Şimdi bütün olanlardan sonra kendime soruyorum: Ben iyi bir çocuktum. İşler bu noktaya nasıl geldi? Bulaşmadığım kaç bela, kaç pislik kaldı? Michelangelo ya da Donatello’nun bir elinin parmağını geçmez. Platonik aşkların çocuğu! N’ oldu? Aslında platonikliği kendime karşı yaşadığımı fark ettim. Kendini çok sevdiğini ama senin yine sana hiç yüz vermediğini, hiçbir şans tanımadığını düşün…

Ha siktir! Ha siktir! Yine başladık, başladılar, başladım kendi kendime konuşmaya. Alın ulan, devam edin ya da devam edelim ya da neyse ne!

- Böyle olmamalıydı! Ben iyi bir çocuktum…

- Hatırla! Büyüyünce ne olmak istediğini sorduklarında kahraman olmak istediğini söylerdin. Olabildin mi?

- Bazıları olduğumu söyledi.

- Boş ver bazılarını! Sen söyle.

- Boş veremem, boş veremedim. Otuzuma az bir şey kala şunu fark ettim. Hayatımı hiçbir zaman kendim için yaşamamışım. Hep birilerine ve bir şeylere adamışım. Ailem, dostlarım, sevgilim, halkım, aşk, dostluk, adalet, özgürlük… Bir gün dahi kendim için yaşamamışım. Bu, çocukluğumdaki o hayalden ötürü mü? Bir çocuk neden kahraman olma hayali kurar? Ya da çocukça bir hayal midir kahramanlık? Ya da büyümek mi gerekir cidden? Bilemiyorum… Düşündüm de bu kahramanlık zırvası ve platonik aşk saçmalığı iç içe geçmiş hep. Örneğin şu memleket sevdası, halk sevdası falan. Bu memleket sevdası platonik olacak gibi geliyor hep. Zaten hep öyle olmadı mı?

- Nasıl yani?

- Çok az memleket sevdalısı halkının -en azından bir kısmının- sevgisini kazanmayı başarmıştır. Geri kalanlar ya anlaşılamamış ya sevilmemiş ya da şeytan, vatan haini falan ilan edilmiştir. Bu bizimki de dahil olmak üzere farklı coğrafyalarda da hep böyledir.

- Olsun, ben yine de seveceğim.

- Sev sev, herkes gibi halkın da seni yalnızlığa terk eder. Zaten terk edenler de hep o halktan değil miydi? Bildiğim kadarıyla hiçbir burjuvaya gönlünü kaptırmadın bugüne kadar.

- Bir keresinde yaklaşmıştım ama neyse ki son anda bir ihanet sonucu kurtulduk(!)

- Bak yine halktı, şuydu, buydu derken başkalarını düşünmeye başladın.

- Ben iyi bir çocuktum ve masumiyetime çok zarar verdim. Ama hala iyi sayılabilirim.

- Ee?

- Bazı şeyleri hak ettiğimi düşünüyorum.

- Ne gibi?

- Ne bileyim lan! Sevmek, sevilmek falan işte. En azından şu yalnızlığı hak etmiyorum.

- Emin misin?

- Olmamalı mıyım?

- Neyse… Arabeske bağladın yine. Biliyorsun, hiç hoşlanmam arabeskten.

- Ben severim.

- Kabul et; arada kaldık.

- Ne konuda?

- Hatırla, dipten geldin. Gözünü bir gecekondu mahallesinde açtın. En çok gördüğün şey yokluk, sefalet vesaire oldu. Doğduğunda para yetiştiremediği için ailen seni hastaneden kaçırıp o gecekonduya getirdi. Hayata hoş geldin!

- Daha bir yaşımda hasta olmak benim suçum değildi.

- Lan! Öyle bir şey mi söyledim? Neyse zaten sonrasında olanlar da arabeske uygundu.

- Neyi kast ediyorsun?

- Çocukluğun ateşli hastalıklarla geçti ve ilaç tedavisiyle birlikte o ilkel yöntemler falan… İlkokul aşkından beri hiç olmadık kişilere kaptırdın gönlünü. Karşılıksızdı çoğu. Bir tane adam akıllı karşılıklı ve uzun süren bir aşk yaşadın ve sonunda o da dedi ki “Yavuz benim sevgim seninki kadar güçlü değilmiş, benim sevgim bitti, ben sevmediğim bir adamla evlenmek istemiyorum, elveda” ve hiç olmadık bir zamanda çekip gitti. Bin kilometre ötede yine en başa döndün. Herkes ve her şey gibi taptığın o ikinci tanrı da seni yalnız bıraktı. Daha devam edeyim mi?

- Yeter! Sus! Ben her gün unutmaya çalıştıkça senin şu yaptığına bak! Kendim bile bana ihanet ediyor. Neyse, alıştım artık. Arada kaldık diyordun. Ne alaka?

- Sen böyle bir kimlikten geliyorsun. Ama ben kendimi hep geliştirmeye çalıştım. Belki elitist oldum. Müzik zevkimden tut dünya görüşüme kadar. O yüzden arada kaldık. Ne oraya ait ne diğerine ve bingo! Yine yalnızsın.

- Susmayacak mısın lan sen?

- Sence? Biliyorsun, ikimizin de arasındaki nadir benzerliklerden biridir susmamak.

- Aferin bize(!)

- Yalan mı? Hatırla! Öğretmenler, müdürler, gece vakti arkadaşlarınla seni yan yana dizip oturtarak döven polisler, sonra o ukala savcı, seni mahkemeden kovmakla tehdit eden hâkim, hani şu Bornova’daki Kürt mafyalarından patronun Vedo, üniversitedeki yarı tanrı hocaların, dekan, rektör, Gezi’deki TEM polisleri ve Çevikler… Hiçbirisine karşı susmadın ya da susmadık.

- Yoruldum be birader, anlasana…

- Eee, hızlı giden atın...

- Komik mi lan şimdi bu?

- İkimizden biri çok komiktik zamanında.

- Emin değilim ama haklısın. Ailemin, arkadaşlarımın hatta birçok yabancının neşe kaynağıydık zamanında. Serserilik, haytalık ya da ne dersen de ama bazen o esprilere ben bile şaşırırdım. Biliyorsun en çok da onu güldürmek hoşuma giderdi. Yıllarca en sevdiğim şey oldu önce onu güldürüp sonra sessizce karşısında onu gülerken izlemek. Bilmiyorum, belki de en büyük kahramanlığım buydu. Ama bildiğim bir şey var; filmlerde ve çizgi filmlerde hep kahraman gider mutlu edince karşı tarafı ama gerçek hayatta hep tam tersi oluyor. Kahraman hep yalnız bırakılıyor. Tarih bunun örnekleriyle dolu. Politik olmamak için örnek vermeyeceğim.

- Hiç de beceremedin ki politik olmamayı. Ayrıca fark etmedim sanma, iki dakikada kahraman ilan ettin kendini.

- Sen böyle benim açıklarımı, yanlışlarımı, hatalarımı falan her an kollayıp hiç olmadık vakitlerde yüzüme vurmak zorunda mısın?

- Ulan! Çok alıngansın be!

- O da öyle derdi.

- E, hak ver birader o zaman kıza. Bak sen bana yani kendine bile alınganlık yapıyorsun, o nasıl yapmasın?

- Vermediğimi kim söyledi? Bir de… Acaba o da bana hak veriyor mudur?

- Emin olmamakla birlikte pek sanmıyorum. O şu an cinayetini meşrulaştırmakla meşgul.

- Doğru. Zaten beni kurtulması gereken bir kişi, hatta şey olarak görüyormuş. Buna çok incindim. Bu resmen…

- Neyse gıyabında konuşmayalım. Hem bu konuşmamızdan haberdar olanlar olur, hoş olmaz. Hem kendini savunma hakkı doğar ve bundan haberi olmadığı için ona haksızlık olur.

- Peki, benim yani bizim uğradığımız haksızlıklar. Bak sırtımdaki yaralar geçmiyor. Geçen tıp fakültesinden iki asistan çocuğa gösterdim yaraları. İncelediler, “bunlar geçmez hocam” dediler. “Ömür boyu mu” dedim. Maalesef dercesine bir ifadeyle başlarını salladılar. Psikolojik tedavim de devam ediyor. Psikoterapinin yetersiz kaldığını ve ilaç tedavisine geçilmesi gerektiğini söyledi psikolog. Ha bir de nörolojiye gitmem gerekiyormuş. Malum sebeplerden ötürü hafızam ciddi zararlar görmüş ve nörokimyasal yapım bozulmuş. Vücudumdaki ve beynimdeki diğer rahatsızlıkları ve sakatlıkları saymayacağım.

- İyi de bunların haksızlıkla ne alakası var?

- Hak ettim mi lan sence!

- Bi’ sakin ol lan artist!

- Estağfurullah, artist olan sensin.

- Hay sokacağın lafı…

- Bak onunla ilgili meseleleri burada kapatalım, tamam mı?

- Tamam dersem kapanacak mı?

- Bak, ben iyi bir çocuktum. Böyle olmamalıydı…

- Başladı yine.

- Kapa çeneni de dinle!

- Aslında her şey çocukluktan gelen şeylerle ilgili. İnsan yaşadığı acıları tekrar yaşamaya meyillidir. Benzer şekillerde şematik olarak başka kişi ve olaylarda tekrar yaşar. Bu bilinçaltıyla ilgilidir ve insan olayları bu noktaya kendisi de farkında olmadan kendi isteği, davranışları ve tutumlarıyla getirir. Bunu belki başka zaman daha uzun uzadıya konuşuruz.

- Şimdi de Freud mu kesildin lan başımıza ya da psikologtan öğrendiğin şeyleri bana mı satıyorsun? İkimiz birden oturuyorduk psikoloğun karşısında. Üçüncümüz dışarıdaydı. Utanılacak bir şey ya da kimse olmadığı için dışarıda bırakmıştık onu.

- Ya birader hiç zamanı değil de uyusak mı artık? Çok geç oldu. Bir de hani söz vermiştin, hayatını düzene sokacaktın falan. İşinle, gücünle, doktoranla uğraşacaktın.

- Haklısın da bunları bir şekilde içimden atmam gerekiyor yoksa hiçbir işe odaklanamıyorum.

- Tamam ama acele et bak hayattan çok koptun. Sorumluklarını yerine getirmen lazım.

- Tamam lan! Germe beni yine.

- Tamam, pardon.

- Ya! Biliyor musun?

- Biliyorum ulan biliyorum! Sen iyi bir çocuktun. Ama siktir git, yat, uyu şimdi. Sonra devam ederiz. Ben de uyumaya çalışacağım ama sıkılırsam rüyanda çıkar gelirim zaten.

- Sakın!

- Söz veremem!

- Siktir git!