Güpegündüzdü, tırnak dibinden kestim güpegündüzü. Beni bir güneşe doğrulan pencerelerim ayıplamadı. 


Ne istiyorum? Neyi bekliyordum da ne olmadı? Neyi hakkettiğimi düşünüyorum? Ne benim hak ettiğim? Ben kimim ki hak ettiğimi düşünüyorum? Neydi dünya ile alıp veremediğim? Bu dünya bana ne vadetti? Allah kahretsin! Ne vadetti de neyi vermedi? Burnumdan soluyorum. Öfkelendiğinizde vücudunuzda ne olup bittiğinin farkında oluyor musunuz? Ben oluyorum. Burun deliklerim genişliyor. Kesik kesik... Nefesim düzensizleşiyor. Dudaklarım çenemi kasmaktan büzülüyor, öyle sıkıyorum ki rengi soluyor. Hızlı hızlı... Gözümde küçük küçük atmaya başlayan bir damarı yakalıyorum. Nefeslerim kesik kesik, hızlı hızlı birbirini takip etmeye devam ediyor. Göz kapaklarım seğiriyor. Önce sağ... Çeneme ellerim katılıyor, kasılıyor. Dirseklerimden ellerime doğru uzanan bir yanma hissi... Omuzlarımda  başlayıp ellerimde biten bir titreme... Başımın arkasından bütününe yayılan bir ağrı... Bakışlarımın odağı kayıyor. Kafam, bu bedenin kafası değilmişçesine boynuma ağır geliyor. Sağ göz kapağım daha fazla dayanamayıp düşüyor. Dudaklarımdaki karıncalanma hissi şiddetlenirken sol kenarının aşağıya doğru kaydığını anlıyorum. Kilitleniyorum. Öfkelendiğiniz ilk günü hatırlıyor musunuz? İmkansız. Fakat ben öfkeden kasılıp kilitlendiğim ilk anı hatırlıyorum. 


Bir odam yoktu. Ablam bizim için her gece sobalı odaya yatak açardı. Ahşap konsol yatak başlığımız olurdu, soba ise çok yakın bir mesafeden ayak ucumuzda kalırdı. Ne korkunç bir yatak! Bir gün olsun o yer yatağında huzurla uyuduğumu bilmem. O devasa konsol huzursuz ederdi beni. Öyle kocamandı ki o konsol, yere sırtüstü uzandığım zaman tavandan önce o konsolu görürdüm tepemde. Korkunçtu. Çocukken en büyük korkum o konsolun üzerlerimize düşme ihtimaliydi. O ihtimal benim için kesine öyle yakındı ki gecelerce başımızı diğer tarafa koymak için ablama yalvarırdım. Başımızın yönünü değiştirirsek konsol düşse bile ayaklarımıza düşer, sakat da olsa yaşardık. O zamanlar yaşıyor olmak nasıl yaşıyor olduğumdan çok daha önemliydi. Tüm vücudum konsol tarafından ezilip bir kağıt kadar dümdüz bırakılsa dahi yaşıyor olmak ölmüş olmaktan çok daha iyiydi. Ama ablam benimle beraber baş ucunu değiştirmezse bunu yapamazdım. Diyelim bir bencillik yaptım ve ablamla ayak uçlu, baş uçlu yatmayı kabul ettim; o zaman ne olacaktı? Konsol üzerlerimize düştüğünde ben -nasıl yaşadığım önemsiz- yaşarken ablam başı devasa konsolun altında kafatası patlayıp beyin parçacıkları etrafa saçılana dek konsolun ağırlığı ile ezilecek ve en sonunda ölecekti. Ben -nasıl yaşadığım sahiden önemsiz- yaşarken ablam ölecekti... Ona bundan bahsederdim. "Yat uyu," derdi ablam, "gece gece saçma sapan şeylerle de canımı sıkma." Mecburen gece gece saçma sapan düşüncelerle yatar uyurdum. Bu düşünce beni dehşet içinde bırakırdı. Nasıl olursa olsun yaşamayı ablam olmadan yaşamaya tercih edemezdim ya! Bir gece, beni böyle bir ikilemde bırakan ablama öyle çok öfkelendim ki o gün ilk defa kasılıp kaldım. Ablam cinlendim zannetti. Sobanın külünü de gece gece ben dökmüştüm zaten, beni basmasınlar da ne yapsınlar idi! Cinci hoca çağırmak yerine ılık suda biraz sabun eritip şöyle bir kasılan yerlerimi o suyla ufalasalardı aslında çok geçmeden gevşerdim de ben. Şu tahtakuruları yiyesice konsol yetmiyormuş gibi başımda zebellah gibi bekleyen hocayla sabahı da etmezdim hem. 


Yani benim öfkem nefretten hiç beslenmedi. Ben isteyip de alamadım. Bu yüzden dünyada olup biten her şey benim kastımaymış gibi zoruma gidiyor. Tek bir insana değmeden yürüyemediğin bir sokakta yağmura yakalanınca "Hep mi beni bulur?" diyorum. Bir benim üstümde kasvet, onu kendimle beraber herkese zarar versin diye taşıyorum.

Kendimi tanıtmadım. Merhaba, ben aile apartmanında herkesle kavgalı, geçimsiz kiracıyım. Yabancıyım. Üstelik merdivenlere de hep çöp suyu damlatırım. Kendimin dışında kimsenin hayatında kalıcılık sağlayamadım. Var olduğumdan emin olduğum hayatlardan da ivedilikle çıkartıldım. Beni tanısanız seversiniz, biraz daha tanırsanız da aramıza küslük girer. Dünyanın bana kastı var fakat sorun değil, herkes hata yapar. Ben size dünyadan değil, zellelerimden bahsedeceğim. 


Bir gün ayağım sürçüp de kaydığımda kendimi mükellefi katlederken buldum. Ağzımın içinde bir ışık boğdum. Onu bu mukassi ortamdan azat etmedim, o da hürriyeti uğruna dudağımı parçalayıp yanmadı zaten. Özgür bıraksaydım kendisiyle birlikte beni de yakacaktı. Korktum ve onu serbest bırakıp feryat edemedim. Işığı o daha Azrail ile sevişmeden yuttum. Ölüm herkes gibi onu da korkutmuş olmalı ki bereket versin geç de olsa özgürlüğü için çırpındı şuncacık. Ona bu yüzden olsa gerek biraz acıdım, kurtulmak için boğazıma tırnaklarını geçirip boğazımı yırttıkça canını kolay versin diye dualar okudum -ki Allah affetsin, ben dua bilmem-. En nihayetinde herkes gibi o da son nefesini verdi. Zaten Allah, ona nefesi ayıp olmasın diye birkaç çekimlik ikram etmişti. Allah'ın inceliğinden yüz bulup kendisine uzun bir ömür biçen, biçtiğini sanan yine kendisiydi. Ben ona sahip çıkmayınca da kimsesizler mezarlığına gömüldü şuncacık ışık. Mezar taşına ağız içinde boğulan ışık yazdılar. Oysa ağzımın içindeyken hala yaşıyordu. Morun en sevmediğim tonudur ölüm. Gence patlıcan, şuncacığa ölüm moru hiç yakışmadı. "Güpegündüz, şehir merkezinde olacak iş miydi?" dedi birileri. Eşkıya mıymışım? Ne münasebet! Biri yüzüme tükürdü. "Hayırdır?" dedim "Cennetinize kul mu seçiyorsunuz, ne bu şamata?" Cıkcıkladılar. Hem suçluymuşum, hem güçlüymüşüm. Beni o gün orada evire çevire bir güzel dövdüler. Kollarımla yüzümü korudum.


Bu dünya bana güzellik vadetti. Allah kahretsin! Güzellik vadetti de vermedi. Burnumdan soluyorum. Karanlık arttıkça çirkinlik azalır, güzelleşirim. Hatasızım demiyorum fakat herkesin bu dünyada kendini haklı görmeye hakkı vardır diyorum. Ablamın yaşına gelene kadar benim ona olan öfkem geçmedi. Haklıydım. Serpildiğimde ablamı anladım. Haklıydım. Ablam evlenip gittiğinde ve o yatakta tek başıma kaldığımda dahi baş ucumu değiştirmedim. Haklıydım. Artık beni başımı sobaya doğru uzatmaktan alıkoyan hiçbir şey yoktu fakat yaşama olan düşkünlüğüm azalmıştı. Haklıydım. Nasıl yaşadığımdı önemli olan, yaşıyor olmam değil. Haklıydım. Başımı sobaya doğru koysam ve bir gece öyle dalgınlığıma gelse de cayır cayır yanan sobaya yüzümü yapıştırsam, olur ya, ya yüzüm sobaya yapışsa da en az konsol kadar kocaman bir yanık iziyle yaşamak zorunda kalsam, ne yapacaktım? Haklıydım. Zedelenmiş bir güzellikle yaşamak artık yaşamıyor olmaktan en az o devasa konsolun üzerime düşüp kafamı patlatma ihtimali kadar korkunçtu. Haklıydım. Şuncacık ışığı boğup güpegündüz güzel olmak istemekte...


Haklıydım.