Bir yıldan beri Covid-19 salgınıyla yaşıyoruz. Salgının tüm dünyaya yayılıp bu kadar uzun süreceğini ve böylesine yıkıcı bir sürece yol açacağını kimse düşünmemişti sanırım. İşin uzmanları bazı öngörüler ileri sürmüşlerdi elbette ama bunlara inananların sayısı herhalde pek fazla değildi. İnanmak istememişti dünya. 


Eski salgınlar tıp ve teknolojinin bugünkünden çok çok gerilerde olduğu zamanlarda çıkmıştı. Güncel bir salgının öncekiler gibi olmayacağı, dünyayı ele geçirmeden önleneceği düşünülüyordu teknolojik gelişmişliğe güvenilerek. 


Beklendiği gibi olmadı. Tarihteki yerimizi aldık. Uzak bir gelecekte insanlar Covid-19 salgınına bakıp gelişmişlik düzeylerinin kendilerini koruyacağını düşünecekler tıpkı bizim geçen yıla kadar düşündüğümüz gibi. İspanyol gribiyle ilgili bilgileri okuyup 100 yıl sonrasında yaşıyor olmayı şans saydığımız gibi. 


Uzun süreliğine evlere kapanmamıza yol açacak bir salgın olasılığından tamamen uzak yaşadığımız gerçeği çarpıldı yüzümüze ilkin. İnsanoğlu, sürekli üretmesi ve tüketmesi gereken bir düzen kurmuştu. Düzenin sürdürülebilirliği durmaksızın devinmeye bağlıydı. Durursa batacak bir gemi yapmıştı. Durdu ve batıyor yavaş yavaş.


Salgının birçok alanda her gün daha da derinleşen olumsuz etkileri var. Ekonomideki yıkımlar daha çok konuşuluyor haliyle. Düzen adı verilen makineye bağımlılığın acı sonucu gereği. Psikolojik yıkımın nedenleri bile çoğunlukla geçim kaygısına bağlanıyor. 


Nereden bakarsanız bakın sonuç tek: Eski hayatlarımızı kaybettik. Toplum sağlığı kurallarına ısrar ve inatla uymayarak büyük bir vurdumduymazlık, sorumsuzluk, cehalet örneği sergileyen; canlarının istediği gibi davranarak hayatlarına kaldıkları yerden devam ettiklerini sananlar da dahil buna.


Eski hayatlarımızı kaybettik. Bir zamanlar bize ait olduğunun kanıtı olabilecek göstergeler olmasa belki de unutacağız. Facebook’ta “Bugün hatırlamak isteyeceğin anıların var” bildirimine tıklıyoruz ya da bir fotoğraf uygulamasının açtığı “Tarihte Bugün” bölümüne bakıyoruz. Galeride eski bir fotoğrafı ararken ekranı hızlıca kaydırıyoruz aşağıya. Fotoğraflar, fotoğraflar…


Fotoğraflarımıza bakıyoruz. Kalabalık bir mekanda arkadaşlarla toplanmış, yiyip içip eğlenmişiz. Herkes içe içe, dip dibe. Kabalık bir meydanda, caddede ya da etkinlikteyiz. Konsere, sinemaya, tiyatroya, gösteriye, törene, düğüne, festivale, maça gitmişiz. Sergi gezmişiz. Kitap fuarında, sevdiğimiz bir yazarın imza günündeyiz. Bir dostun, akrabanın evinde kalabalık bir sofradayız. Bir arkadaşla öğle yemeği yemişiz; bir kafede oturup çay, kahve içmişiz yahu! Bir kafede oturmak, bir şeyler içmek… İş çıkışı bir yerlerde takılmak… 


Bugün tüm bunlar nasıl da ulaşılmaz görünüyor gözümüze. Zahmetsizce ulaştıklarımız satın alınamayacak lükslere dönüşmüş. Hepsinden öte, bir zamanlar bu eylemleri yapabilmiş olmamıza şaşırıyoruz. En sıradan davranışlar, gündelik işler, rutin haline gelmiş eylemler, alışkanlıklar, uğraşlar, küçük zevk ve keyifler… Büyük, ne kadar da büyük görünüyor şimdi.


Kendi hayatımızı kıskanıyoruz. Başkasınınkini değil, kendi eski hayatımızı. Salgından önce özenmek, imrenmek, kıskanmak dışarıya dönüktü; başkalarının yaptıklarını yapmayı istemekti. Bugünse kıskanmak içe dönük bir eylem. Bir zamanlar rahatlıkla yaptığımız şeylere dönük. Kendimizi kıskanıyoruz nasıl da büyük bir arzuyla. Kendimiz gibi olmak istiyoruz, eski kendimiz. 


Yoğun bakımda virüsle pençeleşen biriyle eski bir fotoğrafımız düşüyor bazen önümüze. Bazen de savaşı kaybetmiş bir sevdiğimizin fotoğrafı. Ne güzel gülüp eğlenmişiz zamanında. Birlikte yaşlanmayı düşünmüşüz belki. Keyifle yaptığımız şeyleri sürdürmeyi, gelenekselleştirmeyi hayal etmişiz. Sahile iki sandalye atıp günbatımına dönük bir şeyler içmişiz. 


Bugün hepsi de bir mahrumun/mahkumun düşleri hükmünde. “Belki bir gün ulaşırım, kim bilir.” denilen büyük hayaller liginde. Eski hayatlarımız yerine ikame edilmiş prefabrik hayatlarımızda, yıkılanın yerine kurulan çadırkentsel hayatlarımızda, genişliğin ve konforun uzağına düşen konteyner hayatlarımızda eskiyi düşlüyoruz. Geçmiş özlenir, gelecek düşlenirdi eskiden. Özlemek sözcüğü düşlemek sözcüğünün içine karıştı bugün, özüne katıştı. Artık geçmişimizi düşlüyoruz. 


Herkes kendince düşlüyor, kendisi kadar, eski hayatınca. Sadece zevkler, keyifler, güzel alışkanlıklar, değerli sıradanlıklar değil elbette. Parasal kazançlar başta olmak üzere maddiyata dayanan şeyler de düşleniyor. Hükümetler de eski hayatlarını kıskanıyor. Eski oy oranlarını, eski güveni, eski düzeni… Herkes kıskançlıkla düşlüyor kendisini.


Maskeyi unutup da eve döndüğümüz oluyor. Çantayı, cüzdanı, telefonu unuttuğumuz günleri arıyoruz. Sadece birkaç yıl önce bize “Maskeyi unuttuğunuz için eve döneceksiniz, maskesiz dolaşırsanız ceza yiyeceksiniz.” denseydi ne düşünürdük? Zihnimizde ne canlanırdı? 


Burun akıntısı, öksürük, ateş, boğaz ağrımız olurdu. “Soğuk algınlığıdır, hemen de ilaca yüklenmeyeyim, nane limon kaynatayım, sıcak bir çorba içeyim.” derdik. Doktora gitsek kısa bir muayene sonrası bir iki ilaç yazılırdı en fazla. Bugünse aynı şikayetler aklımıza en kötü olasılıkları getiriyor. İnsanların bakışı değişiyor. Vebalı muamelesi görüyorsun. Yalnızlaşıyorsun. Herkes korkuyor. Doktorların basit bir muayeneyle hastaları evlerine gönderdikleri günler yok. Hemen test olmaya yönlendiriliyorsun. Öyle bir telaş ki eskinin soğuk algınlığı belirtileri bugün kanserden bile korkutucu hale gelmiş. Sağlık çalışanlarının eski hayatlarından ise bir iz bile kalmamış. Bizimkine göre daha da büyük onların kayıpları. Yangının orta yerinde su olmaya çalışmak… 


Mimiklerimizi kaybettik. Gözler gözleri görüyor, gözlerimiz konuşuyor sadece. Yüzlerimiz gözlerden ibaret. Yüzlerimiz eksik. Ağızlarımız saklı. Seslerimiz olmasa ağızlarımızın da kayıplığına hükmedeceğiz. Duygu dalgalanmalarına bağlı olarak sesimizin incelip kalınlaşması, alçalıp yükselmesi yok bugün. Onca ince ayrıntıyı da yitirdik. Artık nutuk atar gibi konuşuyoruz karşımızdaki bizi duyabilsin, doğru anlasın diye.


Sözlerimizin maskeyi aşıp karşı tarafta doğru çözümlendiğinden emin olamıyoruz her şeye karşın. Kendi soluğumuzu soluyoruz. Nefes almak sözü tüm anlamlarını kuşanarak yer buluyor soluğumuzun hararetlendirdiği cümlelerimizde. Derin derin nefes alabildiğimiz günleri kıskanıyoruz.


Tokalaştığımız, sarıldığımız, öpüştüğümüz, yanaktan makas aldığımız, iki elimize yüzlerimizi sığdırdığımız günler ne kadar uzak geliyor. Bu doğal ve kolay eylemler artık ne kadar da zor ve imkansız. Hayatımızın, yani eski hayatımızın olağan/gündelik akışı içerisinde yaptığımız ne çok şey bugün olağanüstü görünüyor. Sıradanlığın sıradışılığa evrilmesini izliyoruz şaşkınlıkla, korkuyla. 


Ellerimizi bazen gelişigüzel yıkayıverdiğimiz, sadece bir gün giydiğimiz dış kıyafetimize nükleer atık muamelesi yapmadığımız, kapı dışında mesafeli sıra beklemeksizin pat diye dükkanlara dalıverdiğimiz, biri öksürdüğünde ya da hapşırdığında karnımız kasılarak irkilmediğimiz, toplu taşıma araçlarına binmenin cesaret gerektirmediği o eski hayatımızı istiyoruz kıskançlığın körüklediği bir iştahla. Kısıtlamaksızın emmek istiyoruz hayatı.


Güzel kokuları unutuyor gibiyiz. Bahar yanımıza yöremize yanaşırken açmaya yakın ağaçlara, çiçeklere bakıyoruz. Dört bir taraftan sökün edip gelmiyor artık kokular. Sürpriz yapmıyor. Kokunun ayağına gitmek ve maskeleri indirmek gerekiyor. 


Doğa insanoğlunun maskesini düşürüyor, suçlarını yüzüne vuruyor. Kendini dünyanın tek sahibi saymanın/sanmanın, hor kullanmanın, canlıları harcanabilir metalar haline getirmenin, hesapsızca harcamanın, dengeyi ve düzeni bozmanın, çıkarcılığın, sömürücülüğün, tüketim çılgınlığının, üretim fetişizminin sebep olduklarıyla yüzleştiriyor insanı. Bencilliğin ve umursamazlığın ne boyutta bir felakete dönüşebileceğini gözünün içine içine sokuyor. Daha çok kazanmak için giriştiği uğraşta daha çok kaybetmenin, eski hayatını bile kaybetmenin konu edildiği bir distopya filminde başrol oyuncusu yapıyor.


Kit Yates adlı İngiliz matematikçiyle ilgili haber düşüyor tam da bu sırada. Hesaplamasına göre dünyadaki tüm koronavirüslerin 330 mililitrelik bir kola şişesine sığdığını söylüyor Yates. Kola şişesine sığabilen virüs ordusu insanoğluna “Hayat eve sığar” dedirtiyor gülünç duruma düşürerek. Evin dışındaki eski hayatını kıskandırıyor. Züğürt tesellisine hapsediyor. Şişenin içine tıkıyor insanı da. Kapak nasıl, ne zaman açılacak acaba?


Tüm bunlar sayılardan oluşan bir devin bizi tutsağına dönüştürmesiyle eş zamanlı ilerliyor. Güvenirliğimiz HES koduna bağlanıyor. Biz de sayılara dönüşüyoruz. Geriye doğru sayıyoruz. Eksiye düşüyoruz eskiyi ararken.


Tablolar, grafikler, istatistikler… PCR testi, hasta, ağır hasta, vaka sayıları… Hasta mı desek, vaka mı desek? Hastalar vaka mıdır, vakalar hasta mıdır? “Vakasta” diye bir sözcük mü uydursak? Vefat sayıları… Ölüm demek acı geliyor, vefat daha az hasar veriyor, ondan mı? Ölüm bıçaktır, vefat ise onun körelmişi. Kör bıçakla yaralanıyoruz, eksik kalıyor acılar bile. Sayılar birbirini kovalarken yorulan biz oluyoruz. Üzülmeye bile derman kalmıyor. Sayılara bakıp geçiyoruz her gün. Duygularımızı hakkıyla yaşadığımız o eski günlerimiz çok eskide kalmış.


Kendisinden fazlasını hayal ederken insanoğlu, bugün en doğal haliyle sadece kendisini istiyor. Delicesine kıskanarak. Unutmaktan korkarak. Fotoğraflara sığınıyor. Geçmişe yolculuk etmek bu kadar çok istenmemişti. 


Yeni normalleşemiyor insanoğlu. Salgın sonrasını hayal etmekte zorlanıyor. Tüm bu olanları ne zaman unutacağını kestiremiyor. Olayın en ironik yanı da eski hayatını geri alabilmek aslında yine kendi elindeyken bunu büyük bir aymazlıkla sürekli erteliyor oluşu.


Eskiye ulaşmak için çıktığı yolda her şeyi öteliyor insanoğlu. Tarihi tekerrür ettirmek ata sporu ne de olsa.