Virginia Woolf’un 1929 yılında kaleme aldığı “Kendine Ait Bir Oda” eseri feminizm açısından ele alınmış en kapsamlı eserlerden birisidir denilebilir. 16. yüzyıldan itibaren kadının topluma ait yerini vurgulayan bu eserde günümüze kadar neler olduğu ve gelecekteki beklentiler de anlatılmaktadır. Ben ise yazıma başlamadan önce feminizmin ne olduğunu belirtmek istiyorum.

Feminizm hem kadınlar için adalet hem de cinsiyetçiliğin her alanda sona ermesini isteyen politik bir harekettir. Sosyal adalet arayışını amaçlayan feminist inceleme; sosyal, kültürel, ekonomik ve politik olaylar hakkında geniş bir bakış açısı sunmaktadır. Birçok ortak bakış açısına rağmen feminist filozoflar arasında pek çok farklılık bulunmaktadır. Çağdaş felsefi bilimi 1990’larda daha fazla kadının felsefe de dahil olmak üzere yüksek öğretimde kariyer yapmaya başlamasıyla ortaya çıkmıştır. Bunu yaparken de bu bireyler için kendi deneyimlerinden yararlanmışlardır. Ayrıca bu akademisyenler çevrelerindeki feminist hareketlerden de etkilenmişlerdir. Feminizm dalgaları İngiltere’de Mary Wallstonecraft’ın 1792’de yayınladığı “A Vindication the Rights of Woman” adlı eseri ile başlamıştır. 1792 yılından itibaren ise feminizm hareketleri üç dalgaya ayrılmaktadır. Birinci dalga daha çok siyasal anlamda kadınlara verilmesi gereken özgürlükleri ve mülkiyet, eğitim haklarıyla alakalıdır. İkinci dalga ise 1960’larda daha çok kadınların cinselliği ve doğurganlığı arasındaki ayrımları ortaya koymuştur. Kadın hareketinin cinsel özgürlüğü üzerine olan ikinci dalga feminizm hareketi, toplumsal cinsiyet rollerinin yıkılmasının öneminde büyük bir önem taşımaktadır. İkinci dalgada kadınlar bedenlerinin özgürlüğünü savunmuşlar ve bununla beraber kadınlar kendi bedenlerini ataerkil normlar üzerine kurulmuş baskılardan kurtarmak adına kürtaj hakkı istemişlerdir. Üçüncü dalga ise 1980’lerin ilk yarısı ile başlamıştır ve ırkından veya cinsel yöneliminden dolayı eziyet gören kadınları da düşünerek harekete geçilmiştir. Genel olarak feminizm üç dalga halinde belirtilse de aslında farklı fikirleri benimseyen feministler vardır ve kadınların mücadelesi günümüzde de devam etmektedir.

Eserin kendisine giriş yapıldığında ise yazar kadınların kaliteli bir edebi eser üretmesinde dört ana kategori belirler: Para kazanma, kendilerine özel bir oda yaratma, boş zamanlarının olması ve erkeklerin sözlerini düşünmemek. Kendine ait bir oda denildiğinde aslında okuyucunun aklına daha monoton bir hikâye gelmekte fakat burada bahsedilmek istenen eserin içerisinde de belirtildiği gibi eğer zamanında yazarların kendilerine ait bir alanları olsaydı daha iyi eserler çıkartıp çıkartamayacaklarıydı. Woolf’un ataerkil toplumdan sıyrılabilmesinin en önemli nedeni ise ona miras kalan paraydı. Fakat ne olursa olsun bir kadın olarak istediği yerleri ziyaret edemiyor, istediği gibi kütüphaneye gidemiyordu. Bu 20. yüzyılda böyleyse geçmiş yüzyıllarda durum nasıldı? Aslında Woolf bunun cevabını da vermektedir. Eserde sürekli olarak eğer geçmişte Marry’nin annesinin ve onun annesinin, kısaca kadın jenerasyonu kendi ekonomik özgürlüğü kazanmış olsaydı neler olabileceğine dair konuşma geçer. Bir noktada ise “Marry” diye birinin belki de olmayacağı konuşulur. Bunun nedenlerinden birisi geçmişte kadınların evlerinden kafalarını çıkarmayıp sadece kocalarına hizmet etmeleri ve sürekli olarak çocuk doğurmalarıydı. Belki de okuyacak, eğitim görecek şansları olsaydı daha bilinçli olacaklardı. Diğer bir şey ise kazanılan paranın kocanın mülkiyetinde olma sorunsalı. Bu noktada aklıma gelen şey Victoria Dönemi oluyor. Victoria Dönemi’nde erkekler ve kadınlar talepkâr bir toplumda yaşamaktaydılar. “Dorian Gray’in Portesi” gibi eserlerde toplumun gerçekçi olmayan beklentileri açıkça görülebilir. O dönemde ise kadınların tek bir rolü vardı, o da evlenmek ve kocalarının çıkarları doğrultusunda yaşamaktı. Eğer kadınlar varlıklı bir aileden gelmiyorlarsa evlenmeden önce ev işlerini öğrenirlerdi, eğer tam tersi bir durum mevcutsa bu görevleri onların yerine hizmetçileri yapmaktaydı. Fakat ne olursa olsun eğitim konularında eşit değillerdi. Bunlara ek olarak Victoria Dönemi’nde kadınlardan iffetli olmaları beklenirdi. Ayrıca kadınlara mülkiyet hakkı tanınmıyor, evlendikten sonra kadınların mülkleri de erkeklere geçiyordu. “Kendine Ait Bir Oda” adlı eserinde Jane Eyre romanından bir alıntı verilmiştir. Jane Eyre eseri tam olarak Victoria Dönemi’ne aittir ve eserde verilen alıntı da aslında bizlere o dönemdeki eşitsizliğin önemini vurgular.

Eğer tarihte daha geriye gidilecek olursa 1400’lü yıllarda kadının durumu hala aynıdır hatta daha kötüdür. Kadın ailesinin seçtiği kişiyle evlenmek zorundaydı, evlilik denilen şey tamamen mantıkla alakalıydı. Eserin içerisinde bu dönem Chaucer’ın döneminden hemen sonra olduğu söylenir, yani İngiltere’nin en büyük şairi… Burada belirtilmek istenen erkekler şiir yazarken kendi içindekileri sözcüklere aktarırken kadınların bir köleden farksız olmaları. Bu noktada söylemek istediğim bir şey var ki bu da kadınların bile kendi aralarında ayrımcılığa uğramış olduğu. Woolf’un söylemek istediği tam da bu. Kendi aralarında bile “mirastan” dolayı ayrımcılığa uğramış olmaları. “Kendilerine ait bir odaları” olan kadınların yazılarının üzerlerini kapatmalarına gerek yokken kendilerine ait odası olmayan kadınların el yazmalarını saklamaları gibi.

Tartışılması gereken diğer bir konu erkeklerin kendilerini yüceltebilmek adına tarih boyunca kadınları kullanması. Erkekler, yüzyıllar boyunca kadınları aşağı konuma koyarak kendilerini yücelttiler. Burada kırılma noktası ise aşağı konuma koydukları kişilerin eleştirilerine dayanamamalarıydı. Woolf eserinde ayna görüntüsünü kullanmış, ki bana göre bu çok önemli çünkü ayna karşısında kendimizi görürüz. Eğer kadınlar erkekler için bir ayna görevi görüyorsa aslında kadınları aşağı konuma koymuyorlar, aksine onları yüceltiyorlar çünkü insanın insan karşısındaki yansıması neyse odur. Fakat toplum öyle bir toplum ki ataerkillik olmak zorundaymış gibi hissettiriliyor. Tıpkı Woolf’un dediği gibi, bir sınıfı ya da bir cinsi tamamıyla suçlamak saçmadır.

 Aslında kadın denilen şey Woolf’un da dediği gibi çok garip ve karmaşık. Bunun için eserlere bakıldığında Lady Macbeth, Anna Karenina, Antigone gibi güçlü ve incelendiğinde müthiş karakterler. Fakat diğer yandan insanın aklına tam da bahsettiğimiz Jane Eyre, Antoinette, Bennet Sisters’ı gördüğümüzde iki farklı karakterler arasında kalırız. Hayalimizdeki ve pratiğe dökülen kadın figürü şekli gibi. Bütün bunlar arka planda olurken Florence Nightingale, Wollstonecraft, Jane Austen, Bronte kardeşler gibi birçok yazar biz kadınların önünü açtı. Bizim yapmamız gerekense Shakespeare’in ölen kız kardeşinin ruhunu benliğimize çağırmak olacaktır.