"Hasta o," derdi Sibel. "Sen alttan al."


Alttan aldım. Sevil; benim en mutlu zamanlarımda, bir doğum günü partisinde örneğin, en ufacık şeye sinirlenirken, yuttuğu diliyle inim inim inlerken, yerlerde debelenirken, bazen nefessiz mosmor, bazen nefessiz bir ucubeye dönüşürken, her şeyi darmadağın ederken alttan aldım. Arkadaşlarım Sevil'den korktukları için bir daha evime gelmediklerinde alttan aldım. Ben de Sevil'den korkardım. Bazen rüyamda Sevil'i, parmaklarını boğazıma geçirmiş, sıkarken görür, nefes nefese uyanırdım. Bazen kabustu bu, bazense gerçek.


Yıllar geçiyor. On altı yaşıma basıyorum. Elbiselerimin altına külotlu çorap giymeyi, kurdele takmayı, bebeklerle oynamayı üç yıl önce bıraktım. Artık belden büzgülü mini mini etekler, daracık elbiseler, göğsü açık ipekten gömlekler, yüksek ökçeli ayakkabılar giyebiliyorum. Artık davetlere, düğün yemeklerine, tatillere Sibel ve Patron'la birlikte gidebiliyorum. Süzüm süzüm süzülüyor, kırıtıyor, delikanlılarla utanır gibi yaparak danslar ediyor, ilk içkimi içiyor, ilk öpücüğümü alıyorum.


Yıllar geçiyor. Sibel artık gittiği yerlere beni de götürüyor. Onun gibi leylak, lavanta, yasemin kokuları sürünüyorum. Saçlarımı kıvır kıvır kıvırıp firketelerle tutturuyorum. Dudaklarımı alev kırmızısına, şeker pembesine, menekşe moruna boyuyor; iri kahve gözlerime çepeçevre sürmeler çekiyorum. Sibel'in ojeli manikürlü parmakları, boyalı dolgun dudakları, naneli cikletle karışan nefesi hep sigara kokuyor. Sibel'in porselen suratı çoğu zaman dumanların arasından sisli, dumanların arasından uzak ve gizemli duruyor. Çok içtiği zamanlarda bu dumanların arasından görülen yüzde sık sık bir kahkaha beliriyor. Gözleri yaşarıyor, dumandan. Belki de değil. Gözlerindeki buğuda ilk gençliğinden kalan terk edilmişliğini, bu vefasız sevgilinin içine bıraktığı kusurlu tohumu, bu tohumdan yetişen hasta çiçeği hiç mi hiç sevemeyişini, sevmediği bir adamla sürülen şatafatlı hayatın verdiği aldırmazlığını, ait olmadığı bir yaşamdaki sıkışıklığını görüyorum.


"Hasta o," derdi Sibel. "Sen alttan al." Bunu söylerken, kızını korumak veya haklı göstermekten ziyade, bu kimsenin sevemediği kusurlu varlığın yol açtığı zararı görmezden gelme isteği anlaşılıyordu. Sonrasında beni bu zararı unutturacak partilere götürüyor, yeni kıyafetler, yeni kediler, yeni eşyalar alıyordu.


Bir gün oldu ki Sibel'in rahmine bir tohum daha yerleşti. Sibel'in ardı ardına yaktığı sigaraları söndü, şarapla, viskiyle dolan bardakları bir bir vitrine dizildi, Sibel'in yüzü, analığın doğal ışığıyla pırıl pırıl parladı. Artık Sibel dışarı çıkmıyor, yemesine içmesine dikkat ediyor, daha önceden yalnızca evde kaldığı vakitlerde zaman ayırdığı porselen boyama işine artık tüm gününü veriyordu. Sibel'in rahmindeki tohum günden güne büyüdü, büyüdü, büyüdü, çiçek açtı. Pamuk gibi ak, ay gibi parlak bir kız bebek doğdu. Bu bebeğin doğumuyla Patron baba ile Sibel arasında ilk kez sevgiye benzer bir sıcaklık oluştu.


Ancak Sevil, herkesin boş bulunduğu bir anda bebeğin odasına çıkıp da ilk kez gördüğü bu ufacık tefecik varlığı panik ve korkuyla karşıladığında, bu mini mini varlık Sevil'in çığlıklarıyla ağlamaya başladığında, Sevil de panikle, korkuyla, dehşetle bu varlığı pencereden aşağı attığında bu mutluluk bozuldu.


Daha sonra Sevil, özür için üzerinde bir leyleğin ağzındaki torbada duran tombul bir bebeğin resmedildiği porselen bir vazonun içine koyduğu kır çiçeklerini getiriyor. Sibel, bu vazoyu hiç düşünmeden Sevil'in kafasına fırlatıyor. Vazo ıskalıyor ancak Sevil'in alnına saplanan bir parçadan sızan kan; ince bir yol çizerek yanağına, yanağından çenesine, çenesinden zemine akıyor. Sevil'in yüzünde müthiş bir dehşet, kaygı ve kendinden tiksinme duyguları aynı anda okunuyor ve Sevil, hiç sonu gelmeyecekmiş gibi, gitgide artan, onun boğazını, benim kulaklarımı yırtan çığlıklar atarak koşuyor, koşuyor, koşuyor.


O gün, ellerini kan içinde bırakan cam kırıklarının arasında Sibel, kırgın bir analıkla, ağlama ve inlemelerle kalakalıyor.


"Hasta o," diye fısıldıyorum Sibel'in kulağına. "Sen alttan al."


O günden sonra Sibel'i bir daha görmüyorum.


O gün Sevil'in ardından koşan, onu arka bahçedeki meyvelikten geçip gölün oradaki çalılığa sığınmış, dizlerini karnına çekmiş, yüzünde ve elbisesinin eteklerinde kuruyan kanıyla, iri iri açılmış gözleriyle, kesik kesik inlemeleriyle, titreyerek bir ileri bir geri sallanırken bulan, yüzündeki kanı temizleyen, onu soyup yıkayan benim.


O günden sonra Patron baba bizimle yaşamıyor. Ama evin hiçbir şeyi eksik olmuyor. Bana verilen harçlık, sofradaki yemekler, yeni yılda, doğum günlerinde, karne günlerinde alınan hediyeler hiç eksilmiyor.


O günden sonra Sevil değişiyor. Yapraklarını kapayan bir çiçek gibi, bulutların ardında kalan güneş gibi, dilini yutmuş bir bülbül gibi kendi içine kapanıyor. Artık ne coşkulu neşesi ne de ortalığı inleten çığlıkları var. Fakat sık sık onu çalılıkların arasında bulduğum andaki gibi bir ileri bir geri kesik inlemelerle sallanıp duruyor. Bazen bu derin, bu bilinmez suskunluğu, sabit bir noktaya diktiği kıpırtısız gözleri beni korkutuyor. Sevil artık yazmıyor, okumuyor, oyun oynamıyor, dökmeden yemek yiyemiyor. Ona öğrettiğim her şeyi unutuyor. Yemeğini ben yediriyorum. Onu ben yıkıyorum. Bacaklarının arasından sızan kanı nasıl durduracağını ben gösteriyorum. Resim yaparken beni izlemeyi, piyano çalarken beni dinlemeyi seviyor.


Yıllar geçiyor. Sevil büyüyor, serpiliyor, artık elbiselerinin içine sığmıyor. Hâlâ çocuk modelinde dikilmiş elbiselerini kabartan göğüsleri, yuvarlaklaşan kalçalarıyla tuhaf bir görünümü var. Sevil ağlamasız, ağıtsız, bir hayatın yasını tutuyor.


Bir gün sabun kokulu sıcak su buharıyla sislenmiş banyoda Sevil'in saçlarını, omuzlarını, göğüslerini, karnını, bacaklarını ovarken elimi tutup bacaklarının arasında sabitleyip bastırıyor. Tuhaf bir içgüdüyle yaptığı bu hareket birkaç saniye anca sürüyor. Sevil, her şey gibi cinselliği de benimle öğrenmek istiyor.


Bir gün mutfağın arka bahçeye açılan kapısının önünde uzun-ince yapılı, kumral tenli, saçları hafif kıvırcık, gözleri hafif çekik genç bir adam görüyorum. Bu genç adam, meyve bahçesinde çalışan köylülerin başında duran şefin oğluymuş. Duvarların ardında yaşadığım hayata aniden giriveren bu adam, damarlarımdaki kanın akışını hızlandırıyor. Sanki çok sıcak ve ağır bir yazın öğle vaktinde hiç beklenmedik bir anda ferah bir rüzgar esmiş gibi oluyorum. Evin içinde bile süslü püslü giyinmeye, her an onu görmenin telaşıyla ileri geri dolanmaya, yüksek sesli konuşmaya, belki dinliyordur diye sürekli piyano çalmaya başlıyorum. Ayaklarım beni sık sık meyve bahçesinin ardındaki göle götürüyor. Eskiden yasak olan bu göl, artık günümün büyük bir kısmını geçirdiğim bir yer oluyor. Gölün kıyısında, taze çimlerin ve çiçeklerin arasında otururken, pastel rengi, mavili turunculu sandalların içinde balık tutan sevgilimi kaçamak bakışlarda izliyorum. Bakışmalar zamanla kısa konuşmalara; kısa konuşmalar uzun, keyifli sohbetlere; uzun, keyifli sohbetler öpüşmelere; öpüşmeler sevişmelere dönüşüyor.


Bu sırada Sevil'i hiç olmadığı kadar çok ihmal ediyorum. Bir gün gölün kıyısında, ellerimiz birbirine kenetli, dudaklarımız birbirine kenetli dururken, çalılıkların arasından Sevil'in bembeyaz kesilmiş yüzünü görüyorum. Onu fark ettiğimde koşarak kaçıyor. Onu yine çalılıkların arasında titrerken, bir ileri bir geri sallanırken görüyorum. Yalnız, uzun zamandan sonra ilk kez gözleri yaşlarla göllenmiş. O günün gecesinde, Sevil beni hafifçe dudağımdan öpüyor.


Bu olayı çabucak unutuyorum. Tüm gün göl kenarında oturmaya, kitap okumaya, kırlarda el ele koşmaya, neşeyle gülmeye, gölde balık tutmaya, taş sektirmeye, çırılçıplak yüzmeye, öpüşmeye, aramızda doğan bu aşkı, bu yüce sevgiyi büyütmeye devam ediyoruz.


Bir yaz gecesi sevgilimi odama alıyorum. Tek bir yaprağın kımıldamadığı, göğün, gecenin, yıldızların, gölün, evin, Sevil'in hatta Tanrı'nın bile uyuduğu o ağır, nemli yaz gecelerinden biri bu. Yalnızca kıyafetlerden değil; dünyanın tüm kaygılarından, tüm kötülüklerinden, tüm pisliklerinden soyunuyoruz.


Ana rahmindeki kadar safız şimdi. Kozasından çıkan bir kelebek kadar güzel, yeni çiçeklenen bir ağaç kadar taze, yumurtadan yeni çıkmış bir kuş kadar savunmasızız. Yeni doğan bir bebeğin boğazından akacak süte muhtaç olduğu kadar muhtacız ve açız birbirimize. Nemli tenimiz birleştiğinde doğanın tüm dengesi yerine geliyor sanki. Bölünemez, ayrılamaz bir bütünlük bu. Bir Meryem kadar günahsız hissediyorum. Tanrı'nın, ruhların ve bedenlerin birleştiği bu kutsal anı lanetlediğine hiç mi hiç inanmıyorum.


Sevgilimin eli elimde, teni tenimdeyken karanlığın arasında bir gölge görür gibi oluyorum. Aldırmıyorum.


Ertesi sabah Sevil'i kucağında kır çiçekleriyle beraber, güldüğümüz, yüzdüğümüz, balık tutup taş sektirdiğimiz gölde ölü buluyorum.


Söz verdiğim gibi, mezarına kır çiçekleri ektim. Mezarının başında, Shakespeare'den bir kesit okuyorum:


"Ölüm, onun üzerinde, bütün kırların güzel çiçeği üzerine yağan bir kırağı gibi."