1. Giriş


Araştırmamı başlatmama bizim mahallenin çobanı Adem'in, koyunları ile bahçelere girdiği için onu sürekli rahatsız eden Yusuf Amca hakkındaki "Doksan yaşında olmuş, bir ayağı çukurda ama hala iki hurmanın peşinde deli divane oluyor." sözü sebep oldu. Uzun bir süredir boşlamıştım her şeyi. Uzun zamandır umursayamıyordum olanları bitenleri. Garipseyemiyordum. İşin içinden çıkamayacak, hiçbir soruma cevap alamayacağım umutsuzluğu ile ben de boşluğa ve meçhule savruldum. Sıradan geliyordu her şey. Hastalarımı dinliyor; diğer doktorlar ne yapıyorlarsa, yani antidepresan yazıp göndermek, ben de aynısını yapıyordum. Büyük bir şevkle başladığım işimden soğumuş, bıkmıştım. Merak bitmişti, merak bitince heyecan da gitmişti. Heyecan da gidince, sıkıcılaşmaya başlamıştı.

Önemsememeye, normal bir yaşantı sürmeye çalıştım. Fakat bu daha da kötü sonuçlar doğurdu. Bu boşluk tüm hayatımı sardı, kuşattı ve ben hayattan da sıkılmaya, bıkmaya başladım. Cevapsızlık, ama çok daha kötüsü, cevabı bulamayacak olmanın bilinmesi insanı deli edebilir.

Tanrı'yı nasıl bulabilir insan? Bulabilir mi gerçekten? Herkesi ikna edebilecek bir Tanrı cevabı yoktur. Herkes kendi görüşlerini söyler. Ama hiçbiri bir diğerine kanıt sunamaz. İşte çıldırılacak nokta burasıdır, cevap bulunamaz. Ya da agnostiklerin dediği gibi "Bu, bilinemez." Agnostikler bunu kabullenebiliyor fakat ben çıldırma noktasına geliyorum.

Evet, bir araştırmaya girdim. Ve kelimenin tam anlamıyla tüm hayatımı buna adadım. Hayatımın çalışmasını paylaşacağım bu satırlarda. Bu biraz sıkıcı olabilir. Fakat umuyorum ki psikoloji bilimine bir faydası dokunsun ve insanlar bundan istifade etsin. (Biraz kibirli bir cümleye benzedi ama silmeyeceğim. Kibirli olmadığım belki anlaşılabilir.)

Tamamen bana özgü bir araştırma yöntemi kullandığımı belirtmeli ve kullanılmasını da tavsiye etmediğimi söylemeliyim. Evet ben, yeni bir Frankenstein yarattım. Bunun suç oluşturabileceğini de kabul ediyorum. Ama rica ediyorum, yargılanmam, bu satırların okunmasından sonra başlasın. Kendi zararıma da olsa adalete boynumu seve seve uzatacağımdan kimsenin şüphesi olmasın.

Evet benim Frankenstein'ım Yusuf Amca oldu. Şu an ne hissettiğimi gerçekten bilemiyorum. Pişmanlık mı, vicdan azabı mı, hiçbir şey mi, korkunç bir acı mı, delirmenin tepe noktası mı... Bilmiyorum. Kendimi sadece yazmaya zorluyorum. Ne yaptığım ve hangi amaçla yaptığım bilinsin istiyorum. Amacım, toplum önünde günah çıkarmak değil. Buna ihtiyacım yok. Bunu kendi kendime de yapabilirim. Kendi içimdeki şey de beni toplumdan çok daha ağır bir şekilde yargılayabilir. En azından bu kadar dürüst olduğumu biliyorum. Aslında ben de sosyal medya üzerinden son bir canlı yayın açıp, söyleyeceklerimi söyler ve sonra gerekeni yapardım. Ama üzgünüm ki ben son derece utangaç ve çekingen biriyim. Şimdi, şu anda bile utanç duygusunun olması ne tuhaf. Sanki bir önemi kalmış gibi... Yine de kelimenin konuşmaktan daha etkili olduğuna inanıyorum. Kelime ki Tanrı'nın belki de en büyük armağanı. Kelime ki şiiri oluşturur. Ve şiir inanılmaz bir şekilde ruhu besler. Eh, bu görsellik çağında ne kadar etkisi kaldı, tartışılır. Anlatabileceklerimi görsele dökebilseydim bunu yapardım. Çünkü okumanın devri geçti. İnternete atılacak bir video artık çok daha etkili olurdu ve daha çok kişiye de ulaşırdı. Ama kelimeler insanları sıkacak, çoğu kimse açıp okumak bile istemeyecek, uzun yazıyı görünce bile direkt kapatacaktır. Ama olsun, alıcısı her zaman gelir. Bu satırlar da o seçkin alıcılarını bekleyecek.


Kendimden ne kadar bahsetmem gerekiyor? Ya da önemleri var mı? Neyse, yine de biraz deneyeyim. Otuz iki yaşımdayım. Bekarım, hiç evlenmedim. Hâlâ ailemle birlikte yaşıyorum. Sıkıntılı bir ergenlik dönemi geçirmiştim. Sıkıntılarım ergenlikle beraber bitmedi, daha da artarak devam etti. Bundan daha doğal ne olabilir bilmiyorum. Ergenlikle beraber bilinç geliyor ve bilinç, rüyadan gerçeğe uyanmayı kabul etmiyor. Gerçekler, insan- hayvan olduğumuz gerçeği, çocukluğun masalsı yaşamından çıkıp; bilinçli, düşünen, sorgulayan bir hâle gelmek, cennetten kovulup azap çekmeye başlamak gibi bir şey. 

Üniversitenin ikinci yılında mühendisliği bıraktım ve psikiyatri okumam gerektiğine inandığım için tekrar sınavlara girdim. Bunu başardım da. Mezun oldum. Özel bir hastanede iş de buldum. Şimdiye kadar da orada çalışıyordum. Bu bana bir şey katmadığı gibi hastalarıma da bir fayda sağlamadı. Belli ve bilinen programları uyguladık durduk. Bu benim mesleğim olmuştu. Sadece para kazanıyordum. Ama benim istediğim bu değildi. Evet işim bu olmalı, mesleğim değil. Bu benim hayatımın amacı olmalıydı. Para da kazanmalıydım elbette. Şu farkla ki şimdi para için yapıyorum gibi geliyor. Oysa bu işi kendime ve insanlığa bir faydası dokunması için yapmalıydım. Dünyanın gelişimine bir katkım olmalıydı. Parayı zaten kazanırdım, ama görevimi yaptıktan sonra. Evet, bu benim mesleğim değil, görevim ve sorumluluğum olmalıydı. Belki bir üniversiteye girmeliydim. Fakat bunu başaramadım. Torpil gerekiyordu, araya adam sokmak gerekiyordu. Eh, Allah korusun! O kadar da olmaz. İşte bu şekilde ne yapacağını bilmez bir halde başıboş dolanırken, komşumuz Adem döndü askerlikten. Onun yaşantısından kesitler dinledim ve hayatta kalma çabasına şahit oldum. Ve Yusuf Amca hakkında söyledikleri beni bu çalışmaya itti. Merak duygum yeniden canlandı ve ben yeniden araştırmaya koyuldum. Yusuf Amca'mı, kendisinin farkında olmadığı ruhsal bir ameliyata aldım. Yarattığım bu Frankenstein'ı anlatacağım burada. Beş para etmez, zaman kaybı da bulabilirsiniz bu satırları. Garantisini veremem. Fakat içimdeki bir şey beynime, kalbime hücum ediyor. Dışarı çıkmak istiyor. İçimde kalırsa, o da ben de öleceğiz. Ve dışarı çıkmasının tek yolu işte bu satırlara akması. Ancak burada yaşamını sürdürebilir çünkü.