Komşularımız "Kevser Hanım teyze" diyor, ben "Kevser anne" diyorum. Aramızdaki otuz yaş farka rağmen komşuluk ilişkimiz , neredeyse çocukluğumuzun komşulukları kadar sıcak ve tatlı. Bu sevecen, sıcakkanlı, tatlı dilli, ufacık, minyon kadının yanında kendimi çok huzurlu hissediyorum. Kalbi inançla dolu, sabır ve şükrü ilke edinip kemale ermiş, tevekkül eden, ibadetini aksatmayan, aynı zamanda gününü en güzel, en keyifli şekilde yaşamayı kendine borç olarak gören , yeme- içmeyi de gülmeyi de, sevmeyi de Allah rızası için yapmanın şart olduğuna inanan, elinden gelenin en iyisini yaparak yaşayan Kevser anne, tanıdığım hiç kimseye benzemiyor. Feleğin çemberinden geçmiş ancak taşlaşmamış yüreği, sevgi dolu, merhametli bu kadının kalbinde kine, nefrete, öfkeye yer yok .Kolay kolay sinirlenmiyor ama olur da kızarsa veya haksızlığa uğrarsa kişiyi Allaha havale ediyor. 

  Evden dışarı pek çıkmıyor ama yine de gün yetmiyor ona. Kişisel bakımına çok önem veriyor; evde bile olsa özenli giyiniyor, takıp takıştırıyor, ibadet ediyor ,kitap okuyor, çiçekleriyle ilgileniyor. Hemen her gün kahve içmek için komşularından birilerini davet ediyor. Akşamları da oğlu uğruyor yanına. Aynı sitede oturan biricik evladı İlker, benim de komşum ve yakın arkadaşım. Yemek ve ev işleri için günlük yardıma gelen Emine var ayrıca. Hiç yalnız kalmıyor yani. Arada sırada yaptığımız gibi o gün de Kevser anneyle kahvaltıda birlikteyiz. Kahvaltı bitince, yeni boyadığı ahşap kutuyu ve yaptığı takıları masaya dizip gösteriyor gururla. Birkaç yıl öncesi hobi kurslarına gitmiş; seramik, ahşap boyama, rölyef. Çok üretken hem de yetenekli. Emine kahvelerle geliyor odaya. Elinde bir de siyah beyaz fotoğraf tutuyor. "Mutfağı toplarken yemek kitabının arasından düştü bu. Ay nekadar gençsin burada. Maşallah güzelliğinden de bir şey eksilmemiş hiç" diyor, Kevser anneye. Kahveleri sehpaya, fotoğrafı Kevser annenin eline bırakıyor. Bakıyoruz; İki katlı bir evin bahçesinde, süs havuzunun yanında, üzerinde çiçekli, kısa bir elbise ile ayakta durduğu bir fotoğraf bu. Belgin Doruk'a benziyor. Çok güzel bir kadın. Biraz sitemkâr bakıyor gibi ya da ciddi görünmeye çalışmış. Emine göz kırpıyor bana, sonra Kevser anneye dönüp "Çok can yakmışsındır vallahi" diyor. Kevser anne biraz mahcup, kıkırdayarak gülüyor. "Albümlerine bakabilir miyim?" diye rica ediyorum adeta yalvarır bir sesle. "Elbette" diyor, hevesle. Emine getiriyor içerden; dört büyük albüm var. Rastgele açıyoruz, siyah beyaz fotoğraflar, arkalarında tarih, bazılarında da birkaç satır şiir dizesi var. Tarih daha çok 1960 ve 1970 ler. Fotoğraflar üzerinden anlatıyor, orada bekardım, burası Beykoz, burası okul bahçesi falan. O yıllara göre oldukça modern olan giyimi, ekonomik koşullarının da göstergesi sanırım. Bir odada pencere önünde durduğu ve çok güzel güldüğü bir fotoğraf var. Adeta çekiliyorum fotoğrafın içine. "Şiir yazılır bu fotoğrafa" diyorum. Hüzünlü gözlerle bakıyor fotoğrafa. Israrlı sorularımla ilmek ilmek çözülüyor. Anlatıyor da anlatıyor. Dalgın konuşuyor ama anlatmaya da hevesli aslında. Fotoğraflar kronolojik sırayla dizilmediği için, anlattıkları da bir hikâye içinde yerli yerine oturmuyor. Bir baştan bir sondan anlatarak bakıyoruz tüm albümlere. Birkaç gün sonra İlker'i gördüğümde sorularımı ona yöneltiyorum bu kez. Kısa bir özetle anlatıyor annesinin hayat hikayesini. Ertesi sabah Kevser anneye sevdiği ekmek çeşitleriyle gidiyorum. Sorularımı çalışmış olarak sıralı soruyorum bu kez. . Anlatıyor; iki kardeşiz, benden ,dört yaş büyük bir abim var diyor. Henüz ilkokuldayken kaybediyor babasını. Neyse ki dayısı sahip çıkıyor aileye, babadan kalan bir ev bir de maaş olunca sıkıntı yaşamıyorlar pek. Başarılı bir öğrenci Kevser. Dayısı hep destekliyor okumasını. Lise son sınıfa kadar her şey yolunda gidiyor. Lise son sınıfta bir delikanlıya kayıyor gönlü Kevser'in. Okulun yakınındaki durakta görüyor ilk defa Aydın'ı. Minibüs şoförlüğü yapan, oldukça uzun boylu, ince yapılı, zayıf, esmer bir delikanlı bu. Kevser'in arkadaşları bu gönül işini öğrendiklerinde dalga geçiyorlar onunla; Aydın'ın çirkin olduğunu, Yılmaz Güney'e benzediğini söylüyorlar. Kızıyor Kevser onlara, "çok yakışıklıydı ve gerçekten de Yılmaz Güney'e benziyordu" diyor. Çirkin kral lafına da kızıyor, "Allah'ın yarattığına çirkin denmez, günah, O kendi suretinde yarattı insanı." diyor. Kevser bir yıl boyunca platonik bir aşk yaşıyor kendi içinde. Aşkın en güzel halini.

Şiir yazmaya da ilk o zaman başlıyor. Aydın Kevser'in varlığından haberdar bile değil oysaki. Görmüyor, bakmıyor hiç. Kevser liseyi bitirip eve kapandığında Aydın'ı göremez oluyor artık. Bahane buluyor; daktilo öğreneceğim diye tutturuyor annesine. Bir tanıdıklarının evine gidiyor daktilo dersi için. Böylece Aydın'ı görebilecek. Bir gün derse giderken, nasıl oluyorsa Aydın'ın dikkatini çekiyor. Artık okul forması yok üzerinde, liseli kız hallerinden uzak, örgülü saçlarını çözmüş, nerdeyse beline kadar inen saçlarını savurarak yürüyor. Aydın Kevser'le konuşmak için yanına geldiğinde Kevser'in kalbi yerinden fırlayacak gibi oluyor. Korkuyor, hızla koşar gibi uzaklaşıyor. Birkaç kez tekrar ediyor aynı durum. Artık Aydın'ın gönlüne de düşmüş bu sevda, vazgeçmiyor. Birgün çok kararlı, kesiyor yolunu Kevser'in "Söyle, gönlünde başka biri mi var? Söyle de bileyim . Yoksa bırakmam" diyor. Çok korkuyor Kevser, en çok da onu kaybetmekten. " Yemin ederim, babamın mezarı üstüne yemin ederim ki; senden başkası yok gönlümde " diye kelimeler çıkıveriyor ağzından. Aydın taş kesilip kalıyor; bu itirafı beklemiyor çünkü. Kevser kaçıyor. Sonraki günlerde Aydın hep Kevser'in yolunu bekliyor. Mektuplar, şiirler, küçük notlar, parklar, çay bahçeleri... Aşk sarhoşu bu gençlerin, en güzel günleri olarak akıp gidiyor, bir yıl. Dayısı "Bu kızın evlilik yaşı geldi, münasip biri olursa verelim artık" diyor. Annesi "Olmaz, küçük daha" diyor. Bu arada Kevser, tanıdıkları aracılığı ile belediyede işe başlıyor. Daktilo bilmek ve lise mezunu olmak o yıllarda donanımlı, vasıflı olmak demek. Hatırı sayılır da bir maaş alıyor. Maaşını annesine veriyor, o da kızı için çeyiz alıyor. Bir yıl da böyle geçip gidiyor. Bu arada Aydın, evlenmek için sürekli baskı yapıyor Kevser'e ama Kevser çok korkuyor evlenme niyetini ailesine açmaktan. Aydın Alevi çünkü ve Kevser'in ailesi Alevilerden hazzetmiyor. Kevser çaresizlik içinde kıvranırken, birileri Aydın'la Kevser'i çay bahçesinde elele görüyor. Ailesine hemen yetiştiriliyor haber. Kıyametler kopuyor evde. Kevser eve kapatılıyor, işe gönderilmiyor. Kilitli kapılar ardında, pencere önünde, çaresizce çok gözyaşı döküyor Kevser. Bu durumlar yaşanırken, abisi de - çok zengin çiftlik sahibi bir adamın kızı ile - evlenmek üzere. Annesi ve dayısı düğüne odaklanınca ortalık biraz yatışıyor ama aylar süren ev hapsi devam ediyor. Abisi evlenip Sakarya tarafındaki çiftliğe yerleşiyor. Annesiyle Kevser baş başa kalıyorlar. Dayısı duruma el koyuyor, Maltepe adliyesinde işe yerleştiriyor Kevser'i, evlerini de oraya taşıyor. Doğup büyüdüğü mahallesine Beykoz'a, içi kan ağlayarak veda ediyor. Taşınmadan bir iki gün öncesi Kevser pencerede göz yaşı dökerken, Aydın geçiyor evin önünden. Kırgın, üzgün kısa bir bakış atıyor Kevser'e. Hepsi bu, bu kadar. Sonra başını eğip gidiyor Aydın. Aydın'ın yazdığı mektuplar ulaşamamış Kevser'e; iç etmiş annesi hepsini. Kevser'in yazmasına da göndermesine de zaten imkân yokmuş. Taşınmışlar Maltepe'ye. Annesi de bir an önce kızını evlendirip rahat etme niyetine girmiş artık. Çok gözyaşı dökmüş Kevser, yalvarmış annesine Aydın'dan başkasıyla evlenmem diye. Dinlememiş annesi "Eğer kaçarsan, Aydın'la evlenirsen sütümü helal etmem" demiş. Korkmuş Kevser, ana baba rızasını almadan, ahirette Allah'ın huzuruna çıkmaktan korkmuş. Çok büyük günahmış bu. Burada gözünden yaşlar akmaya başlıyor. Sıkıyorum kendimi ama ben de engel olamıyorum gözümden akan yaşlara. Yüreğinde öfke ve kinden zerre taşımayan bu kadın, şimdi annesi için diyor ki, "Ahirette iki elim yakasında olacak; Allahı'm ben ondan razı değilim, hakkım da helal değil anama diyeceğim" diyor. "Nihayetinde Aydın da senin kulun, sen yarattın, sen verdin rızkını onun. Ben şahidim ki yüreği tertemiz bir insan o diyeceğim" diyor. Sessiz ağlıyoruz burnumuzu çeke çeke. Ölsen ölmez bir dert işte. 

 Maltepe'de kısmeti açılıyor Kevser'in. Talipleri çıkıyor peş peşe. Hiçbirini kabul etmiyor Kevser. Annesi de kızı kadar inatçı, hiç vazgeçmiyor. Hali vakti yerinde, kuyumcu bir ailenin oğluna, Ekrem'e söz veriyor annesi. Oldukça iri yarı, pehlivan tipli, yuvarlak yüzlü, badem bıyıklı bu adam, Kevser'le konuşmaya çalıştığında, tek bir kelime bile çıkmıyor Kevser'in ağzından. Adamın yüzüne bile bakmıyor. Ama adam çok beğeniyor Kevser'i "Çetin cevize çattım ama olsun" diyor. Belki biraz da hırs yapıyor. Aynı günlerde Kevser'e gönlünü kaptıran bir de pilot var. Elçi gönderiyor Kevser'e. Konuşalım, olur dersen hemen ailemi yollayayım istemeye diye. Hayır diyor Kevser, bu eli yüzü düzgün efendi adama da. Ekrem işi uzatmadan ailesini gönderiyor. Sözler, merasimler, yüzükler ve kısa zaman içinde düğün yapılıyor. Evlendiği güne kadar pilot da vazgeçmiyor Kevser'den, hep yakınlarında etrafında dolanıyor, umut ediyor işte. Ama Kevser'in aklı da kalbi de Aydın'da hep. Kevser Aydın ile iletişim kurmaya korkuyor, çünkü annesinden korkuyor, günahtan korkuyor, Allahtan korkuyor.

 Bu evlilik Kevser için ne kadar acı verici ise Ekrem için de o kadar hayal kırıklığı oluyor. Beklediği sıcak yuva, aile bu değil. Evinin de Kevser'in de bir eksiği yok, dolayısıyla Kevser'in de çalışmasına gerek yok deniyor. Bu alımlı güzel kızın ağzı var dili yok. Saygıda kusur etmiyor, söylenen her şeyi eksiksiz yapıyor, zorunlu olmadıkça konuşmuyor. Ama evde muhabbet yok, ses yok, neşe yok. Günden güne soluyor Kevser. Ruhunu çekip almışlar da bedeni orada kalmış gibi. Günler aylar böyle geçiyor. Hamile kalıyor Kevser. Ağır bir hamilelik geçiriyor. Ekrem doğru düzgün konuşamadığı eşine artık dokunamıyor da. Büsbütün soğuyor evden de Kevser'den de. Eve geç ve sarhoş gelmeler başlıyor. Bağırıp çağırıyor, korkutuyor, kalp kırıyor fakat asla el kaldırmıyor. Bir oğulları oluyor, İlker koyuyorlar adını. Bu bebek de evliliği yuvaya dönüştüremiyor. Neredeyse bütün gece hiç uyumayan bu bebekle başa çıkmakta zorlanıyor Kevser, tükeniyor. Ekrem ise evde hizmet bekliyor. Evlilik iyice dayanılmaz bir hal alıyor. Boşanma talebi Ekrem'den geliyor. Bebekleri altı aylıkken boşanıyorlar. Yüreğinde pek de merhamet barındırmayan kibirli paşazade Ekrem bu günlerde destek oluyor Kevser'e; bir yıllık kirasını peşin verdiği bir eve yerleştiriyor, üç beş eşya, düğün takılarının tamamı ve biraz da para. Birkaç ay süren bu ilgi bitiyor birdenbire, ne oğlunu ne de Kevser'i arayıp sormuyor bir daha. Kevser çalışması gerektiğini biliyor ama bebeğini bırakacağı kimse yok. Annesiyle bağını iyice koparmış zaten. Bu sırada bir arkadaşından Almanya'ya masa başı çalışacak polis memuru gönderileceğini öğreniyor. Almanca öğrenmek için özel ders alıyor bir iki ay ,sonra kitaplar alıp gece gündüz demeden kendi başına çalıyor. Sınava giriyor, başarıyla geçiyor. Gerekli resmi evrak ve pasaport işleriyle uğraşırken Ekrem çıkageliyor, yıkıyor ortalığı. Durumu öğrenmiş "oğlumu götüremezsin sen de gidemezsin" diyor. Almanya hayali böylece son buluyor. Sekiz aydır oğlunu görmeyen bu adam, oğlunun kaderini değiştirmiş oluyor. Sonraki aylarda da yıllarda da oğlunu bir daha hiç görmüyor.

 Kevser Almanca ders veriyor iki öğrenciye, bir süre böyle geçiniyor. Bebekle çalışmak zor, çareler arıyor. Bir dükkân buluyor, arka tarafında iki odası olan, mahalle içi bir yer. Ön tarafa kuru temizleme makinesi, arka odanın birine dikiş makinesi ve malzemeleri alıp yerleştiriyor. Diğer oda ise yatak odaları oluyor. Burada hem çalışıyor hem oğluna bakıyor hem de yaşıyorlar. Oğlu altı yaşına gelene kadar böyle devam ediyor. Bir gün arkadaşları onu Hikmet beyle tanıştırıyorlar. Bir yıl önce eşini kaybetmiş, on yedi yaşında bir oğlu olan Hikmet Bey çok ağırbaşlı, efendi düzgün bir adam. Aydın'ın hayali ve oğlunun varlığıyla yaşama gücü bulan Kevser, evliliği hiç düşünmüyor ancak bekar, genç ve güzel bir kadın olarak erkekler tarafından rahatsız edilmenin zorluğuna katlanmak durumunda kalıyor hep. Kalbinde hala Aydın var ama Aydın'ın da evlendiği haberini alalı çok zaman olmuş. Arkadaşlarının da baskısıyla bu mantık evliliğine razı oluyor. Hikmet de Kevser de yaralılar. İkisi de başkasının yarasına derman olabilecek durumda değil aslında. İkisinin de kalbi başka biri için atıyor; biri ölü biri diri. İkisi de imkânsız aşk. Evleniyorlar fakat bu evlilik de tuzsuz bir yemek gibi. Yemesen aç, yesen keyifsiz. Hikmet zaman zaman kendi yürek ağrısının dayanılmaz çaresizliğinden olacak, yatakta yanında yatan bu kadının "bedeni burada ruhu başka yerde" diye düşünüp hiddetleniyor, küsüyor. Yaraları çok benzer ya, tanıyor işte o acıyı. Bir fotoğrafın arkasına "Başkasının koynunun sıcaklığında üşüdüm" diye yazmıştı Kevser anne. Çok acı. İki yılın sonunda bitiyor bu evlilik. Kırmadan, dökmeden, sessizce. Bir yıl sonra Hikmet, çaresizlik içinde Kevser'in kapısına geliyor. Oğlu Almanya'ya gitmiş, yapayalnız kalmış, "aklımı yitireceğim, gel" diyor. Tekrar evleniyorlar. Bütün şefkatini ve sevgisini İlker'e veriyor Hikmet; babalık duygusunun tatminkarlığını yaşamayabilmek için. Yedi yıl daha sürüyor bu evlilik, Hikmet kalp krizi geçirip vefat edene kadar. Miras olarak Kevser'e soyadını, maaş kartını ve Beykoz'da bahçeli bir ev bırakıyor. Beykoz'a taşınıyor Kevser, belediyede işe başlıyor. Emekli olana kadar burada çalışıyor. Bir daha evlenmiyor. Yüreğinde Aydın yarası kabuk bağlamış, küllenmiş içindeki kor. Ama özlemi büyüdükçe büyümüş. "Yıllar geçti de acısı geçmedi" diyor. Bir bayram sabahı babasının mezarına gitmiş dua edip dönerken, kabristanda Aydını görüyor. Aydının yanında iki çocuğu ve eşi var. Uzaktan bakakalıyor donmuş halde. Felç geçirdiğini sanıyor bir ara çünkü eli ayağı buz kesiyor, kımıldayamıyor bir süre. Aydın görmüyor onu. Kevser'in yüreği yangın yeri. "Sonsuza kadar dur burada, Aydın'ı seyret" deseler, razı olacak. Bu son görüşü oluyor Aydın'ı. Bir daha hiç görmüyor. 

 İki yıldır Polonezköy 'de yaşlı bakım evinde kalıyor Kevser anne. Alzheimer hastası. Oğlunun dışında kimseyi tanımıyor, torunlarını bile. İki kez ziyaretine gidiyorum, hemşire sanıyor beni. İkinci gidişimde elini öpüp sarılıyorum nazikçe. Beni kendine doğru çekiyor, kulağıma diyor ki " Pilot karşı apartmandan ev tutmuş beni görmek için. Her gün buradan geçiyor, pencereme bakıyor. Ama ben onu istemiyorum, Aydın gelecek, söz verdik birbirimize, gelecek" diyor. Şaşkınım, içim sızlıyor aynı zamanda. Bir yerlerde okumuştum "yanındakiyle yaşar, aklındakiyle ölürsün" diye. Bir ömür harcamış aklındakiyle Kevser anne. Saygı duyuyorum bu aşka fakat üzülüyorum da. Başka türlüsü mümkünken... Eve dönerken İlker'e söylüyorum pilotla ilgili söylediklerini. Gülüyor. 1994 de uçak kazasında öldüğünü söylüyor o pilotun. Kevser annenin helva kavurup, mevlüt okuttuğunu da...