"Kaldırın şu çiçekleri vazodan, ağlayacağım."


Başları ölümün tevekkülüyle yere eğilmiş, solgun yapraklarını tatlı bir güneş okşuyor, bir ölünün yanağını okşar gibi. Kâr etmez artık, diyorum. Toprağından koparıldılar bir kere. Onları besleyen ananın bağrından sökülüp sıra sıra inci boncuk dizili, torba gibi büzülmüş ağzı yaldızlı kurdelelerle bezeli, üzerinde Sevil'in kibar bir portresi çizili bu porselen vazoda, yalandan verdiğimiz suyla -ölümünden birkaç gün önce dirilip neşeleniveren bir hasta gibi- birkaç gün renkli başlarını, yeşil yapraklarını gururla dimdik gösterseler de nihayet kaçınılmaz ölümün pençesinden kurtulamadılar işte. Kır çiçekleri, yaban gülleri, papatyalar ve nergisler. Sevil'in her cinayetinin işe yaramaz bir özrü gibi duruyorlar. Bu kezse kendi ölümünün.


Sevil zayıfça yüzü, çıkık çene kemikleri, iki koca dolunay gibi parlayan iri kahverengi gözleri, kısa kumral saçları, gergin sinirleri, şiddetli nöbetleri, sıktığı dişleri, yalnız inlerken ve çığlık çığlığa bağırırken çıkan, asla unutamadığım o sesiyle benim küçük kardeşimdi. Ben on, o yedi yaşındayken geldiğim bu evde Sevil'i en çok ben sevdim.


Çiçekleri vazodan kaldırıyorlar. Beyaz porselen vazoda Sevil'in yüzü çırılçıplak kalıyor. Bir sigara yakıyorum. Şimdi bu solgun ve hasta yüz, Ophelia gibi kucağında çiçeklerle gölde ölü yatıyor. Sevil'i hiç o kadar güzel görmemiştim, diyorum. Her zaman sıktığı çenesi gevşemiş, sinirden, sıkıntıdan yiyip bitirdiği şimdiyse hoş bir şeyler söylemek üzere olan bir hanımefendi gibi kibarca açılmış al dudaklarının arasından, sürekli sıkıp gıcırdattığı dişleri görünüyor. Böyle daha çok annesine benziyor. Yüzünde Tanrı'sına kavuşmuş bir rahibe huzuru var. Gölün durgun, yeşil suyunda dalgalanan mor eteklerini kır çiçekleri süslüyor. Yolmasın diye hep örülüp ensesinde toplanan kumral saçları suda büyüyen bir nilüfer gibi açılmış. Ak kurdelesi ince bileğine dolanmış. Yaz kış boğazına değin düğmelenen gömleği göbeğine değin sökülü, hiç okşanmamış beyaz göğsü görünüyor. Ölü haliyle bir Ophelia, gözleri açılsa bir Siren olacak.


Elleri sanki hiçbir ölüme değmemiş gibi bir masumlukla, suyun altında, kır çiçeklerinin arasında, beyaz ve narin, duruyor.


Sanki Sevil göle atlamadı, diyorum, sanki Sevil gölün eksik bir parçasıydı. Gölün doğal bir uzantısıydı o. Gölde açan bir çiçekti. O kadar yakışmıştı göle. Yanlışlıkla insan oldu o. Bu yüzden yaşamayı beceremedi. Bu yüzden aykırı, bu yüzden hasta oldu Sevil.


Ağlamaya çalışıyorum. Olmuyor. Tıpkı on beş yaşımda babamın tarlada çalışırken biçme makinesinin altında kalıp öldüğünü öğrendiğim andaki gibi. Ağlayamayacak kadar tuhaf, ağlayamayacak kadar yabancı bir hüzün bu.


Koyu bir kahve getiriyorlar. İçiyorum. "Ne yapacağız?" diye soruyorlar.


"Bekleyecek kimse yok. " diyorum. Sevil'i ben ve birkaç hizmetçi, annesinin mezarının yanına gömüyoruz. Söz, diyorum, kır çiçekleri dikeceğim toprağına. Söz.


Pamuk tarlası, güneş, Tanrı'nın gazabı gibi tepemize çökmekte. Yetmiyor, toprağı da pişirip gerisin geri yansıyarak eve bir parça ekmek, bir avuç bulgur yahut pirinç, maya çalınacak birkaç kilo süt götürmek için eğilen köylülerin yüzlerini yakıyor. Üç kızının üçünü de okutmak için didinen bir deri bir kemik babamın yüzünü de yakıyor güneş. Ben bir ceviz ağacının gölgesindeyim. Elimde bir kitap. Kalınca, resimsiz hem de. Okuyorum. Arada bir daldan düşen cevizleri taşla ezip yiyorum. Babam kırış kırış olmuş esmer alnının terini pantolonunun kemer yerine sıkıştırdığı mendiliyle boyuna siliyor. Arada yoldan oynak türkü çalan bir araba geçerse kazmayı, tırpanı bırakıp oynuyor beni güldürmek için. Gülüyorum.


Bazı günler Patron geliyor. Patron iri yapılı, geniş omuzlu koca bir adam. Gümüşten kol düğmeleri, geniş yüzüne geçirdiği siyah güneş gözlükleri, parmaklarında sıralanmış iri erkek yüzükleri, sivri burunlu siyah rugan kunduraları, açık yakasından kıllı göğsüne sarkan altın zinciri güneşte parlıyor. Çok güldüğü vakitler ağzındaki altın dişi de parlıyor.


Patron ceviz ağacının gölgesinde kitap okuyan bu kızı seviyor. Her geldiğinde yeni yeni hediyeler getiriyor bana: resimli-resimsiz kitaplar, kokulu silgiler, rengarenk kalemler, sindi bebekler, etekler, elbiseler, çikolatalar, şekerler... Başka hiçbir çocuğa yok bunlar, sadece bana var. Ben ayrıcalıklı bir sevinci yaşarken köyün diğer çocukları özenen gözlerle, hasetle bakıyorlar. Patron bana hediyeleri yığıp gittikten sonra birkaç gün uzak duruyorlar benden, büyük şehirlerin birinden köyümüze gelen öğretmenin şehirli çocuğuna yaptıkları gibi. Sonra çikolata ve şekerlerimden onlara da veriyorum. Bebeklerimle beraber oynuyoruz. Ortada sıçan oynarken, ebelemece oynarken şehirli çocuklar gibi elbisem kirlenmesin diye dikkat etmiyor, çamur içinde kalıyorum. (Bazıları kıskandıklarından beni çamur içine itiveriyor.) Yine de hemen affediyorlar beni, tekrardan aralarına alıyorlar.


Bir temmuz sabahıydı, annem içine içine ağlıyordu. Kızarmış gözlerinden, sıktığı ince dudaklarından anlıyorum bunu. Annemin tuhaf bir telaşla sürekli bir şeyler araştırıp aceleci ellerle tıka basa doldurduğu valizi götüremiyorum. "Bırak hanım, çocuklara kalsın. Daha iyilerini alırlar." diyorlar. Annem saatlerdir yutkuna yutkuna hazırladığı valizi geri götürüyor. Kardeşlerim buna pek seviniyor.


Elime içi salçalı ekmekle dolu, eski bir perdeden kesilip yapılmış ağzı büzgülü torbayı tutuşturuyor annem. Alıyorum. "Bırak kızım onu, ne istersen alırız sana." diyorlar. Dinlemiyorum. Alıyorum. Annem gülümsüyor. Artık içine ağlamıyor.


"Allah'a emanet olun!" diyor. Ardımızdan bir tas su döküyor. El sallıyorum. O da sallıyor.


Koca siyah bir arabadayım. Babam beni geçirmeye gelmedi. Tarladadır bu saatte. Giderken tarlanın önünden geçiyoruz. Babam, güneşin altında esmer, güneşin altında kupkuru bedeniyle, çökük omuzlarıyla, yorgun çalışıyor. Camı açıp sesleniyorum. Araba yavaşlıyor. Babam işini bırakıp oynar gibi yapıyor beni güldürmek için yine. Yine gülüyorum. Babam gülemiyor bu kez. El sallıyorum. O da sallıyor.


Bu koca siyah araba pek hızlı gidiyor. Traktörler gibi değil. Takırdamıyor da giderken. Hele köyün alçaklı yüksekli, bozuk asfaltından çıkıp şehirler arası yola girdikten sonra, sanki masallarda anlatılan o uçan halıda süzülüyorum. Yemek molası verdiğimizde annemin salçalı ekmeğini unutuyorum. Hamburger yiyoruz. Dondurma da alıyorlar bana. Yiyoruz.


Eve vardığımızda yeni Patron babam karşılıyor beni. İki yanağımdan da öpüyor. Tütün kolonyası ve sigara kokuyor. Evde bile gömleği kolalı, ayakları kunduralı, kolları gümüş düğmeli bir baba bu.


İçeriden ince topuklu ayakkabılarını tıkırdata tıkırdata sarışın bir kadın geliyor. Belden büzgülü, dizinin üzerinde biten yeşil kadifeden daracık eteğinin altından çıkan bacakları dipdiri. İpekten gömleğinin düğmeleri arasından görünen göğsü ak, dolgun. Saçları koyu sarı, saçları kıvır kıvır. Siyah sürmeler çektiği yeşil gözleri kedi gibi. Kırmızıya boyalı dudaklarının üzerinde tıpkı filmlerdeki kadınlar gibi minik, siyah bir ben duruyor. Uzanıp tek bir yanağımdan öpüyor beni. Şeker gibi, pekmez gibi tatlı bir şey kokuyor. Bu haliyle daima soğan, ahır ve ter kokan anneme hiç benzemiyor, diyorum içimden. Sonra böyle düşündüğüm için çok utanıyorum. Anne, anne, keşke burada olsan, keşke soğan, ahır ve ter koksan, diyorum. Neden beni verdiniz, diyorum. Sizden hiç fazlasını istemedim, diyorum. Yalnız, geçen bayram yeni bayramlık alacağım diye tutturmuştum, ondan mı verdiniz beni, diyorum. Salçalı ekmeğimi hatırlıyorum. Arabada kaldı. Bozulmuştur artık. Neredeyse ağlayacağım. Ama ağlamamayı beceriyorum.


Patron, kadını -televizyonda çıkınca babamın kanalı hemen değiştirdiği, kardeşlerimle bakışıp kıs kıs güldüğümüz sahnelerdeki gibi- ağzından öpüyor. Küçücük bir öpücük bu.


Benden on beş yaş büyük olan Sibel'le böyle tanışıyorum. Patron'la aralarında ise yirmi beş yaş var. Sonradan öğrendiğime göre Sibel, lisede tanıştığı şair bir çocukla yatmış, çocuk ortadan kaybolunca da fabrikatör babası ailesinin namusuna leke gelmesin diye ortağıyla evlendirmiş Sibel'i.


Denize nazır geniş teraslarıyla, bembeyaz heybetli duruşuyla, taşralı bir çocuğun gözünden sonsuz büyüklükte görünen salonlarındaki zengin mobilyalarıyla bu ev hiç de benim evime benzemiyor.


Büyülenmeyle karışık bir kuşkuyla bakıyorum eve. Bahçenin tam orta yerinde, üzerinde boyunlarını birbirine eğerek bir kalp şekli oluşturmuş iki kuğu heykeli olan bir süs havuzu var. Kalp şeklinin arasından sular fışkırıyor. Süs havuzunun kenarları da rengarenk çiçeklerle süslenmiş. Devasa bir halı gibi duran biçili çimlerden değil, yolumuzu uzatarak taş patikadan geçiyoruz. Patika boyunca henüz yanmayan, gece olunca yanacak minik ışıklar sıralı. Bahçenin dış tarafı çepeçevre çam ağaçlarıyla örtülmüş. Yürüyoruz. Evin sundurmasında dört büyük hasır koltuk ve bir hasır masa var. Tavandan yusyuvarlak bir lamba sarkıyor. Ağır çelik kapıdan içeri giriyoruz. Daha sonradan Sibel'in çizdiğini öğreneceğim renk renk resimli porselen vazolarla, çinilerle dolu uzun, dar bir koridordan geçiyoruz. İşte deri koltuklarıyla, fildişi orta sehpasıyla, upuzun, mermerden yemek masasıyla, kırmızı saten kumaşla kaplı sandalyeleriyle, İran halılarıyla, şaşaalı gümüşlükleriyle, billur avizeleriyle, koca salon. İşte meşe gölgeleriyle örtülü, huzurlu bir öğleden sonrasına açılan kapısıyla, hizmetçileriyle, tezgahtan hiç eksilmeyen tabak dolusu kurabiyeleriyle, iştah kabartan kokularıyla mutfak. Bana bir kurabiye ikram ediyorlar, alıyorum, tadı güzel. Açık kapıdan arka bahçeye çıkıyoruz. Burası ön bahçeye göre daha gölge kalıyor. Burası da çamlarla çevrelenmiş. Biraz ötede dikdörtgen bir yüzme havuzu, iki şezlong, şezlongların tepesinde duran iki de şemsiye var. Buraya da ön bahçede gördüğüm hasır koltuk ve masalardan konulmuş, masada bir lamba, lambanın yanında rüzgârın sayfalarını çevirip durduğu açık bir kitapla yarısı içilmiş bir fincan kahve var. 


Daha öte bir yerlere açılan tahta bir kapıdan geçiyoruz. Buradan ötesi daha bakımsız bir alan, taşlardan yapılmış patika yol yerine biçilmemiş çimlere basıyoruz. Burası kendiliğinden yetişmiş kır çiçekleriyle dolu. Yerden bir papatya koparmak istesem de çekiniyorum. Kuş cıvıltıları burada daha çok duyuluyor. Az ötede büyük bir meyve bahçesi başlıyor. Sırasıyla kayısı, şeftali, kiraz, elma, erik, portakal ağaçlarıyla dolu bir meyvelik. Sağ köşeye de minik bir sera kurulmuş. Meyveliği de geçtikten sonra üzerinde maviye, turuncuya boyalı sandalların yüzdüğü yeşil bir göle geliyoruz. Ve buradan sonra gerisin geri yürümeye başlıyoruz. "Meyve ağaçlarından öteye gitmek yasak." deniliyor. Başımı sallayarak itaat ediyorum hemen. 


Sevil'in odasının duvarları yumuşak, sarı, çiçekli kadifeden duvar kağıtlarıyla kaplı. Duvarlarda ne bir çerçeve, ne de bir resim asılı. Sarı tül perdeyle örtülü pencereleri parmaklıklı. Odası zemin katta, evin yan tarafında. Manzarası ne ön ne de arka bahçeye bakıyor. Tek hareket birkaç kuşun ötüşü ve yaşlı çamların rüzgârda ağır ağır sallanışı olan bu odaya insanın kanını koyulaştıran, nefesini yoğunlaştıran bir sessizlik hakim. Odada eşya olarak yalnız, başlığı kalın süngerle kaplı tek kişilik bir yatak var. Birkaç da peluş ayıcık. Dolap yok, komodin yok, radyo veya televizyon yok. Sert olan hiçbir cisim yok. Yerde odanın tamamını kaplayan yün bir halı var. 


Sibel tedirgin bir gülümsemeyle elinden sımsıkı tuttuğu küçük kızını getiriyor. "Bak, Sevil, bu Nalan. Sana abla olacak."



NOT: Devamı gelecek.