Yahu, Bu Adam Burnunu da Silmez mi?


Kierkegaard (Kirkegor) için sadece "varoluşçuluğun kurucusu" demek, onun gibi biri için yetersiz kalabilir. Kierkegaard, felsefe tarihinde "insan" dediğimiz şeye gerçek anlamda bir dönüşün sesidir. Bu dönüş oldukça radikaldir ve çağında onu yalnız bırakacak olan şeylerden de biridir. Çünkü o aklın yüceltildiği, insanın akılla her şeyi "problem çözer gibi" çözebileceğine inanıldığı bir çağda doğmuştu ve bugün hâlâ daha aynı seviyede olmasa bile bu anlayış sürmektedir. Kierkegaard hayatı grileştiren ve ondan varoluşumuzu söküp alan bu anlayıştan oldukça uzaktır. O var olmak, kendisi olmak, yaşamak istemektedir. Onun bu tür istekleri yaşadığı dönem için belki tam olarak anlaşılmayacaktı ve salt bir yazar olarak ünlenecekti. Fakat 20. yüzyıldan (özellikle savaşların etkisiyle) sonra birçok filozof için mühim bir kaynak haline geldi. Kierkegaard, dünyayı bir matematik problemiymiş gibi görmez, o daima akışkan bir şeydir ve üzerine düşünülmesine gerek yoktur; bizzat yaşamamız gereken bir gerçekliktir. Bu bizim varoluşumuzla bağıntılı olan bir şeydir. Çünkü ona göre hakikat, yaşamın bizzat yaşanması gereken bir şey olmasından dolayı öznellikten çıkacaktır. Kierkegaard'ı çağında, insanlar arasında yalnız bırakan hususlardan biri de budur. O çok yoğun bir kalabalık gördüğünü ama içlerinde "kimseyi" görmediğini söylemektedir. Sanki herkes kamunun altında bir perdede saklanmakta, varoluşundan kaçınmaktadır. Kimse kendini tanıma gayretini göstermemekte, insanın varoluşsal yapısına yaklaşmamaktadır: "Doğru olan, iyi olandan ve güzel olandan daha yüksek bir yerde değildir, ama doğru olan, iyi olan ve güzel olan özde her insan varoluşunun bir parçasıdır ve bunlar var olan birey için düşüncede değil, fakat varoluşta bir araya getirilir." Bu ise insanın bilişsel (teorik) kısmında didinmekten artık vazgeçip onun yaşamdaki gerçekliğine, ahlaki boyutuna dönmemiz gerektiğini söylemektir. Ama bunu söylerken soyut düşünceden bahsediyor değildir. Yani birtakım filozofların yaptığı gibi bir şey üzerine düşünmek değildir esas olan, düşünülen şeyi artık düşünmeyi bir kenara atıp onu yaşamak, hissetmek, kaygısına kapılmak, kendimizle bir iç diyaloğa girmektir. Robert Solomon'un verdiği örnekten faydalanalım ve ikisinin arasındaki farkı somutlaştıralım: "İki yol: Birincisi ıstırap çekmek, diğeriyse başka birinin ıstırap çekmesi konusunda profesör olmak." İşte tüm bunlardan dolayı hakikat, öznelliktir ve öznellik, gerçekten gerçek olan şeydir. Binaenaleyh Kierkegaard, gözünü kamunun silik dünyasına, teorinin gri dünyasına değil, ahlaki boyutu varoluşunda gerçekleştiren bireye bakar. O halde var olan şeyler, tek tek kişiler değildir. Bu söylediğimi yapan, eyleme geçiren kişilerdir. Kamunun insanları ise sadece vardırlar ama onlar Sokrates'in "Kendini bil!" sözünden çok uzaktadırlar.


Hegelci düşünce ise tüm bu romantik ruhtan çok uzaklardadır. Hegel için gerçek olan şeyler kendi başına tikeller değildir. Dolayısıyla birey için bağımsız bir gerçeklikten söz edemeyiz. Bireyler varoluşunu toplumda ve devlette gerçekleştirirler çünkü özgür olan birey değildir, insanlar değildir, kendisini tarihte gerçekleştirerek kendisini özgürleştiren “tin”dir. Geri kalanlar ise bu inşa sürecinin parçalarıdırlar ve parçalar kendi gerçekliklerini kendi bünyesinde değil, ondan daha yüce olan bir amaçta bulurlar ve birey de sadece bu tarihsel düzlemde işleyen amacın bir parçasıdır, hepsi bu. Toplum ve devlet de bu sürecin bir parçasıdır ve bireyler de bunların dahilinde olmakla var olurlar ve “tin”in (tanrı) kendisini tarihte gerçekleştirme sürecinde yerini alırlar. Bunun dışında bir bağımsızlığını düşünenlerin ise herhangi bir değeri yoktur, onlar sadece vardırlar, ama "nesnel" bir gerçekliğe sahip olmaktan çok uzaktırlar. Hakikat, tikel bir bağımsızlık değildir, bütündedir. Kierkegaard'ı kızdıran şey tam da budur işte: "Yahu, bu adam burnunu da silmez mi?" O tüm bunların arasında, bireyin, yani kendimizin nerede olduğunu sorar durur ve cevap koca bir "hiç"tir. Ona göre nesnelliğe ve genele doğru bakmaktan kendini alamayan Hegel, bireyi unutur. O, tüm bu yaşadığını nereye koyacağını hesap edemez, çünkü bunların kendi başına önemsiz olduğunu düşünür. Bir kez olsun insanın derinliklerine inilmesi gerektiği aklına gelmez. Dünden şüphe eden ve yarından da kaygı duyan insanı göz ardı eder. Çünkü o her şeyin daha bir üst amacının olduğunu ve her şeyin aynı zamanda tinsel bir zorunlulukla gerçekleştiğine iman etmiştir. Dolayısıyla tarihteki her olay, olgu ve birey, bu tarihsel süreçteki uğraklardan ibarettir. Kierkegaard, Hegel'in varoluş dediğimiz şeyi unuttuğunu düşünür ve o, herhangi bir uğrak olduğu konusunda hemfikir değildir, çünkü o daima var olmakta, kendisini yine kendinde gerçek kılmakta, şüpheye yer bırakmayacak kadar yarından kaygı duymakta olan bir varlıktır: "Kendimi uykuda bile unutamam." Kierkegaard, tüm bu sebeplerden dolayı nesnel olanı değil öznel olanı, kamu olanı değil birey olanı ortaya çıkarır. Özgür olan benimdir, çünkü bu hayatı yaşayan da karar veren de benimdir. Elbette dünyada çoğu şey bizden bağımsız olarak gerçekleşir fakat bunun karşısında ıstırap çekebilen yine benimdir. Dolayısıyla ben sadece geçmişten ibaret değilim, çünkü beni en çok belirleyecek olan geçmiş zaman değil, gelecektir. Çünkü insan dün hakkında dertlendiği kadar gelecek için de kaygı duyan bir varlıktır: "Kaygı nedir? Ertesi gündür." Hegelci felsefe için gelecek tam anlamıyla mühim olan şey değildir, tek gerçeklikten bahsedecek olursak eğer o ancak "şimdi" olabilir:


"Hegelci felsefede gelecek ciddiyetle ele alınmaz veya geleceğe dair herhangi bir 'kaygı' yoktur, yalnızca şimdiye duyulan hayranlık vardır. Şimdinin başarısızlıklarından bahsedilmez ve dolayısıyla kendimizi daha iyi bir gelecek için adayabileceğimiz idealleri şekillendirmek için herhangi bir çaba da yoktur. Geçmiş referans alınarak şimdinin refleksif ve rasyonel bir biçimde anlaşılması (dolayımlanması) mutlak bilgiydi; yakın gelecek ise basitçe felsefi önem taşımıyordu. Kierkegaard ise yakın geleceğin önemini vurgular. Ona göre felsefenin işi hayattan kopuk bir bilgi ve idrak arayışı değil, 'ne yapmalı' sorusuna hayatın içinde ve hatta umutsuz bir şekilde yanıt arama çabasıdır. (Robert C. Solomon - Akılcılıktan Varoluşçuluğa)"


"Eksik olan, neyi bileceğim değil, ne yapacağımdır."

"Nesnel tefekkürün yolu, özneyi rastlantısal hâle getirir ve böylece varoluşu kayıtsız, uçup giden bir şeye dönüştürür. (...) öznenin varoluşu veya var olmayışı son derece farksız hâle gelir."

"Sizin için tek hakikat, sizi ahlaken yükselten hakikattir."


İnsan, bir sürecin parçası olmak değildir, en azından bundan ibaret değildir. Tinsel veya materyalist deterministlerin insan hakkında unuttuğu şey budur işte. İnsan tüm bu zorunlulukta nasıl bir zorunluluğun esiri olacaktır o yarından kaygı duyuyorken? O halde yapmamız gereken şey evrensel ilkeler aramak değildir, nesnel gerçeklik aramak değildir; tüm bunlardan önce gelen şeyi aramaktır, bakışımızı insana yöneltmektir.