“Büyük dönemler büyük insanlar yaratır. Ama Napolyon ya da Büyük İskender’in tarihteki göz kamaştırıcılığından yoksun, gösterişsiz, kimsenin tanımadığı kahramanlar da vardır… Bugünlerde Prag sokaklarında, büyük yeniçağ tarihinde ne kadar önemli bir yer tutacağından habersiz, etliye sütlüye karışmadan, kendi halinde dolaşıp duran kılıksız bir adama rastlayabilirsiniz. Adını soracak olursanız, tüm alçakgönüllülüğüyle ‘benim adım Şvayk’ diyecektir.” (1)


Yukarıdaki sözler Jaroslav Haşek’in Aslan Asker Şvayk için yazdığı önsözden alındı. Romancı kendi roman kahramanını tıpkı önsözünde belirttiği biçimde yaratmıştır. Alışılmışın aksine, çünkü (ister evrensel olsun, ister toplumsal) tarih iz bırakanı, sesi gür çıkanı, kapıyı diğerlerinden daha sert çarpanı yazmayı daha çok sever. Bu yüzden tarihin büyük olaylar, büyük zaferler, büyük acılar, büyük yıkımlar ve büyük insanlarla dolu olduğu doğrudur. 

İnsanların kendi kişisel tarihi de genellikle böyledir; ‘ben’ için aslolan, iz bırakan büyük acılar, yaşadığı büyük mutluluklar, büyük pişmanlıklar ya da büyük olan herhangi bir şeydir. Hem, yeterince önemsiz bir anının kahramanı olmayı kim kabul eder! Herkes bazen kasıtlı bazen kazara ama çoğunlukla kendiliğinden gelişen bir sürecin yankısı olarak kendine bir resim, bir çerçeve, bir kılık bahşeder. İnsan ister istemez hem önemli bir renge ait olduğunu, önemli bir gruba ait olduğunu veya önemli bir bütünün parçası olduğunu, ama aynı zamanda bir çelişmezlik örneği olarak kendisini diğerlerinden ayıran özellikleriyle özgün biri olduğu düşüncesini peşinen kabul eder: Bir yandan herhangi bir yere ait olanlardan sayar kendisini, bir yandan da kendisini diğerlerinden ayıran özgün kişisel özellikleriyle biricik olduğu düşüncesini benimser. Bireye özgün bir resmi oluşturan ana çizgilerin kendisi olduğunu düşündüren de budur, önemli bir resmi tamamlayan herhangi bir ayrıntı olduğuna dair aitlik hissini sağlayan da. İnsan kendi biricikliğini, ancak kendisi gibi olduğunu varsaydığı başkaları aracılığı ile açıklayabilir. Varoluşun temel koşullarından biri, bu çelişkili kabulden geçer. Bu yüzden kılıksızlık insan benliği açısından korkutucu bir kelime, roman kahramanları dahil. Ne dersek diyelim insanların büyük çoğunluğunun bilinçli bir şekilde tercih etmeyeceği bir durum. Fakat özellikle roman sanatında bazen durum tersine işler. Çünkü “roman bilinçaltını Freud’dan, sınıf kavgalarını Marx’tan önce tanımıştır.” (2) Şvayk, gösterişsiz, kimsenin tanımadığı, kılıksız bir adamdır, yaratıcısı tarafından böyle tanınmış ve tasarlanmıştır. 

Kılıksızlık yalnızca sanatın kabul edebileceği bir durummuş gibi görünüyor. Kılıksızlığın baş döndürücü güzelliği ise yalnızca romanın kanıtlayabileceği bir olgu. İlgi uyandıran etki ise tam olarak burada; bir romancı, roman sanatı bağlamında Don Quijote’nin yırttığı perdenin yenilik açısından örneklemi olan bir yapıtın başkahramanını hem bu kadar güçlü hem bu kadar silik bir yapıda oluşturmayı, yeterince silik bir kahramanın yaratıcısı olmayı neden tercih etsin? Gerçi burada ‘yeterince silik’ tamlamasının pek net bir tanım olmadığını düşünebilirsiniz. Fakat hem Haşek, hem Haşek aracılığı ile Şvayk önemli bir bütünün parçası olma kabulüne kayıtsız kalarak dikkat çekici olmanın faydasızlığını Milan Kundera’dan çok daha erken tanımıştır. Kılıksızlık insana dair bir zayıflıksa ama buna rağmen kılıksızlıkta lirik bir yan varsa, Şvayk’ın rolü büyüktür. Tüm roman boyunca ve hala Şvayk’ın katıksız bir alık mı yoksa zeki biri mi olduğu net bir biçimde anlaşılamamaktadır. Kendi halinde oluşu ve gösterişten yoksunluğu öylesine güçlü ki, bu ölümsüz gücü kendi güçsüzlüğünden alıyor. 

Kendi güçsüzlüğünden kaynaklanan ölümsüz bir güç. Bu ifade bağlamında ölümsüzlüğün yalnızca savaşa ve sanata ait olduğu söylenebilir. Az çok modern bir toplumda herhangi bir insan söz konusuysa eğer o insanın izleri silinmeye ve unutulmaya mecburdur. İşte, belleğin insanlığa müthiş bir hediyesi daha: Geride kalan insanların bellekleri açısından ölümün gösterişli, sessiz, rastlantı sonucu, acılı ya da kasıtsız gerçekleşmiş olması geçen zamanla doğru orantılı olarak önemsizleşir. Yıllar geçtikçe unutulmak, ya da daha doğru bir ifade ile hatırlanmamak yaşamın ölüme atfettiği önemsiz erdemlerden biridir. Roman tarihi açısından ölümsüzlük ise çağımızın gündelik bellek yitiminin aksine tüm açıklığıyla belleklerde yer almak anlamını taşır. Bugün Cervantes’i aradan 400 yıl geçmesine rağmen unutmamışsak yüzyıllar önce, sahneye yalnızca Don Quijote’yi göndererek, roman tarihinin önündeki efsanelerle dokunmuş perdeyi olanca çıplaklığı ve komikliğiyle yırttığı içindir; Raskolnikov, Dostoyevski tarafından suçuna cezasını arasın diye gönderildiğinden ölümsüzdür; K ise Kafka tarafından cezasına suç arasın diye gönderildiğinden… Son derece şiirsiz bir dünyanın son derece şiirsel imgesini yaratmak Kafkaesk’in ölümsüzlüğünü garantiledi. Belleklerde yüzyıllarca yerini korumak, muazzam ölümsüzlüğü garanti altına almak oldukça göz kamaştırıcı görünebilir. Jaroslav Haşek’in romanı aracılığıyla Şvayk, yaratıcısının bilinçli bir biçimde karakterine görünürde kayda değer önemlilikte hiçbir şey yaptırmayarak başardı bunu: Aslan Asker Şvayk önsözünde ‘büyük yeniçağ tarihinde ne kadar önemli bir yer tutacağından habersiz’ ifadeleri bu bilinçli tasarımın göstergesi sayılabilir. Her halükârda Şvayk, büyük yeniçağ tarihinde ne kadar önemli bir yer tutacağından habersiz, etliye sütlüye karışmadan, kendi halinde dolaşıp duran kılıksız bir adam olarak kalmaya devam edecektir. Fakat romanı bu denli güçlü kılan da bu kendi halindeliğin, bu göz kamaştırıcılıktan yoksunluğun, bu gösterişsizliğin, bu zayıflığın ve bu kılıksızlığın kendisidir: Gücü sağlayan güçsüzlüğün kendisidir. 

Jaroslav Haşek belki çağımızın ‘ben’lerinin onlarca yıl sonra fark ederek hak vereceği bir şeyi çoktan fark etmiştir. Roman tarihi ise Şvayk aracılığıyla geçmişte yitirdiği birçok fırsat ve olasılıklar arasına girmekten kurtarılan bir şeyle ilk kez tanışmıştır: Gösterişli olmanın faydasızlığı.


Dipnotlar

Jaroslav Haşek, Aslan Asker Şvayk, s.27

Milan Kundera; Roman Sanatı, s.45