İnsan unutandır ve insan unutulmaya mahkum olandır, demişti Ahlar Ağacı'nda Didem Madak. Uzun uzun düşündüm bu dizelerin üzerine ve yeni bir mısra ekledim kendimce: "İnsan her şeye alışan ve alışmaya mecbur olandır." Zamanın zehirli kırbacından nasibini almış biri olarak, uzun zamandır varlığını inkar ettiğim 'unutmanın ve alışmanın' gelgitinde fazlasıyla yorulsam dahi aralarındaki o sadakat dolu bağı daha iyi anlıyorum artık, imreniyorum hatta(!). Zira görüyorum ki tüm zıtlıklar bu iki anlam arasında koyun koyuna uyuyor; sevgi ve nefret, aşk ve kin, huzur ve kaygı, direniş ve kabulleniş... Birbiri ardına dizelenmiş güzellikler ekseriyetle yerini debdebeli hayal kırıklıklarına bırakıyor ya da tersi... Ve hepsi bu iki kelimenin gizeminde can buluyor. Tanrının, insanı yaratırken hamuruna eklediği en ihtişamlı gücün unutmak ve alışmak olduğunu kabul ediyorum, evet! Tüm direnişlerimin sonundaki boyun eğiş, hayatımın kaçınılmaz motifi olarak kaderin gergefinde örülüyor ömrüme ilmek ilmek. Yaratılmışların yarattığı ikirciklerden, beynimdeki sancılardan, bütün isyanlardan ve inkarlardan sıyrılıp iman etmem gerekiyor içimdeki zıtlıkların terazisine. Dünyada, yedi harften oluşan bu sözcükler üzerine kurulmuş bu dengeyi, sineme bastırmam gerekiyor artık. Nietzsche'nin bahsettiği değişimi kabul etmem, yalanladıklarımın koynuna girmem, ölmemek için değiştirmem lazım bu deriyi. Yaşamak içinse daha fazlasına ihtiyacım var benim. Böyle böyle gürültülerin ortasında kuytu bir yer edindim kendime, içimdeki yankılardan sıyrılıp unutmaya alışıyor, alıştıklarımı unutuyorum bilinmezliklerin içinde. İnkar devri bitti, 'unutmak ve alışmak benliğime saygısızlık' diyerek naralar attığım o devir kapandı, itiraflar gizli sevdalar gibi kilitli kaldı kapılarının ardında. Kolay taraf olan kabullenişin; zincirle bağladığı, pençelerini gırtlağıma dayadığı bir insanım artık. Direnemiyorum, diretemiyorum da... Evrimin parçası olduğu iddia edilen ve kendini süreç içinde geliştiren homosapiensʼten tutun, semavi dinlerde yaratıcının ruhundan üfleyerek var ettiği eşref-i mahlukat olan insanoğlu kadar hepsi aynı iki şey üzerine temellenmedi mi? Unutmak ve alışmak... Duruma adaptasyonumun ne denli zor olduğunu yavaş yavaş kavrıyorum; o zorluk, o uzaklıktır belki de şimdiye kadarki isyanımın çıkış noktası, bilemiyorum. İnsan kelimesinin nisyan ve ünsiyetle ortak kökenden gelişini idrak edişimin bu denli gecikmesinin nedeni de budur belki. İrdeledikçe yüze çıkarım derken kendime daha derin bir kuyu kazıyorum, boyun eğişimin görünmezliğini dilerken ayan beyan ortada buluyorum kendimi; kaçsam peşimden geliyor zihnimdeki tüm ikilemler. Tekrar ediyorum art arda: "İnsan unutandır ve insan alışmaya mecbur kılınandır." Kabul etmek ve kabullenmek arasındaki ince çizgide anıtlaştı silinen varlığım, gerçi kendime bu denli uzak yaşarken artık var mıyım? Daha fazla sorgulamadan bırakıyorum kendimi o iki kelimenin kollarına, varlığımın inkardan aldığı gücün ve kabullenişten doğurduğu zayıflığın yarattığı karmaşa, aynı kaynaktan doğuyor, farkındayım. Farkındalık uyanıştır, demiştim yıllar önce kendime; sarsıcı ve sancılı uyanış. Tüm kabusların eleğinden geçtim de bir türlü, bir türlü bitmedi uyanışlarım. Kendimi inkar ediyorum artık, teslimiyet bu olsa gerek.