Sibel, tedirgin bir gülümsemeyle elinden sımsıkı tuttuğu küçük kızını getiriyor. "Bak Sevil, bu Nalan. Sana abla olacak."


Sevil, annesinin elini bırakıp bana yaklaşıyor. Gözleri göl gibi yeşil. Kumral saçları sımsıkı örülüp beyaz bir kurdeleyle arkada toplanmış. Elinde bir pelüş ayıcık. Kafasını hafif yan eğip bir parça tükürüyor. Pelüş ayıcığı tiz bir çığlıkla yüzüme fırlatıp kaçıyor. Sibel, fırlattığı şeyin pelüş ayıcık olduğuna şükreder gibi bir nefes veriyor. "Hasta o," diyor, "zamanla alışır. Aldırma."


Sevil, yedi yaşında sıska bir çocuk. Saklıyorlar Sevil'i. Bir ucube gibi, bir canavar gibi duvarların ardında saklıyorlar. Utanıyorlar ondan. Kafesteki kuş gibi, akvaryumdaki balık gibi, evde büyüyen bitkiler gibi besleyip yaşatıyorlar yalnızca. Bu eve geldikten kısa bir süre sonra herkesin ondan kaçtığını fark ediyorum. Sevil sarılmasız, sevgisiz, oyunsuz bir çocuk. Yüzü ölü balık gibi marazi, durgun; yüzü saman kağıdı gibi sarı, solgun; yüzü ölümü görmüş bir çocuk gibi yaslı, yorgun. Gözleri yoğun, gözleri derin, gözleri uzak düşlerde gezinir gibi dalgın, bakıyor. İnce teninin ardından mor damarları sayılıyor. Sevil'in yüzündeki en çocuk yer, bir bıçak kesiği gibi ipince dudakları. Bu dudaklar bir çocuğa özgü tüm muzırlıkları taşıyarak kâh sinsice büzülüyor, kâh küskünce bükülüyor. 


Sevil gerçekten de zamanla bana alışıyor. Ben de ona alışıyorum. Sevil'e taşırmadan boyama yapmasını, harfleri, ona kadar saymasını, adını yazmasını öğretiyorum. Az biraz okumayı bile öğreniyor. Pelüşlerle evcilik oynuyor, kır çiçekleri topluyoruz. Meyve bahçesinin ötesine hiç mi hiç geçmiyoruz. Sevil'in yanımızda yemek yemesi yasak. O arka bahçedeki hasır masanın üzerinde, plastik çatal kaşıklarla, plastik tabaklarla yiyor. Bizse türlü türlü çiçeklere, kelebeklere, kanatlı meleklere boyanmış porselen yemek takımlarıyla, metal çatal bıçaklarla yiyoruz. Bazen öğle yemeklerinde ona eşlik ediyorum. Ona, masaya düzgün oturup döküp saçmadan yemesini öğretiyorum. Akşam yemeğinden sonra adını bilmediğim tatlılardan yiyorum. Pek güzeller. Ama Sevil yiyemiyor, yasakmış ona.


Bana sonsuz gibi gelen bu ev, bu bahçe, içinde yaşadıkça giderek küçülüyor. Bu eve, bu bahçeye giderek sığmıyorum. Uçsuz bucaksız kırların, sapsarı uzayan tarlaların, sarp kayalıkların, alçaklı yüksekli tepelerin, keskin yamaçların, uzaklarda allı morlu gölgeler içinde sıralanan dağların, dipsiz mi dipsiz uçurumların, bu evin, bu bahçenin ardında bir hayatın özlemiyle dolup taşıyorum. Alabildiğine uzanan kızıl bozkırda otlayan koyun sürülerini, oynarken düşüp kanattığım dizlerimi, hem atışıp hem oynadığım kardeşlerimi, yorgun babamı ve daima sevgi, daima şefkat dolu annemi, anneciğimi özlüyorum. Sevil'in hırçınlıklarından, dilsizliğinden, boğazıma kadar düğümlü, eteği pilili, kurdeleli, pembeli morlu elbiselerden, beyaz külotlu çoraplardan, çikolatalı kurabiyelerden, sessiz yenilen yemeklerden, misafirlerin karşısına süs bebeği gibi çıkarılmaktan, ilk bakışta pembe cibinlikli yatağıyla, çeşit çeşit elbiselerle dizili kocaman gardırobuyla, boy boy oyuncak bebekleriyle, geceleri uzak bir şehrin ışıklarının parladığı heybetli tepelere bakan manzarasıyla beni büyüleyen odamdan bile sıkıldım. 


Beni seviyorlar. İstediğimden de fazla, kendimi öz anne ve babama karşı suçlu hissettirecek bir sevgi bu. Onlar beni sevdikçe Sevil'in varlığı silikleşiyor. Beni sevdikçe Sevil'den kaçıyor, Sevil'den kaçtıkça beni seviyorlar. Onlar beni sevdikçe Sevil, güzel kır çiçeklerinin arasında yetişen yabani, hastalıklı bir ota dönüşüyor. Ben ise kusurlu kızlarının yerine koyabilecekleri kusursuz bir varlığa dönüşüyorum. Kendi özlerinden çıkan bu kusurlu varlık, asla istedikleri gibi olamıyor. Sevil, korkunç bir gerçek gibi, hayatın kendisi gibi kusurlu. Ve bu gerçek; kilitli kapıların, kalın duvarların arasından bazen tiz bir çığlık, bazense derin bir inilti olarak bir zehir gibi bize ulaşıyor, bir an bu zehirli gerçeğin sarstığı huzurlu, keyifli sohbet kesiliyor, gülümsemeler yüzlerde donup parçalanıyor, salondaki herkes o yöne bakmamak için göz kapaklarını yere inmeye zorluyor. Bir anlık süren tedirgin bir sessizlikten sonra içimizden biri, tüm bu tuhaflığı silen bir tebessümle herhangi bir konudan laf açıyor. Herkese bir ferahlık, bir rahatlık geliyor. Kasılan omuzlar gevşiyor, gergin ve dik bedenler yavaşça koltukların rahat, konforlu yastıklarına yaslanıyor, tebessümler yeniden yüzlerdeki yerini alıyor, misafirlerin çayları tazeleniyor, kurabiyeler, kuru yemişler getiriliyor, plakta bir caz müzik çalarken kağıt oyunları oynanıyor, belki iki kadeh bir şeyler içiliyor, Sevil'i, Sevil'in kusurlu yaradılışını unutmak için her şey yapılıyor.


Zamanla benim bu eve gelme amacım unutuluyor, sanki asıl kızları benmişim, Sevil ise acıyıp evlat edindikleri bir zavallıymış gibi herkesin gözdesi oluyorum. Sevil'e ders vermemi, ona ablalık etmemi kimse umursamıyor. Ben de Sevil'e artık daha az uğruyorum.


Misafirler geldiğinde "Hoş geldiniz," diyen, cicili bicili elbiselerin içine sokup renk renk kurdelelerle süsledikleri, akıllı uslu köşede oturttukları hanım hanımcık kızları benim. Sevil, cicili bicili kıyafetleri giymek istemiyor. Kurdelelerini söküp duruyor. Sevil insanları korkutuyor. Misafir istemiyor. Yabancı istemiyor. Bağırıyor, çığlık atıyor, kusuyor. İnsanlara saldırıyor Sevil. O yüzden biz salonda ikram edilen tatlı bisküvileri, kekleri yiyip çayımızı yudumlarken Sevil aldığı ilaçlarla derin bir uykunun içinde büyüyor. Bu büyüme, suya konulan kır çiçekleri gibi yalancı bir büyüme, biliyorum. 


Kilitli bir kapının ardında duran, Patron'un vefat etmiş ilk eşinden kalma piyanoyu çalmayı öğrenen becerikli kızları benim. Ağır yaz akşamlarında odanın terasında otururken, eskiden taşla, toprakla sertleşen, kabuklaşan, küt tırnaklı parmaklarım şimdi piyano tuşlarının üzerinde su gibi akıp gidiyor. Sevil ise yalnızca ona kadar saymayı, taşırmadan boya yapmayı, dökmeden yemek yemeyi öğrenebiliyor. 


Sevil'in bana kızıp bir şeyler fırlatmasına, bazen kollarımı çimdiklemesine alıştım. Artık çığlıklarından, yerde tepinmelerinden, ağzından akan salyadan, fıldır fıldır dönen gözlerinden pek korkmuyorum. Ama bir gün oldu ki meyve bahçesinde gördüğüm bir kediyi eve almaya karar verdim. Pek güzel, pek oyuncu bir şeydi. Günler sonra Sevil, yüzmüyor diye kızıp kediyi havuzda boğmuş, benim günlerce ağladığımı, yemeden içmeden kesildiğimi, kahrolduğumu görünce de özür olarak topladığı kır çiçeklerini, Sibel'in kedim Limon'un resmini çizdiği porselen vazoya koyup getirmişti. 


"Hasta o," derdi Sibel. "Sen alttan al."



Not: Devamı gelecek.