Tarihte hiçbir toplum kusursuz değildir. Tıpkı günümüzde olduğu gibi. Kusursuzluğu beklemek de hata olur tabii ki lakin dünyada, ülkemizde, şehrimizde yahut evimizde sırf yıllardan beri böyle görülmüş denilerek hayatlarına müdahale ediliyor insanların; sömürülmüş gelenekler ve adetler adı altında yapılan faaliyetler insanların hayatını karartıyor. Müjde Mizgin Arslan da tam da bu konu hakkında kendi yöresinde gördüklerini almış kameraya. Pek de iyi yapmış...


2009 yılında çekmiş olduğu "Ölüm Elbisesi: Kumalık" adlı filminde değindiği nokta adından da anlaşılacağı üzere kumalık ve kadınlar. Film kısa bir ön izlemeyle başlıyor ilk olarak. Kırk beş dakikalık belgesel filminin tam anlamıyla bir özeti olmuş bu başlangıç. Bir adamın ve kadınların aynı konular üzerindeki tezat sözleriyle acı bir gülümseme de bulunuyorsunuz. “Biri ölürse öteki hazır oluyor, ben yalnız mı kalayım?” diyor adam. “Artık kadınların ruhu ölüyor. Ölüyorlar, başka ne oluyor sanki?” diye isyan ediyor bir kadın. “Kahroluyorlar, kimisi de intihar ediyor. Ölüm elbisesidir.” diyor bir başka kadın da.


Filmde konuşan kadınların gözleriyle tek tek karşılaşıyoruz hemen sonrasında. Hepsinin gözlerinde aynı şeyi görebiliyorsunuz. Ardından tek tek kuma gitmiş yahut üstüne kuma gelmiş kadınlarla ve eşleriyle röportaj yapılıyor. Açıkçası ben bu kadar insanın röportaja ve kameraya izin vermiş olmalarına çok şaşırdım. Bu noktada yönetmen ve ekibinin büyük bir çaba sarf etmiş olduklarını düşünüyorum çünkü aksine ihtimal dahi veremiyorum. Üstelik her ne kadar bu coğrafyaya hakim olsam da konuşmaları dinlerken de şaşırmaktan ve hayret etmekten geri koyamadım kendim


Bir kadın “Evden çıkmamıza, bir şeyler öğrenmemize izin vermiyor.” derken başka bir adam 35-40 yaşlarında cahil olmayan üçüncü bir eş almak istediğini söylüyor. Üstelik kahvehanelerde yahut meydanlarda öylesine oturmuş olan erkeklerin dillerinden düşmeyen iyi kadın olgusu var. Yönetmenin tarlada çocukları ile pamuk toplayan kadının ardından kahvehanedeki adamların konuşmalarına yer vermiş olmasıysa oldukça yerinde bir karar olmuş.


On çocuk nerede, yirmi çocuğun olması nerede? Yirmi çocuk daha iyidir diyor bir adam. Bir başka adamsa çocuk sayısının Müslüman aleminin artması için çok önemli olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Erkeklerin dilinde bu yaptıklarının Allah’ın kanununda var olduğunu savunurken kadınlarsa kaderimiz böyleymiş deyip başlarını önlerine eğiyorlar. Eziyetler ve gözyaşları anlatılırken de Allah’ın kanunlarından asla bahsedilmiyor.


Yan yana oturmuş olan iki kumayla karşılaşıyorsunuz bir süre sonra. Kız kardeş gibi olduklarını ama kumalığın zor olduğunu söylüyorlar. Birden fazla kadınla evlenmeyi açıklarken “Keyiften, aç gözlülükten kimisi aptallıktan.” diyor kumalardan biri. Bunları söylerken de beden dili ve gözleriyle de açıklıyor duygularını. Onun kuması ise daha da açıyor bu sözleri: “Eskiden karısı felçli kalınca yahut ölünce çocukları öksüz kalmasın, ev sahipsiz kalmasın diye getirirlerdi. Şimdi ise hep keyiften, aç gözlülükten." diyor. Lakin konuşması boyunca da “Kaderimiz böyleymiş." demekten alıkoyamıyor kendisini.


Kuma kadınların olduğu ailede büyüyen iki küçük kızın da düşünceleriyle karşılaşıyoruz bu filmde. Kumaların çocuklarının sözüyse oldukça açık. “Ben annem gibi olmak istemiyorum. Eğer babam beni istemeden birilerine vermeye kalkarsa kaçar gider, öğretmen olurum.” diyor küçük kızlardan biri. Ne mutlu ki tüm konuşmaların ve yaşanmışlıkların şahidi olduktan sonra o küçük kızları dinleyince bir umut ışığı doğuyor insanın yüreğinde.


Bu film, yönetmenin halasının hayatından esinlenilip çekilmiş ve kumalık adı altında yok olan kadınların yaşadıklarına şahit olunmasını sağlıyor. Biliyorum ki günümüzde her ne kadar kumalık adı altında yok olan hayatlar azalmış olsa da başka bir kavramla yok oluyor hayatlar. Ölüm elbisesini başka bir isimle giyiyor kadınlar. Filmin Mardin'de çekilmiş olmasından ötürü değinmek istediğim bir konu daha var: Kadın hayatının hiçe sayıldığı, bu kanunların hüküm sürmediği topraklarda da kadınların mutsuzluğuna şahit oluyoruz 21. yüzyılda. Bundan ötürü bu eski toprakları suçlamıyor ve nefret etmiyorum. Ortada kadınların maruz kaldığı ciddi bir sorun var ve bu sorunun coğrafyayla alakası olmadığını biliyorum. Muhteşem ileri seviyeye yükselmiş olunan bu çağın en gelişmiş ülke ve hatta şehirlerinde dahi ölüm elbisesini giyen kadınlar olduğunu biliyoruz.

Son paragraf ise birilerini yahut bir bölge insanını savunmaktan ziyade meselenin zihniyet ve vicdan odağında eleştirilmesi gerektiğini açıklama çabam...