“Ölmek istemiyordu. Hayat güzeldi. Güneş ısıtıyordu. Ama ya insanlar?”

Mrs. Dalloway romanı, modern edebiyatın temel taşlarından biridir. Virginia Woolf’un kullandığı gerek bilinç akışı, gerekse Bergson’ın zaman kavramı ile modernizm ile postmodernizm taşlarını yerine oturtmuş, edebiyatımızda Leyla Erbil, Adalet Ağaoğlu ve en çok da Tanpınar gibi isimleri etkileyen yazar olmuştur. Aristo’nun deyimiyle; bir sanat eseri, bir metin, ister bir saati, ister üç saati isterse de yalnız bir günü anlatır. Modern ve en çok da postmodern eserlerdeki zaman akışı ve bilinmezlik, bundan kaynaklanır. Mrs. Dalloway de bu eserlerden biridir. Sabah çiçek almaya çıkan Clarissa’nın bilinciyle başlar, akşam evde verilen partide son bulur. Tamamen bir günü dahi anlatmış değildir. Dış zaman, saat ilerlerken, bireyin iç zamanı dökülür gider. Bireyin bilinci dökülürken, dış zaman savrulur gider ve birey fark etmeksizin yaşar bu anları. Romanda her çan çalışında bilinç bölünür, dış zamanın farkına varılır. Londra’nın puslu havasına bakınca bilinç hareketlenir, akış başlar. Modern toplumu en büyük yıkımlara sürükleyen savaşların izleri bu yazarlarda görülür. Beckett, Woolf, Atay, Proust, Joyce gibi yazarlar, kokuşmuşluğun ve yıkıntıların kalıntılarını kendi sesleriyle, kendi bilinçleriyle bize aktarır. Londra neden pusludur? Neden dalgalar insanın üstüne üstüne gelir? Londra’da deniz mi vardır? Yoktur. Bunlar bireyin zihnine gelip vuran dalgalardır. Savaşlarda verilen kayıplar, ölümler, yoksulluk, açlık gibi insanı travmalara sürükleyen olaylar, kimi yazarların intiharına sebep olmuşken kimi yazarların da eserlerine yansımıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda yeğenini kaybeden Woolf, kendi zihin dünyasını Septimus ile yansıtmıştır. Septimus, savaşta arkadaşlarının ölümünü gören ve bu yüzden akli dengesini kaybetmek üzere olan bir karakterdir. Biz, Clarissa’nın kendini var etmek için ölmesini beklerken bu sürpriz Septimus tarafından verilir. İnsanlar, kötü kalpli insanlar, sadece doğayı koklayarak yaşamak isteyen insanlara huzur vermezler. Romanın ana teması öncelikli budur. Savaşları çıkaranlar da, insanı insana kırdıran da, hastalananları tımarhaneye zorla kapatanlar da insanlardır. Böylesine yitik bir toprağın, yitikleşmemiş insanı zor bulunur. Toplum ne kadar sakatsa, birey de o kadar sakat kalır. Birey sıkıştırılır, nefes almasına izin verilmez. Tıpkı Godot’yu bekleyen umut dolu Vladimir ve Estragon gibi, bir parça huzur arayan, iyileşme umudu taşıyan Septimus, aslında Woolf’un kendisidir. Woolf, gerçek dünyaya karşı umudunu kaybetmiş, intihar etmiştir; fakat kendi yarattığı kadına, Clarissa’ya yaşama şansı vererek kendisini yeniden var etmesini istemiştir. Romanda Clarissa’nın, Septimus’ın, Peter’ın bilinçleri teker teker dökülürken görülür ki savaşlar, hastalıklar, ataerkil düzen, arayış, tükenmişlik, bu felaketleri yaşayan ve yaşamayan herkese aittir. Herkes bir parça bu bozuk düzenden etkilenir. Feminist çıkışlar, ataerkil ve savaşçı düzene isyan, insanlığa eleştiri, doktorlara eleştiri, kendini var etme çabaları içinde boğulan bireylerin eseri: Mrs. Dalloway.