Düşünmek istemiyorum. Düşünmek istemediğimi düşünüyorum. Düşünmek istemediğimi düşünmemem gerek.
---
İnsanın kendisini arayışı; olmuş bitmiş bir şey olarak değil, hep yeniden değerlendirmeye ve oluşturulmaya açık, dinamik bir süreç olarak görülebilir. Bu anlamlandırma ve değerlendirme, aynı zamanda bir görme biçimidir. Genellikle bitmesi umuduyla başlanan fakat bitmeyecek bir süreç olarak kendini ortaya koyan bu arayış, insanın kendisini ve diğer insanları içinde konumlandırdığı kâinatla arasında kurduğu ilişkiyi şekillendirmesi bakımından önemlidir. Bir felsefe problemi olarak insanın kendisini bilme çabası, Antik Dönem'de başlasa da günümüze kadar devam etmiştir.
Kendimi keşfettim.
-Bilmiyoruz kendimizi, biz bilenler, bunun da iyi bir sebebi var: Hiç araştırmadık ki- Nasıl olacak da bir gün buluvereceğiz kendimizi? Haklı olarak şöyle denecek: “Hazineniz neredeyse yüreğiniz de oradadır.”
Yunan tragedyası, kördür. Onu hakkıyla değerlendirebilmek için belirli bir soyutlama gereklidir: Oğul, babasını öldürür. Fakat ancak sonrasında anlar ki öldürdüğü babasıdır. Kız, erkek kardeşini kurban etmek ister. Fakat ancak karar anında öğrenir ki o kardeşidir. Bu dramatik motif, üzerine düşünülmesi gereken çağımızı ilgilendirecek uygunlukta değildir. Çağdaş drama, kaderi bir kenara bırakmış, kendini dramatik bir biçimde azat etmiştir. Kendi gözleriyle görür, kendini dikkatle inceler, dramatik bilinçliliğinde kaderi çözer, ayırır. Oysa insanın kendisini bilmesi, özellikle varoluşçu olarak bilinen edebiyatçı ve filozoflara göre üstesinden gelinemez bir durumdur.
Tüm bilgim burada duruyor, gerisi kurmaca. Çünkü varlığından kuşku duymadığım bu 'ben'i kavramaya çalıştım mı, onu tanımlamaya, özetlemeye çalıştım mı parmaklarım arasından akıp giden bir su oluveriyor. Benim olan bu yürek bile hep tanınmaz kalacak benim için.
— Düşünmenin önüne geçebilsem hiç de fena olmayacak. Düşünceler her şeyden daha tatsız. Yaşayan etten bile tatsız. Uzanıp dururlar, bitmez tükenmezler ve insanın ağzında acayip bir tat bırakırlar. Böyle sürüp gidiyor, bitmek bilmiyor bir türlü. Bu hepsinden kötü, çünkü kendimi, bu işe katışmış ve sorumlu buluyorum. Söz gelimi şu çeşit acılı geviş getirmeye benzeyen ''varoluşmaktayım'' yok mu, işte onu sürdüren benim. Evet, ben. Gövde, bir kere yaşamaya başlayınca, bu işe kendi kendine devam edip gider. Ama düşünce öyle değil. Düşünceyi ben sürdürür, ben geliştiririm. Varoluşmaktayım. Varoluşmakta olduğumu düşünüyorum.
Tüm bu olup bitenlerin ardından, her şeyin iyi olduğu yargısına varıyorum.
Birkaç yıldır kafama takılan bir nokta vardı. Yaşadığımız gezegendeki zaman kavramı ve yaşadığımız coğrafyaya dayalı kurulu düzende hayattaki amacımızı bulmak için deneme yanılma şanslarımızın dahi çok kısıtlı olduğunu düşünüyor ve anlam veremiyordum, bu beni içten içe kızdırıyordu da. Yani düşünsenize, hayatta bir akış içindesiniz. Çocukken bazı eğilimleriniz, temalarınız ortaya çıkıyor, yatkınlıklarımızın en apaçık ortada olduğu yıllar… En çok da "bizim sadece iyiliğimizi isteyen" ailelerimizin yine kendi yetiştikleri coğrafyaya dayalı şanssızlıklarından dolayı ıskaladıkları yatkınlıklarımız. Ve çoğu şanssız çocuk, okul hayatında girdiği yolun onu götürdüğü yerden ayrılamıyor. Okuduğu bölümü tesadüfen seçilimlerle hayatının merkezi yaparak, istemediği işlerde ''mesai bitse de gitsek'', ''yıllık iznimi kullanmaya gün sayıyorum'' dediği yerlerde tüketiyor zamanını çoğu. Ve ülke ekonomimiz içinde bu döngüden çıkmak, Dark’ın 33 yıl döngüsünden çıkmak kadar zor. Dark’taki gibi bu döngüyü kırmak için kafamızı tıpkı bir baykuş gibi 360 derece döndürerek bakış açımıza yeni özellikler kazandırmamız gerekiyor.
Kesinlikle evlen; karın iyiyse mutlu, kötüyse filozof olursun.
İnsanın en büyük pratiği kendi hayatıdır, derler. Deneyimlerimizden çıktığımız yolculuğumuzda her durakta ve her yolda hayatın anlamına dair edindiğimiz her an muazzam mucizelerle dolu biz insanlara münhasırdır. Hayat amacımızı bulmak neden bu kadar zordur ve sadece bu anlam arayışı için tek bir atışlık mı şansımız vardır?
Özellikle pandemi sonrası neredeyse çoğu arkadaşımla konuşmalarımızın bir kısmında mutlaka ''Biz ne yapıyoruz, ben bu işi yaparak mutlu değilim, gerçekten sevdiğim şeyi arıyorum ama bulamıyorum'' ve ''Neden bulamıyorum?'' soruları geçiyordu. Belki evde geçirdiğimiz o uzun zamanlar, her birimizi halının altına süpürdüğümüz o şeyleri düşünmeye itmişti.
Bende de durum pek farklı değildi.
Hayatta bir sonraki adımımın "bilmiyorum" aşamasında olduğunu hissediyordum. Ama garip bir şekilde sakin, daha meraklı ve endişeli de hissediyordum. Kendimi; eş zamanlılıklarıma, okuduğum kitaplardaki cümlelere ve beni harekete geçiren rastgele görsel uyaranlara, anılarıma ve rüyalarıma dikkat ederken buluyordum. Ve yeni belirlenecek amaç duygusunun, önce umutsuzluk yaşamadan mümkün olmayacağını hissediyordum.
Üzerinde kafa yorulmamış yaşam, yaşamaya değer değildir.
Hayat amacımızı bulmak için yürüdüğümüz tümseklerle dolu yolların üzerinde deneyimlemek istediğimiz şeyleri birden fazla kez deneme şansımız pek yok. Örneğin dans etmeyi sevdiğinizi derinden hissediyorsanız dans öğrenmeden bunu yapabileceğinizi bilemezsiniz. Peki, 9-6 bir çalışma düzeninde, sorumluluklarla dolu bir iş yerinde çalışıp zamanınızı ve paranızı dans öğrenmeye vermeniz belki olası; ancak bir de siz örneğin pilot olmak ve uçak uçurmayı öğrenmek istiyorsanız bu ikisini birden deneme şansınız son derece düşük. Yani hayatta gerçekten amacımızı bulmak için pek fazla şansımız yok gibi duruyor buradan bakınca. Bu bir teori değil, gerçek. Maksimum bir ya da iki uzmanlık kazanmak için zaman ve para kaynağımızı sunarak deneyimleme şansı buluyoruz, o da belki aramızda şanslı olanlarımız bu fırsatı yakalayabiliyorlar.
Neredeyse bir simülasyonda yaşadığımızın bazı emarelerinden biri olarak gördüğüm bu döngüyü kıramıyorsak bu sistemi nasıl ''hackleriz''? Bunu fark eden sadece ben ya da sen değilsin elbette. Bir söz söylediğinde dikkat kesilip not aldığımız, ''dinleyelim çünkü o söylemiş'' dediğimiz bazı insanların bizlerle paylaştığı bazı formüller var bu döngülerimizi kırmamız ile ilgili. En güzeli ve en ünlüsü ama bence en yarım yamalak bilineni, Steve Jobs’ın Stanford Üniversitesi mezuniyet töreninde yaptığı konuşmada bahsettiği, noktaları birleştirmek için geriye bakmak. Steve Jobs diyor ki noktaları ileriye bakarak birleştiremezsiniz; yalnızca geriye doğru bakarak bağlantılar kurabilirsiniz.
Burada hayatımın yönünü, yaptığım şeyi değiştirmek ve gerçekten sevdiğim, istediğim şeyi yapmak istiyorum, diyenlere güzel bir yönlendirme var. Peki, bizler kendi hayatlarımızdaki noktaları geriye doğru birleştirin yönergesinden nasıl bir ödev çıkartabiliriz?
Öncelikle durup düşünmenin, sessizliğin öneminin bir farkındalığına varmamız, hayatımızda fark yaratmak istiyorsak bu eylemin hiçbir şey yapmamak olduğuna kendimizi inandırmamız gerekiyor.
Ne kadar sessiz olursan o kadar çok duyabilirsin.
Peki, sizin sessizlik içinde, sadece kendinizi dinlemek için kendinize vereceğiniz bir haftanız var mı? Düşününce çok geliyor ama unuttuğumuz, uzaklaştığımız kendimize yakınlaşmak için hiç de yanlış görünmüyor buradan.
Peki, bu düşünme haftasında hayat amacını arayan, neyi neden yapmak istediğimizi bizler nasıl bulacağız?
İnsan, önünü alamadığı böyle bir eğilimle kâinatın içinde kendisini konumlandırırken yani kâinata bütüncül bir anlam yüklerken bütünlükte kendisini belli bir bakışla konumlandırır. Kendisini onunla gördüğü bir bakışın dışında hiç kalmadığı gibi bir bakışın dışında kalması da mümkün görünmemektedir.
İnsan, kendi kendisinin yazarıdır. İnsanın yapabileceği en kötü şey kendi potansiyelini kullanmaması, kendini gerçekleştirmemesidir. Kendimiz için bir at sineği olabilmek, kendimizden başlayıp yine kendimize süren yolculuğumuzun kendini tanıyabilmek için önemli bir aracıdır. Kendini tanımanın sonu ise yoktur. Bireyin bu yoldaki arayışı her daim sürer. Değişim, dönüşüm yaşam boyu sürdüğünden, hiçbir zaman kendimizitam anlamıyla tanıyamayız.
Yaşam yolculuğumuzda kendimiz olabilmeyi seçmek ve yolumuzu kendimiz çizebilmek önemlidir. Bilinçli, farkında; ne yaptığını, niye yaptığını bilen “gerçek insan”; sürekli öğrenen, değişen, yenilenen ve gelişen bir varlıktır. Onun kendini tanıma serüveni çok meşakkatli ancak bir o kadar da keyifli ve heyecan verici bir serüvendir.
Kendime sorular sorarak kendimi soruşturdum ve kendimi tanıdım.
Aristoteles’e göre bütün insanlar bilmek ister. Bu varoluşun getirdiği insan gereksinimlerinin en temelidir. İnsanoğlunun varlığını sürdürebilmek, kendini var edebilmek ve kendine bir dünya kurabilmek içindir bilme çabası.
Sokrates, iki sözcüğün buyruğundan oluşan “kendini bil” sözünü söylerken insan için bilginin önemine ve bilme uğraşının kendini bilmekle olan bağlantının etik sorunları da kapsadığına işaret eder.
— Belki de olmuş bitmiş bir ben anlayışına sahip olmak, esas kurtulunması gereken bakıştır.
Burada önemli olan şudur: Bilginin olmadığı yerde ciddi bir bilgisizlik vardır. Dünyada pek çok sorun insanın bilme konusunda kendini hem yetersiz hem de geliştirememiş olmasından kaynaklanmaz mı?
Bu nedenledir ki insanın en büyük yanılgısı, aslında bildiğini sanmasıdır. Sokrates’in dostlarından biri, bir kâhine, insanların en bilgesinin kim olduğunu sormuş. Kâhin aniden “Sokrates” diye yanıt vermiş. Oysa Sokrates, bildiğim tek bir şey var, o da hiçbir şey bilmediğimdir, diyen biridir. Mesaj Sokrates’e ulaşınca filozof ondaki hikmeti ortaya çıkarmak için insanları sorgulamaya başlamış. Sonunda kâhinin söylediğinin doğru olduğunu anlamış. Çünkü görmüş ki insanlar hayatın anlamıyla ilgili sağlam bir kavrayıştan yoksun oldukları gibi bu durumun farkında bile değillermiş.
Ölmeden önce öl, böylece öldüğünde hâlâ yaşayabilirsin.
İnsanı erdemli kılan; bilgelik, ölçülülük ve yürekliliktir. Bilgelik, kesinlikle çok şey bilmek, çeşitli kaynaklardan bilgiler elde etmek ya da gözlem yoluyla deneyimler biriktirmek demek değildir. Bilgelik; belli bir zihinsel olgunluğa erişmek, sorgulayıcı bir tutumla sahip olunan bilgileri anlamlı ve sağlıklı kullanabilmek, yaşamı iyi değerlendirip doğru ve anlamlı bir şekilde yorumlayabilmektir. Bilgelik; sadece bir yaşama sanatı, uygun ve doğru eylemde bulunmak, aşırılık ya da ölçüsüzlükten sakınmak, felaketleri büyük bir metanetle karşılamaktan ibaret bir ahlak kavrayışı ya da moral duruşu değildir. Bilgelik, tüm olup bitenlerin nedenlerine dair sağlam bir kavrayış, hayatın anlamına da derinlikli bir bakış açısı ve düşünüm anlamına gelmektedir.
Şimdi tek başına kendinle
İki başına kendini bilmenle
Yüzlerce aynayla çevrili kendine sahte
Yüzlerce anıyla çevrili belirsiz
Yaralardan bezgin
Üşümekten soğuk
Kendi iplerine dolaşmış
Kendini bilen
Kendini asan
Kendime bakarken bakan kendimi göremem. Gözüm aynaya baktığında kendini olduğu gibi görür, başka bir göze baktığında da göz bebeğinde yine kendini görür. Aynı şey ruh için de söylenemez mi? Bir ruh başka bir ruha bakarak kendini görebilir. Başkasının ruhu, benim ruhumla aynı olduğu için ona bakarak kendimi tanıyabilirim. Başka bir ruha bakmak da onunla söyleşiye girmek demek. Ama benzetmeler burada durmuyor. Göz için göz bebeği neyse ruh için de ruhtaki erdemli, akıl sahibi kısım o. O halde kendini tanımak isteyen ruh, karşısındaki ruhun erdemine bakmalı. Son bir benzetme, bu benzetmeler dizisini tamamlıyor: Göz için kendini rahatça görebileceği ayna neyse ruh için de Tanrı o. Çünkü ayna gözün aynasından nasıl daha parlak, daha temiz, daha aydınsa Tanrı da ruhumuzun en iyi parçasından daha temiz, daha aydındır.
Bütün yollarını yürüsen bile ruhun sınırlarına ulaşamazsın, öylesine derindir ruhun logos’u.
Kendini bilmek monoloğa değil diyaloğa dayanıyor. Ama bu diyalog her zaman felsefi olmak zorunda, akıl yürütmelere ve çürütmelere dayanmak zorunda. Böyle olmayan bir diyalog ilerleyemez, rastlantılarda kaybolur. Oysa kendini bilmek, ruhun akıl sahibi yanını bilmekten ibaret değilse kendi olmak bilgi kadar deneyime de dayanıyorsa diyaloğun yalnızca felsefi olmaması gerek. Dünyayla kurduğum ilişki yalnızca felsefi değil ki, karşılaştığım insanlar yalnızca filozoflar değil ki. Diyaloğun felsefi olmayanı, hatta bir ölçüde gevezeliği, dedikoduyu da içermesi gerek. Kendimi sadece ruhun akıl sahibi kısmında değil, bu dünyada arayacaksam gevezelikten bile bir şeyler öğrenmem mümkün demektir. O halde sorun felsefi diyalogdan felsefi olmayan tüm öğeleri atmak, söyleşiyi felsefi olmayandan arındırmak değil, felsefe kadar felsefi olmayan ilişki biçimlerini de kullanmayı öğrenmek.
— Bu adamlar seni haksız yere öldürüyorlar.
— Ne yani, bir de haklı yere mi öldürselerdi?
10.04.21
gamze öncü
2021-12-02T00:14:42+03:00Çok beğendim, gerçekten çok güzel bir anlatım ve yaklaşım olmuş. Eminim ki sözcükler yalnızca yansıyabilenler, zihninizde çok daha anlam ve farkındalık mevcuttur. Ele aldığınız konu ve ele alma biçiminiz okumayı kolaylaştırmış ve geçişler çok iyi. Bazı cümleler ve sözcükler bende bir şeyler uyandırdı, sorular oluşturdu, bu nedenle yazınıza denk geldiğime pek memnun oldum. Kaleminiz hep böyle güçlü kalsın.. :)
Sarp Kaston
2021-11-29T20:55:31+03:00Çok keyifliydi okumak. Ellerinize sağlık
zae ウメイ
2021-11-29T07:35:01+03:00güzel yorumlarınız için çok teşekkür ederim. bu benim ilk kez topluma açık bir platformda yayınladığım yazım. benim için çok değerli..
Jean Valjean
2021-11-28T23:12:26+03:00Kaleminizle tanıştığıma çok memnun oldum. Yenileri için takipte olacağım. Ellerinize sağlık.
Tutku Silahtar
2021-11-28T23:00:50+03:00— Bu adamlar seni haksız yere öldürüyorlar.
— Ne yani, bir de haklı yere mi öldürselerdi?
Çok iyi bir deneme. Yazan ellerinize sağlık. 🍀👏