bazen kimsen olmaz ve sarılmak istersin ya birilerine. hani kendine bile sarılacak kuvvetin yoktur. o kadar iğreniyorsundur yaşamaktan. senin için bir anlam ifade etmiyordur hayat. ama ölmeyi de hak etmemişsindir. zorla yaşıyor gibi gelir sana. nefes almak batıyordur ya ciğerlerine. sahte tebessümler atmak, bir şey yokmuş gibi davranmak, kısacası maskeler dayatılmıştır ya hani. işte öyle bir dönemde yaşıyoruz. insan olmanın ağır yükümlülüğü altında eziliyoruz. pertimiz çıkana kadar çalışıyoruz. lakin yetmiyor. istediğimiz bir şeyi almak, o an mutlu edecek küçük bir şeyi görmek isteriz ya ama yapamazsın hani. o an nefret edersin hayattan. işte tam vaktidir dersin ölmenin. damarlarını bir jiletle sevişirken bulursun. ya da boynun yağlı bir urganla öpüşürken. hatta barutun kokusu daha işveli gelir oksijenden. ne bileyim işte, damarında denerken bir zehri. o zaman anlarsın işte hayatta kalmanın savaşmak olduğunu. barışın, romantiklerin sunmuş olduğu bir safsatadan ibaret olduğunu. ve acının tam göbeğinde doğarsın. tanımaya, anlamaya ve manalandırmaya çalışırsın evreni, dünyayı, nefes almayı, suyu içmeyi... kısacası her şeyi. işte o an, savaşında en kızışmış dönemindesin demektir. alanı terk etsen ne olacak, bilemezsin. lakin söyleyeyim mi sana? kaçak damgası yiyeceksin kendi ruhun tarafından. kabullenemeyeceksin kendini. kendine karşı haset duyacaksın, irin akacak aynaya baktığın surattan. o yüzden terk etmemelisin savaş yerini. gerekiyorsa öleceksin. ama ölmeden önce yapacağın her edimi yapacaksın. ve yaşamayı, hak etmeyi savunacaksın önce kendin için, sonra tüm insanlık adına. ölmeyi bile ertelemeyecek, hak edeceksin. peki hak ediyor musun? hiç düşündün mü? şimdi şapkanı, ruhunu, bedenini, duygularını... her şeyini ortaya koy ve yüreğinin-aklının verdiği ölçütte düşün, ona göre yaşa ve yaşat. hayatta kalmak için, ölmek için, yaşamak için ve yaşatmak için kendine ihtiyacın var. unutma! her şeyden önce kendinden hareketle herkes için yaşıyorsun.