Bu şehri tamamen terk etmesi mümkün olmamıştı. Köklerinin buraya bağlı olduğunu, o gökyüzüne uzansa da bu topraklarla bir bağının olduğunu; gri saçlarıyla, yaşanmışlıkların izlerini barındıran yüzüyle, gençliği bir eski film gibi hatırlanılmaz hale gelmişken kabulleniyordu işte. Bazen bu şehre gelmek zorunda kaldığı o vakitlerde şehirde gezerken bile hep bir korkuyu taşımıştı içinde. Kendi hayallerini yaşayan başka bir kadınla karşılaşma korkusu, yıllardır boğazında yer edinen o yumruyu bir gözyaşıyla ortaya çıkarma korkusu, özleminin sahibi olan adamın kendisini tanımayarak yabancı bakmasının korkusu... Hep korkak olmuştu, en büyük cesareti yıllar önce bir genç kadınken göstermişti ve bu cesaretin pişmanlığını yıllardır sırtında taşıyordu.


Kırışmış parmaklarındaki alyansına düşürdü gözlerini, ne olmuştu da sevdiği adamdan başka biriyle evlenebilmişti? Yarım bir hikayesi olanların hayatlarına devam etmesini hem geçmişe hem geleceğe ihanet sayarken nasıl yapabilmişti bunu? İlter’in evlilik haberi geldiğinde mi vermişti bu kararı, yoksa o fotoğrafı gördüğünde mi? Yıllardır hep kendini kandırsa da evlilik kararını çocukça bir intikam duygusuyla aldığını biliyordu, artık onu umursamayan bir eski sevgiliden alınmaya çalışan bir intikam. Hayat bu konuda acımasız davranmamıştı ona, güzel bir evliliği onu seven bir eşi ve 3 çocuğu olmuştu. Ama bazen bir deniz kokusunda, bir eski şarkıda, köşebaşlarında buluşan genç sevgilileri gördüğünde, bir adama aşkla bakan bir kadının gözlerinde göğsünü zorlayan o hissin etkisiyle ve hiç geçmeyen o ağlama isteğiyle gözlerine yaşlar dolardı.


Şimdi geçmişle muhasebe yapmasına neden olan neydi? Gün batımına bakarken “Sanki o gün gibi” diye düşündü; aynı gün batımı, aynı sokaklar ve aynı şehrin nefes aldırmayan boğucu havası. Sanki İlter’i hiç arayıp da yolların kesiştiği o noktaya çağırmamış gibiydi. Sevdiği adamın gözlerine bakarak “Bitti.” dememişti sanki, “Senin beni sevmeyişine olan tahammülüm de sana olan sevgim de kusurlarını kabullenen aşkım da bitti. İlişkimizin sürmesinin bir manası yok.” dememişti. Hâlâ severken nasıl sevmiyorum demişti, yıllar sonra bile bu nasıla bir cevap bulamıyordu.


Bir zamanlar yaşadığı evden çıkıp bu sokakları tekrar yürüyerek geçmişe dalmasına sebebiyet veren şey İlter’in bir hastane odasında can çekişen bedenini görmesi miydi? Yüzüne değen gri saçlarıyla irkilip tekrar gün batımına baktı, “o günkü gibi” diye düşündü tekrar, içine düştüğü hastalıklı sayıklamadan kurtulamıyordu. Etrafındaki tek katlı evlere baktı, tüm şehir yüksek katlı binalarla dolarken bu sokaklar değişime direnmişti. Kaç yıl olmuştu, 30 mu? Adı kadar iyi biliyordu kaç yıl geçtiğini, her yıl dönümünde yataklara düşecek kadar hasta oluyordu bilmez miydi hiç? Tam 32 yıl önce arayıp sevgilisini evlerinin az ilerisindeki bu yere çağırmıştı. Günlerdir süren kavgalarını adamın eline tutuşturduğu o eşyalarla dolu kutuyla sonlandırmıştı. İlter’in gözlerinde rahatlama gördüğü an, "Keşke onu hiç tanımasaydım." diyerek sonra hızlıca bundan acı bir pişmanlık duyduğunu hatırlıyordu. Onu, yaşattığı tüm bu acılara rağmen sevmek güzeldi kalbi kısa bir süre de olsa aşk ile dolmuştu. Tam da hissetmekten vazgeçtiği bir anda aşık olmuştu.

Gün batımına yöneltti tekrar bakışlarını: “Bu sokaklarda ben bir genç kadın gömdüm, bir daha hissedemeyeceğimi o andan beri bildiğim bir sevdayı gömdüm.” Ellerini beyazların gezindiği saçlarına götürdü. Saçlarını boyamayışı bile sevdiği adamın boya sevmeyişi yüzünden değil miydi? Onsuzken bile onun istekleri doğrultusunda yaşamıştı.

  

Bir tesadüf eseri tanıdığı adamın kendisini sevmesini çok istemişti, adam sevmişti de muhakkak, yoksa birlikte 3 yıl geçiremezlerdi. Ama adamın sevgisinin sınırları ona duyduğu sevgiye nazaran çok genişti. Adamın gamsızlığından, yıpratan tavırlarından ve korkuların egemen olduğu bir sevgiyi yaşatmaya çalışmaktan yorulmuştu, belki de daha fazla seven taraf olmanın yıkıcı ağırlığındandı bu yorgunluk. Adam giderse ya da başkasına aşık olursa korkusu onu uykusuz gecelerle tanıştırmıştı. Bu korkular kafasında kurduğu düşüncelere dönüşüp büyük kıskançlıklara evrilmiş üstelik bu evrim ile kalmamış büyük huzursuzlukları ve kavgaları da peşinden sürüklemişti. Hem kendini hem başkalarını zehirleyen bir duyguya ev sahipliği yapıyordu. Gençti, saftı ve bu sevginin yükünü tek başına kaldırmaktan yorulmuştu, zaten bir sevgi de insana yük olmamalıydı. Kavgalardan bunalan adamın kadının hassasiyetlerini göz ardı etmesi ise son vuruş olmuştu. Bir anlık bir cesaret ile aşk ve gururu yan yana koyup gururunu seçmişti kadın. Tam da şu an durduğu yerde. İkisi de başka hikayelerin kahramanları olmuşlar, beraber kurulan özgürlük hayallerini başkalarıyla yaşamışlardı. 2 hafta önce adamın kızı kendisini aramış, babasının hastanede olduğunu haber vermişti. “Belki son kez görmek istersiniz, annem sizi görmesin yeterli benim için.” diye eklemişti. İlter, en büyük kızına kendini bir vicdan azabı, helallik alınması gereken bir eski hikaye olarak anlatmıştı. 2 haftadır bu şehirde her gün 2-3 dakikalığına hastaneye gidip adamı bir camın ardından görüyordu. Yaşlanmıştı, kilo almıştı ve ölüyordu.

Her gün o camın ardında parçalara ayrılmış bir vedayı yaşıyordu. Ama bugün bu sokağa gelmek istemişti, 32. yıl dönümünde. Her şey o günkü gibiydi ama bu sefer terk eden taraf adamdı, üstelik tek bir cümle kurmadan. “Yine çok bencilsin İlter, yine benim ne olacağımı düşünmüyorsun” dedi kadın kendi kendine. Sonra bir deniz kokusu çarptı burnuna bu topraklı yolların ortasında, her şey işte şimdi bitmişti anladı kadın. Telefonu çaldı ağlayan genç kadın sesi “Sizin de başınız sağ olsun.” dedi.


Kesişen yolların ortasında durup eski, çok eski bir anıyı hatırladı kadın. Bir gün adam onu eve bırakırken izledikleri diziye atıfta bulunarak “Belki kesişen yollar şeytanından bir şeyler dileriz ha, ne dersin?” demişti. Kesişen yollar şeytanının gerçek olmasını şu an tüm kalbiyle dilerdi kadın, buğulanan gözlerini gökyüzüne çevirdi. Onunla geçireceği bir gün için ruhunu satmaya hazırdı ama bir efsaneydi işte. Ve bu anı bir ömür, bir eski hayat kadar uzakta kalmıştı.



Fotoğraf: İlayda Kalkan