Oldum olası içimde biri, tüm gücüyle hiç kimse olmamaya çalışıyor. (Albert Camus)


Parçaları yapboz tahtasında eksiksiz bütünleştiren çocuklardan değildin. Her bir parçada bir bütün görüyordun sen, her bir parçayı başlı başına bütün sayıyordun. Başkaları sanki ezberlemiş gibi, hızla birer ikişer yerleştirirken parçaları tahtaya; sen bol şekerli hayallerini köpürtüyordun. Tek bir parça uğruna bir ömür harcayabilecek kadar karanlık bir damara sahip olduğunu bir gün öğrenecektin.  


Dalgındın. Uzun süren bir koma halinden yeni uyanmış gibiydin hep. Unuttuklarını anımsamaya çalışır gibi bakınıyordun etrafına. Yavaştın. Bir sebepten kaybettiğin temel el becerilerini yeniden kazanmaya çalışır gibi bir halin vardı. Başkalarının hızlı ve maharetli ellerini izlemek yoruyordu seni. Nasıl da beceriyle iş görüyorlardı! Bir robotun elleri gibiydi akranlarının elleri. Yazılımları anne karnındayken yüklenmişti sanki. 


Parçaları yapboz tahtasında tam bütünleştiren çocuklar gibi çalışmanı, çabalamanı beklediler. Şaşılacak derecede sabırlıydılar. İzliyorlardı. İstiyorlardı. Tüm sahne ışıklarının oyuncunun üstüne düşmesi gibi tüm gözler sana odaklanmışken parçaları acemice bir araya getirmeye çalıştın her seferinde. Acele ettikçe daha da beceriksizleşerek.


Birilerinin senin bir şey yapmanı beklemesine katlanamıyordun. İzlenmekten nefret ediyordun. Bitsin istiyordun; bu bekleyiş bir an önce bitsin. Tepende dikilenler defolup gitsin.


Rolünü erken seçerek oynamaya başlayan çocuklardan değildin. Tüm roller şen şakrak kapışılırken sen kenardan izliyordun onları kayıtsızca. Adım atman gerektiği fısıldanıyordu kulağına. Görünmez eller tarafından sırtından iteklendiğini hissediyordun. Adım atmak ne kelime! Sen son sürat koşarak oradan kaçmak istiyordun. Seçmeye zorluyorlardı seni, telaşlanıyordun. Karar vermeye sürüklüyorlardı, korkuyordun. Soğuk soğuk terliyordun. Titrek yüreğinden kopup gelen çelimsiz sözcükler soğuğa kesip donuyordu düğümlenen boğazında. Soluğun hiçbir buzu çözemiyordu. Gözlerinde uzayan gölgeler bakışlarını yosun renginde koyultuyordu. Alnın çizikleniyordu. Dilin damağın çöl… 


Düşünüyordun. Keşke öylece kenarda durmak mümkün olsaydı. Seçtiğin için değil, tesadüfen orada öylece durduğun için. Kenarından izleseydin olan biteni karışmadan, karışılmadan, etkilemeden, etkilenmeden. Hayatın kenarında olsaydın hep, hayatın kenarı olsaydın. Kıvırsaydın köşesinden kendini içe doğru, görünmeseydin.


Parmaklarıyla gösterdiler seni oysa. Durmaya tahammülü olmayanlar, arzusuzluğu ölmek sayanlar, işte onlar, heveskârlar, asla susmadılar. Senin rolün, dediler, senin rolün Frankenstein'ın yaratığı olsun. Herkes bütünleştirdiğini oynar bu hayatta. Sen, her bir parçaya ölümüne bağlanan sen, zar zor bir araya getirdiğin bu garabeti oynayacaksın. Dediler. Paramparça bütünlüğünle o gün başladın bu zorunlu oyunculuğa.


Her şeyden biraz, hiçbir şeyden tam değil! 


Hayatının her evresinde tek bir parçanı kullandın sadece, tek bir parçanın üzerine abandın. Kırdın, kırıldın. Evinin camları vitray olsun isterdin, parça parça renklerle görebilmeyi dünyayı. Sonunda gözlerine yerleştirdin vitrayı. 


Bu bulmacayı çözmeyi denedin. Yazdın, çizdin. Önce soruları okuman gerektiğini bulmacada boş kare kalmadığında anladın. Siyah karelere de harfler kazımaya kalktığında inkarın eşiğine vardığını anladın. 


Yüzleşmek istedin her bir yüzünle. Aynalı odalarında dolaştın içinin. Eğri büğrüydü her ayna ve hepsi de yalan söyledi sana. Acı acı güldürdü. Güle güle ağlattı. İçinde bir lunapark kurulduğunu o vakit anladın. Onca oyuncak dururken gittin, korku tüneline bilet aldın. Girdin, çıkamadın.


İnsanlar her defasında seni kabul ettiler aralarına. Bir anlam veremedin. Her bir parçan kendi ağzıyla konuştu. İnsanlar hangisini dinledilerse ona inandılar, onu sevdiler, onu istediler. Onu sen sandılar. Bir gün bambaşka bir ağzın söyleviyle karşılaştıklarında duraladılar. Şaşırdılar. Yadırgadılar. Seni böyle bilmezdik, dediler. Bilmedikleri sözcüklerin altını çizdiler. Sözcükleri cümle içinde kullanmak sana kaldı. 


Kızdığın anlar oldu. Bu yamalı bohçayı yırtıp atmayı denedin. Her şey daha da çoğaldı. Her çoğalanla birlikte daha çok bölündün. Sakinlediğin anlar oldu. Yırtıkları dikmeyi denedin. Her şey karmakarışık bütünlenerek ağırlaştı daha da. Kamburlaştın taşımak uğruna.


Çok zaman geçti üstünden. Karanlık bir huzurun kıyısına geldin neden sonra. Tekinsiz bir rahatlama. Ayarsız bir duygusuzlaşma. Kendini kendine bırakma. Durma ve donma. Sonra doğalaşma. Neden sonra doğayı sevdin en çok. Aidiyetini kabul ettirdin. Doğaya kaçtın. Paramparça varoluşunu doğaya karıştırdın. Doğanın bütünlüğüne karıştın. Toprak gibiydin artık, tüm gerilimlerin nötrleşti, söndü. Ağaç gibiydin artık, fısıltıyla konuştun, sadece kendin duydun. Duru bilgeliğine eriştin suyun. Rüzgara verdin heybende biriktirdiklerini, uçup gitmelerini izledin. Sana deli gömleği misali zorla giydirilen tüm sıfatlarından kurtuldun. Kuş gibi hafifledin. 


Heveskârların mekanik dünyasında parça parça çoğalmış, paramparça ölmüştün. Sonra doğada yeniden doğdun büsbütün. Biri değildin artık, birdin; kim(lik) değildin, kimseydin.


Görmeyi gözün ilettiğinin beyinde çözümlenmesinden ibaret sayanlar seni gördüklerini sanıyorlar şimdi. Oysa sen görünmezsin. Bilmiyorlar. 


Hatırlıyorsun. Sen de kendini en son Kim Ki-duk’un “Boş Ev” filminde görmüştün. Görünmezliğine asıl o zaman inanmıştın sen de. 


Kim olduğunu öğrenemeden kimseye varmaktı yazgın. 

Vardın.