Dudaklarımdan yalanlar dökülecek ama aralarına birtakım gerçekler de karışabilir; bu gerçekleri bulup hatırlamaya değer yanları olup olmadığına karar vermek size kalmış.
(sayfa 11)

İnsan izlenimlerinden kişisel ve tesadüfi olanları ayıklayıp gerçeğin saf sıvısına, öz yağına ulaşmalıydı.
(sayfa 31)

Profesörlerin öfkesi nasıl açıklanacaktı? Neden öfkelilerdi? Zira bu kitapların insanda bıraktığı izlenimi çözümlediğimizde hep bir kızgınlık öğesiyle karşılaşıyorduk. Bu kızgınlık farklı şekiller alıyordu; yergi, hassasiyet, merak, kınama olarak kendini gösteriyor, öte yandan hemen tanımlanamıyordu. Öfke, diyordum buna. Ama yeraltına inmiş, türlü türlü başka duygunun arasına karışmış bir öfkeydi. Garip etkilerine bakılacak olursa kılık değiştirmiş, karmaşık bir öfkeydi, yalın açık bir öfke değildi.
(sayfa 38)

İnsan şu an herhangi bir yeteneğin değerini ölçebilse bile değerler değişecek, yüz yıl içinde muhtemelen bütünüyle değişmiş olacaklar. Dahası yüz yıl içinde, diye düşündüm kapıma vardığımda, kadınlar korunan cinsiyet olmaktan çıkacak. Mantıken bir zamanlar mahrum bırakıldıkları tüm etkinlik ve uğraşlarda yer alacaklar. Dadı kömür taşıyacak. Tezgahtar makinist olacak. Kadınların korunan cinsiyet olduğu zaman riayet edilen gerçeklere dayalı tüm varsayımlar yok olacak; örneğin kadınların, papazların ve bahçıvanların başkalarından daha uzun yaşadığı gerçeği. Bu korumayı kaldırın, onları aynı uğraşlara ve eylemlere maruz bırakın, onları asker yapın, onları denizci yapın, makinist yapın, liman işçisi yapın ve görün bakalım kadınlar erkeklerden daha çok genç, çok daha çabuk ölmüyor mu; insanlar eskiden, "Bugün bir uçak gördüm.", dedikleri gibi, "Bugün bir kadın gördüm." demiyor mu. Kadınlık korunan bir meslek olmaktan çıktığında her şey olabilir, diye düşündüm kapıyı açarken.
(sayfa 46)

Gerçekten de kadın sadece erkeklerin kurmacalarında var olsaydı müyhiş nüfuzlu biri sanılırdı; çok yönlü; hem cesur hem acımasız; hem azametli hem aşağılık; hem olağanüstü güzel hem korkunç çirkin; erkek kadar büyük, kimilerine göre daha da büyük. Ama bu, kurmacadaki kadın. Kadın gerçekte, Profesör Trevelyan'ın da dikkat çektiği gibi kilit altında tutuluyor, dövülüyor, yerlerde sürükleniyordu.
Böylece, bileşenlerden oluşan son derece tuhaf bir varlık doğuyor. Hayallerde müthiş önemli, hayatta ise tamamen değersiz. Şiirlere baştan sona nüfuz etmiş, tarihten ise neredeyse tamamen soyutlanmış. Kurmacada krallarla fatihlerin hayatlarına hükmediyor; gerçekte ise anne babasının parmağına yüzüğü zorla geçirdiği herhangi bir oğlanın kölesiydi. Edebiyattaki en ilham dolu kelimeler, en ilham dolu düşünceler onun dudaklarından dökülüyor; gerçek hayatta ise zar zor okuyor, zar zor yazıyor ve kocasının malı sayılıyordu.
(sayfa 49)

16. yüzyılda büyük bir yetenekle doğan herhangi bir kadın şüphesiz delirir, kendini vurur ya da ömrünü, kasabanın dışında ıssız bir kulübeye kapanıp yarı cadı, yarı büyücüye, korkulan, alay edilen birine dönüşmüş halde geçirirdi. Zira sıra dışı yetenekli olup da bu şiir yeteneğini kullanmaya çalışan bir kız başkaları tarafından sürekli kösteklenip engellenir, kendi zıt içgüdüleri tarafından da sürekli ıstırap içinde parçalara bölünürse o kızın sağlığını ve akli melekelerini yitireceğini tahmin etmek için psikoloji uzmanı olmaya gerek yok.
(sayfa 55)

... Mr. Greg de -"Kadının varlığının temeli," demişti Mr. Greg, "erkeğin himayesine alınmasına, karşılığında da erkeği çekip çevirmesine dayanır." -, eril görüşten oluşan koca bir literatür vardı ki kadınlardan entelektüel açıdan hiçbir şey beklenemeyeceğini ileri sürüyordu.
(sayfa 59)

Erkeklerin, kadınların özgürleşmesine muhalefeti, özgürleşme sürecinin hikayesinden daha ilginç belki de.
(sayfa 61)

İnsan gözlerini kapatıp romanı bir bütün olarak düşünürse hayatı ayna gibi yansıtan bir oluşuma benzediğini görür, tabii sayısız basitleştirme ve çarpıtmayla. Her halükarda insanın hayalinde belli bir şekil bırakan bir yapısı vardır, bazen kare olarak inşa edilir, bazen pagoda biçimini alır, bazen kanatları çıkar, bazen kemerlere dönüşür, bazen sıkışıp küçülür, bazen Konstantinopolis'teki Ayasofya gibi bir kubbesi olur. Bu şekil, diye düşündüm, belli ünlü romanları hatırlayarak, ona uygun bir tür duyguyla başlar. Ama o duygu hemen başka duygulara karışır zira "şekil" taşın taşa temasıyla değil, insanın insana temasıyla oluşur. Böylece bir roman içimizde türlü türlü karşıt ve çelişkili duygular uyandırır. Hayat, hayat olmayan bir şeyle çelişir.
(sayfa 76)

Romanın gerçek hayatla böyle bir yakınlığı olduğuna göre romanın değerleri de kısmen gerçek hayatın değerleridir. Ama kadının değerlerinin çoğunlukla karşı cinsin yarattığı değerlerden farklı olduğu aşikar, bu doğal olarak böyle. Ne var ki üstün gelen eril değerler. Kabaca söylemek gerekirse futbol ile spor "önemli", moda merakı ile kıyafet satın almak "önemsiz"dir. Bu değerler kaçınılmaz olarak hayattan kurmacaya da aktarılmıştır. Bu önemli bir kitap, diye varsayıyor eleştirmen, çünkü savaşı ele alıyor. Bu önemsiz bir kitap çünkü salondaki kadının duygularını ele alıyor. Savaş meydanında geçen bir sahne dükkanda geçen bir sahneden daha önemli - değer yargılarındaki farklara her yerde, çok daha incelikli şekillerde rastlanır. Bu yüzden yazar kadınsa 19. yüzyılın başındaki bir romanın tüm yapısı yolundan hafifçe saptırılmış, dış bir otoriteye hürmetten kendi berrak görüşünü değiştirmek zorunda kalmış bir zihnin eseri oluyordu. O eski unutulmuş romanlara şöyle bir göz gezdirip kullanılan ses tonuna kulak vermek, yazarın eleştiriyle karşılaştığını anlamaya yetiyor; yazar ya saldırganca anlatıyor ya da uzlaşma yoluyla şunu anlatıyordu. Ya "sadece bir kadın" olduğunu kabul ediyordu ya da bu görüşe isyan ederek "bir erkek kadar iyi olduğunu" vurguluyordu. Eleştiriyi mizacına göre karşılıyordu, ya uysallık ve çekingenlikle ya da öfke ve hışımla. Hangisi olduğu önemli değil; her halükarda meselenin özünden başka bir şey düşünüyordu. Kadının kitabı böylece elimizde kalıyor. Ortasında bir kusur var. Kadınların yazdığı, Londra'daki sahaflarda bir bostandaki delik deşik küçük elmalar misali dağınık duran romanları düşündüm. Onları çürüten ortalarındaki kusurdu. Kadın kendi değerlerini başkalarının görüşlerine hürmetten değiştirmişti.
(sayfa 78)

Kütüphanelerini istediğin kadar kilitle; zihnimin özgürlüğünü ne bir kapı ne bir kilit ne bir sürgüyle kısıtlayabilirsin.
(sayfa 81)

Kadınlar milyonlarca yıldır içeride oturuyor, bunca zamanda yaratıcı güçleri duvarlara bile sindi; harçla tuğlayı öyle bir doldurup taştı ki mecburen kaleme, fırçaya, ticarete, siyasete sıçradı. Ama bu yaratıcı güç, erkeğin yaratıcı gücünden çok farklı. Bu gücün engellenip yitirilmesinin çok yazık olacağını da kabullenmemiz gerekiyor zira yüzyıllar içinde çok sıkı bir disiplinle kazanıldı ve yerine koyulabilecek başka hiçbir şey yok.
(sayfa 92)

Lanet okumak için durursan kaybedersin, dedim ona, aynı şekilde gülmek için durursan da. Duraksarsan, tökezlersen mahvoldun. Sadece atlayışı düşün, diye yalvardım ona, tüm paramı ona yatırmışım gibi ve kuş misali uçtu engelin üstünden. Ama o engelin ötesinde bir engel daha vardı, onun ötesinde bir engel daha. Dayanma gücü olduğundan şüpheliyim zira alkışlarla naralar sinirleri yıpratıyordu. Ama elinden geleni yaptı.
(sayfa 98)

Zihin gerçekten de çok esrarengiz bir organ, diye düşündüm, başımı pencereden içeri çekerken, hakkında hiçbir şey bilmiyoruz, oysa tamamen ona bağlıyız. Neden vücudun aleni sebeplerden incinmesi gibi zihnin de kopuşlar ve ayrılıklar yaşadığını hissediyorum? İnsan "zihnin bütünlüğü" derken ne kastediyor? diye düşündüm; zira zihnin herhangi bir anda herhangi bir noktaya odaklanma becerisi öyle güçlü ki varoluş hali yekpare değilmiş gibi duruyor.
(sayfa 102)

Bir kitabın da ima gücü yoksa zihnin yüzeyinde ne kadar büyük bir etki yaparsa yapsın derinliklerine işleyemez.
(sayfa 107)

Basit ve katıksız bir şekilde erkek ya da kadın olmak ölümcüldür; insan erkeksi-kadın ya da kadınsı-erkek olmalıdır. Bir kadının en ufak şekilde yakınması, haklı olsa da herhangi bir davayı savunması, herhangi bir şekilde kadın olduğunun bilinciyle konuşması ölümcüldür. Ölümcül kelimesini lafın gelişi kullanmıyorum; bu bilinçli önyargıyla yazılan her şey ölüme mahkumdur. Beslenmez hale gelir. Bir-iki gün harikulade ve etkileyici, güçlü ve usta işi gözükse de alacakaranlıkta solacaktır; başkalarının zihinlerinde büyüyemez. Yaratma sanatının icra edilebilmesi için önce zihinde kadın ile erkek arasında işbirliği yapılması gerekir. Zıtların evliliğinin gerçekleşmesi gerekir. Yazarın tecrübesini kusursuz bir bütünlükle ilettiğini hissedebilmemiz için zihnin tamamının ardına kadar açık olması gerekir. Özgürlük olması gerekir, huzur olması gerekir.
(sayfa 109)

Bu şekilde cinsiyeti cinsiyete, niteliği niteliğe düşürmek, bu şekilde üstünlük taslamak ve başkasına yetersizlik atfetmek insanın varoluşunun özel okul evresine ait; "taraflar"ın olduğu, bir tarafı ötekiyle yarıştırmanın gerekli olduğu, bir sahneye çıkıp bizzat müdür tarafından süslü püslü bir kupa almanın her şeyden önemli olduğu bir evreye. İnsanlar olgunlaştıkça taraflara, müdürlere, süslü püslü kupalara inanmayı bırakıyorlar.
(sayfa 110)

Ne övgünün ne yerginin anlamı var. Hayır, ölçme uğraşı insana ne kadar eğlenceli gelirse gelsin en nafile meşgaledir; ölçenlerin hükümlerini kabullenmek ise en boyun eğici tavır.
(sayfa 110)

Entelektüel özgürlük maddiyata bağlı. Şiir entelektüel özgürlüğe bağlı. Kadınlar ise her zaman yoksul oldular, sadece iki yüz yıldır değil, dünyanın başlangıcından beri.
(sayfa 112)

Kadınlara yönelik bir söylevin ise özellikle yüceltici ve methedici olması gerektiğine katılacaksınız. Sizlerden sorumluluklarınızı hatırlamanızı rica etmem gerekir, daha iyi olmanızı, daha ruhsal olmanızı; ne kadar çok şeyin size bağlı olduğunu, geleceğin nasıl da sizlere bağlı olduğunu hatırlatmam gerekir sizlere. Ama bence bu tür nasihatleri karşı cinse bırakabiliriz, onlar bunları benden çok daha etkili bir şekilde ifade edecektir, gerçekten etmiştir de. Ben kendi zihnime döndüğümde yoldaş olmak, eşit olmak, dünyayı daha iyiye götürmek üzerine asil düşüncelere rastlayamıyorum. Kısaca ve basitçe, her şeyden önemlisi insanın kendi olması, derken buluyorum kendimi sadece. Başkalarını etkilemeyi düşünmeyin, derdim, bunu asil bir şekilde nasıl ifade edeceğimi bilseydim.
(sayfa 115)