Ateşli haziran mevsimi, gölgesini peygamberdevesinin yeşil zırhına vuruyor, yaprağın üzerinde büyük bir sabırla avını bekleyen devasa böceği adeta kavurup duruyordu. Güneşin turuncu elleri odanın içini yokluyor daha sonra var gücüyle içeri doluyordu. Güneşin izinsiz girdiği bu malikanenin Kral Karun’un servetiyle denk tutulabilecek ölçüde olması insanoğlunu derin bir kıskançlık buhranına sürüklüyordu. Bu evin içindeki insanlar, burunlarını değil yerden almayı, altın tepsiyle sunulsa dahi almazlardı. Hepsinin içindeki Tanrı’nın yansımasına sahip olduğunu düşündükleri tuhaf beyinlerinin ne kadar tehlikeli olduğunu sadece Tanrı bilirdi. Gökyüzünü alttan süzen kibirleri, uçan kartalın asilzadeliğine dudak büken kıskançlıkları ve yüreklerine hıncahınç doluveren kötülük hissi içerisinde, ulu Tanrı onlara altı parmaklı bir evlat verdi. Taptaze kızarmış elma gibi şişirilmiş yanakları, fındık ağzı, bezelye burnu ve nurların bile kıskandığı o süt gibi teniyle harika bir çocuk dünyaya gelmişti. Saçları en güzel yaylalardan toplanmış yumuşak buğday başları gibi seyrek, sarıydı. Lakin küçücük, tombul ellerinde altı parmak olması aileyi derinden yaralamıştı. Onlara göre bu, birilerinin onlara ettiği kötü dilekten başka bir şey değildi. Neticede onlar fevkalade iyi ve kusursuzdu. Bu nedenle her zerrelerinin harikulade olması gerekiyordu. Oysa bilmiyorlardı ki onların yüreklerini kaskatı çevreleyen mutlak kibrin bedeli Tanrı tarafından altıncı parmağa atfedilmişti.


Aile, kendilerine yakışmayan bu hadiseyle bir yıl devirdi. Başlangıçta herkesten gizlenen bu olay, zamanla unutulmaya ve çocuğa karşı bakışlarının yumuşamasına neden oldu. Zaman, onların inatçı utancının alçısını söküp atmıştı sanki. Bahçeye çıkıp piknik yapıyorlar, bebek gülüşleri içerisinde yazı, büyük bir şenlikle geçiriyorlardı. Nedendir bilinmez, bir akşam çocuğun öksürük sesleri koca evi inletip dururken ailesi keder içinde onu iyileştirmenin yollarını arıyordu. Ne doktor ne de ilaçlar çocuğu iyileştirmeyi başardı. İlaçları içen çocuk bir süre sakinliyor lakin tekrar ağlamaya ve öksürmeye başlıyordu. Doktor, bunun çok ciddi bir grip olduğunu ve atlatmasının zor olduğunu söylediğinde tüm aile adeta yıkılmıştı.


Günler günleri kovalarken tüm çabaların sonuç verdiğini gören aile için umutlandırıcı bir tablo çizilmişti sanki. Çocuğun öksürüğü kesilmiş, dirayeti yerine gelmişti sanki. Doktorun dediği olmamıştı. Bu, onlar için en büyük mucizeydi. Oysa çocuğun ilk doğduğu günlerde, onu kimse kabul etmemiş, annesi bile emzirmek dışında bir kere bile yüzüne bakmamıştı. Nereden gelmişti bu sevgi? Zaman, en güçlü nefreti bile eritip onu sevgiye dönüştürme konusunda usta bir zanaatkârdı.


Güneşin ılık ılık nefesini üfleyiverdiği bir sabah gününde, ev son derece sükunet içindeydi. Anne, menekşe rengi sabahlığını üzerine geçirip yumuşak adımlarla çocuğunun beşiğine gitti ve bir süre soluk yüzüne baktı. Hastalığının izleri hâlâ o güzelim çehresindeydi. Anne, uzun, kemikli parmaklarını bebeğin zayıflamış yanaklarında ve ufacık burnunda gezdirdi fakat parmak uçlarına nefes kalıntıları bile değmedi. Anne, yüreğini karıncalandıran ve tüm bedenini titreten korkuyla hızlıca bebeği kollarına aldı fakat hiçbir hayat belirtisi göstermedi. O anda, kadın öyle bir haykırdı ki tüm ev, insanı deliliğe sürükleyen derin bir buhran içine girdi. Zavallı bebek, sabaha karşı havale geçirerek ölmüştü.


Çocuğun ölmesinden birkaç ay sonra, dışarıdan onları izleyen birtakım kimselerin hedefi haline gelmişlerdi. Eski kibirlerinden eser kalmamış, en eski kıyafetlerle günlerce dolaştıklarını söyleyenler olmuştu. Adeta ölü gibi ne konuşuyor ne de herhangi bir şeye tepki veriyorlardı. Onları görenlerden bir tanesi ise şunları söylemişti:

"Rüzgârı doğru yöne de esse, kibrin batıramayacağı hiçbir gemi yoktur."