunu gördüğünde ağacın kovuğundan çıktı, havada oldukça yavaş bir biçimde süzülmeye başladı.


"Beni takip et."


Kırlangıç da açılmamaya yemin içmiş, uyuşmuş uzuvlarını zorladı ve kelebeğin peşi sıra giderken yaşadığı dejavuyu göz ardı etti. Daha doğrusu, etmeye çalıştı.


III


Kırlangıç, meraklı ve gözlemci bakışlarla etrafı incelemeye başladı.


Uzun, eşit olacak şekilde budanmış çimlerin arasında ağırlıklı olarak zambaklar ve kasımpatılar vardı. Evet, aslında burası da tıpkı diğer vadiler gibiydi ama sanki... Sanki buranın daha büyüleyici, daha mistik bir yanı vardı. Ayrıca bu uzun sıra vadiler arasında tek ağaç, vadinin sonundaydı. Kırlangıç, o ağacın bir asırdır orada olduğunu tahmin ediyordu.


Usulca, ağacın koca koca dallarından sadece birine kondular. Kelebek, tıpkı ilk tanıştıkları zamanki gibi gözlerini hiç ayırmadan ufka bakmaya başladı. Aradaki tek fark, bakışları daha solgun lakin bir o kadar da olgundu. Ölümün tesirinin altından çıkmış, kabulleniş aşamasına girmişti.


"Burası kozadan çıktığım yerdi." diye mırıldandı kelebek. Kırlangıç bir an için ne diyeceğini bilemese de aslında kelebeğin bir şey demesine ihtiyaç duymadığını biliyordu.


"Yaşamımın ilk bir buçuk ayını daha çok zamanımın olduğunu düşünerek fuzuli bir keyifle geçirdim. Belki de asıl fuzuli olan şu anki kederimdir, bilmiyorum. Sonuçta bugüne dek milyonlarca kelebeğin başından geçti bu."


Hep yaptığı gibi çarptı kanatlarını birbirine.


"Ama sonra, her geçen gün azalan günlerim beni korkutmaya başladı. Zamanı durdurmak istedim ama ne yaparsam yapayım gök yine karanlığa bürünüyordu."


Sustu, bir kez daha sustu. Fakat bu da kırlangıcın konuşması için değil, kendi dediklerini hazmetmesi içindi.


"Kanatlarımın kırılacağını bilmeme rağmen yüksekten uçtum. Ama şimdi anlıyorum."


Ortamda yeniden derin bir sükunet boy gösterdi. Yapıca daha heybetli olan kırlangıç, nedense kelebeğin her lafında ezildiğini hissediyordu.


"Neden burası?" diye sorabildi kırlangıç.


"Bir efsane vardır... Doğduğun yerde ölürsen ancak o zaman ruhun huzura kavuşabilirmiş. Döngü tamamlanır, ait olduğun yere önü sonu dönermişsin."


Kırlangıç; kelebeğin bakışlarının bir külçe misali ağırlaştığını, kanatlarının hafiften titrediğini fark etti. Ani bir şok bütün zihnini ele geçirdi. Kelebek öleceğini söylemesine rağmen sanki hiç ölmeyecekmiş, bütün günleri böyle geçireceklermiş gibi geliyordu. Daha iki saattir tanıdığı bu kelebeğe karşı duyduğu yakınlığın hayretini üstünden atamazken şimdi de onu kaybedecek olmanın matemiyle boğuşuyordu.


"Kanatların titriyor." diye fısıldadı kırlangıç.


"Biliyorum, öleceğim." dedi kelebek yüzü hazin bir gülümsemeyle bükülürken.


"Gitmeni istiyorum Kırlangıç. Ölürken huzura kavuşmak istiyorum."


Kırlangıç ses etmedi, sadece ritmik bir şekilde ağlıyordu.


"Senin aksine, ben senin neden ağladığını biliyorum. Sen, ben öleceğim için değil, benimle geçirdiğin zaman ölecek diye üzülüyorsun. Ama bilmelisin ki anılar hiç uçmaz lakin zaman uçar."


Kırlangıç, bunun kelimesi kelimesine doğru bildiği için cevap veremedi.


"Ne yapmamı istiyorsun?"


"Söz vermeni."


Kırlangıcın keskin bakışları kelebeğe döndü. Ne söyleyeceğini adı kadar iyi bilse de ondan da duymak istiyordu. Söylediği şeyi işitmek, beynine kazımak, hatta elinden gelse onu zihninin en ücra köşelerine kazımak...


"Yaşa." dedi kelebek de kırlangıca dönerken. "Benim yerime de yaşa ama en çok kendin için yaşa. Hayatın ellerinden kayıp gitmesine izin verme."


Kırlangıç, belli belirsiz bir şekilde kafasını salladı. Anlamıştı.


O saniyelerden sonra vedalaştılar çünkü kelebek daha fazla dayanamayacağının idrakindeydi. Kırlangıç ne kadar ebedi bir inatçılıkla o hayata gözlerini yumarken yanında kalmak için dirense de bu, kelebeğe işlemedi. Ölmeden önce istediği tek bir dileği vardı, bunu da görmezden gelemezdi. Kırlangıç son kez kelebeğe uzun uzun baktı, ardından geriye dönmek için can çekişen kanatlarını yok saymaya çalışarak hazin bir miskinlikle uçmaya başladı. Arada sırada kafasını döndürüp kelebeğin orada olup olmadığını kontrol ediyor, denge merkezi bozulup düşecek gibi olsa da bunu yapmaya devam ediyordu.


Fakat bir süre sonra bütün görüntüler birbirine girdi, kelebeğin küçücük bedeni koca koca ağaçların arasında kayboldu. Kırlangıç, tam olarak onu görememeye başladığı anda durdu ve gelişigüzel bir dala kondu. Binlerce askerin ayak çırpışını andıran, kalbinden nükseden sesleri yok sayarak dalda bir oraya bir buraya hareket etmeye başladı.


En sonunda, daha fazla dayanamayacağını anladığında çok hızlı bir şekilde kelebeği bıraktığı yere doğru uçmaya başladı. Oraya vardığında kelebeğin gözlerini tamamen bu dünyaya kapamadan önce beyaz bir yalan söylediğini bilse de yine de kendini hayal kırıklığına uğramaktan alıkoyamadı.


Çünkü onu bıraktığı dalda cansız bir beden görmeyi beklerken bir hiçle karşılaşmıştı.


Belki de böylesi daha iyiydi, o bedenin hafızasına bir çivi kazınmasındansa bir muallak olarak kalması, kendi hayal gücüne göre kelebeğe bir son yazması... Ruhunun bulutlar üzerinde hafifçe ve sakince süzülmesini hayal etmek böyle daha kolaydı çünkü.


O günün gecesi boyunca kırlangıç, olduğu yerden bir an olsun ayrılmadı. Halbuki sabahki havaya karşın delicesine sağanak vardı, tıpkı kelebeğinin ölümüne ağıt eder gibi... Kırlangıç da ıslanmaktan nefret etmesine rağmen olduğu yerden bir milim kıpırdamadı ve kanatlarının ıslanmasına izin verdi. Kalbinde ve ruhunda yerini dolduramadığı derin bir boşluk vardı. Lakin bu boşluğun çoğu kelebeğin ölümüne değil, hayatından kopup giden yıllara aitti.


Sabaha doğru sağanak duruldu, yağmur kesik kesik yağmaya başladı. Güneş, bulutların arasından kendini belli etmeye başladıkça kırlangıcın içindeki boşluk ve derin matem yavaş yavaş silindi. Onun yerini büyük bir özlem kapladı.


Ne de olsa her gecenin bir sabahı vardı.