Bir varmış bir yokmuş, bir zamanlar toksik masküleniti isimli, hükümdarı ataerki, yasası stereotip ve bekçileri nefret olan bir gezegende Zümrüt ve Anka adlı iki arkadaş yaşarmış. Zümrüt; kimi kirazlı küpelerin, fırfırlı eteklerin, rengarenk rujların ışıldayan dünyasında en büyük tutkularından biri şarkı söylemek ve bu alanda uzmanlaşarak bestelerini, yeryüzü aşkın yüzü oluncaya kadar sevgi tohumunu ekmek için kullanmak isteyen bir kadınmış fakat içinde yaşadığı gezegen, onu hiçbir zaman olmayacağı bir insana dönüştürmek konusunda ısrarcıymış. O kendisine atanan cinsiyeti reddedip hayallerinin peşinden koşan bir kadın olmak isterken Hükümdar ataerkinin yasaları tarafından erkek olarak topluma empoze edilir, Zümrüt’ten, gezegendeki her erkeğin yaptığı görevi, yani mavi üniformayı üstüne geçirip nefret bekçiliği yapması istenir, gezegendeki toksik maskülenitenin pompaladığı “Erkekler kadınlardan üstündür.” “Namus kavramı tamamen kadınlara aittir, korunması gereklidir ve yine o namusun korunması kadın evlenene kadar bir başka erkeğin görevidir.” Kutsallarını koruması, bu yasalara uymayan aykırıları ise homofobi ve nefretin verdiği yetki ile yok etmesi beklenirmiş yani Zümrüt’ün olmak istemediği bir insan gibi yaşaması istenirmiş. Halbuki Zümrüt’ün tek istediği normallerin anormalleştirilmediği bir atmosferde dilediği gibi nefes alabilmekmiş.

Anka ise yasaların zihinlere ve bilinç dışına pompaladığı “Çocuk yap ve kendini kocana ada.” kutsalını reddeder, annesinin ve annesinden önceki kuşakların yazgısını kendisine yazgı eylemek yerine o yazgının zincirini kırmak istermiş. Yaşadığı toplumda yaptığı çocuk sayısı ve onları yetiştirme tarzı ile övülmek, kocasını ne kadar memnun ettiği konusunda ön plana çıkmak yerine, yaşamında hep araştırmacı, maceracı ve üretken, ayakları üzerinde dimdik duran bir kadın olarak hatırlanmak istermiş. Anka’nın en büyük tutkularından biri ise kaskını, ceketini ve deri pantolonunu kuşanıp özgürce motosiklet sürmek, Zümrüt'le her zaman buluştuğu kiraz ağacının altına motosikleti ile gelmekmiş fakat yine yasanın pompaladığı “Araç kullanmak erkeklere ait bir eylemdir ve elinin hamuru ile kadınlar erkek işine karışmamalıdır.” kutsalı yüzünden önce yasalar tarafından ardından da mutsuzluk ve otoriterlik üzerine kurulmuş aile kurumunun direği, babası tarafından kısıtlanmış ve motosikleti elinden alınmış.

Bir ilkbahar sabahı Anka, aynı kiraz ağacının altında arkadaşı Zümrüt’ü bekliyormuş. Anka uzaktan karnını tutarak yaklaşan, saçları dağınık ve yüzü kan içerisinde bir kadının kendisine yürümeye çalıştığını görmüş. Anka da dizlerinde derman kalmamış bu kadına doğru yürümeye başlamış. Kadına doğru yaklaştıkça kalbi hızla çarpmaya başlamış ve şaşkınlık içerisinde kadının yanına koşmuş.

—Zümrüt ne bu halin, neler oldu sana?

—Anka, lütfen koluma gir ve ağacın altına gidelim. Biraz nefes aldıktan sonra anlatacağım her şeyi.

Anka Zümrüt’ün koluna girerek ve aslında olan bitenleri tahmin edercesine, göğüs kafesinde öfkenin ve hüznün kaçınılmaz acısını hissederek kiraz ağacının altına yürümüş. Kiraz ağacının altına geldikten sonra Anka sırtını ağaca yaslamış, meraklı gözlerle dizine yatıp gözyaşını tutmaya çalışan ve sanki boğazındaki düğümü çözmeye çalışırcasına yutkunan Zümrüt’e bakıyormuş. “Tutma gözyaşlarını Zümrüt, ben bakıyorum etrafa, şimdilik kimse bize bakmıyor, nefret bekçileri de gözükmüyor ortalıkta.” demiş Anka karşısındaki “Erkekler ağlamaz.” kutsalının yazdığı tabelaya öfkeyle bakarak. 

—Olmaz Anka, dikkatli olmamız gerek. Şu sıralar yine cadı avı başlattılar. Daha üç gün önce arkadaşım Hande'nin nefret bekçileri tarafından yakılarak katledildiğinin haberini aldım. “Sesimizi kimse duyurmuyor.” demişti Hande ölmeden önce son konuşmamızda bana. Gerçekten öyle, sesimizi kimse duyurmuyor Anka, varoluş mücadelesi vermeye çalışırken ellerimizin arasından hayatlarımız kayıp gidiyor, özgürlüğümüz desen zaten çoktan hükümdarın ve yüceltilerek gezegenimizi zehirleyen erkekliğin ayakları altında.

—Çok üzgünüm Zümrüt, o kadar işliyor ki içime hüzün, koca bir çaresizlik bulutunun içine hapsedilmişiz gibi sanki. Ben de babamla kavga ederek çıktım evden. Beni evlendireceklermiş, artık başka bir adamın namusu olacakmışım. Düşünebiliyor musun, babam beni insan olarak değil de artık elden çıkarılması gereken bir mal olarak görüyor. Üstelik biliyorsun, benim kalbimde hep Alkım atıyor. Nefret bekçileri onu sırf Hükümdar’ın “Lezbiyen, Mezbiyen, Yok Öyle Bir Şey.” sözünü eleştirdiği için meydanın ortasında darp ederek katletti ama o benimle yaşıyor hala. O hala gözlerime bakarak “Korkma, ben hep seninleyim.” diyor. Ben onu motosikletimle kat ettiğim yollarda yaşatacağım, o yollarda güneşin doğuşunu beraber göreceğiz, batışını beraber izleyeceğiz, okuduğum her kitapta onu bulacağım. Onun anısını ve onunla kurduğumuz hayalleri hayatımın her alanında yaşatmak isterken kendimi tanımadığım bir adamın sömürü makinesi haline getiremem, buna izin veremem.

—Bilmez miyim hiç Anka? Arkadaşımın sana bakarken gözlerinin içindeki o ümidi görüyordum, “Nefrete inat yaşasın hayat.” Ümidi…

—Şşşş, sessiz ol Zümrüt, nefret bekçileri yaklaşıyor.

O esnada Zümrüt ve Anka’nın yanından mavi üniformalı iki nefret bekçisi geçmiş. İkisi de Zümrüt’e alay edercesine gülerek bakmışlar. Arkasına bakıp bekçilerin uzaklaştığından emin olan Anka, Zümrüt’e dönerek:

—Neden o kötülüğün bedene bürünmüş halleri sana alay edercesine baktılar?

—Senin yanına gelirken at kuyruğu yaptığım saçlarımı kesen, tokamı da postalları ile ezen bekçilerdi onlar, beni yere düşürüp karnıma tekmeler atanlardan ikisiydi o geçenler.

—Zümrüt, bir şeyler yapmamız lazım. Nefret, zorbalık ve işkenceler organize olup katmerlenerek büyümeye devam ediyor. Senin de Hande, Didem, Okyanus, Ayaz, Eylül ve katledilen diğer arkadaşlarımız gibi ellerimin arasından kayıp gitmeni istemiyorum. Sen nefes alabildiğim yurdumsun, boşuna demiyorlar ya, kadın kadının yurdudur, diye. Bizim seninle istikrarlı bir şekilde kurduğumuz ve “mutlaka gidilecek” dediğimiz hangi hayalimiz var Zümrüt?

—YA O UZAYA GİDİLECEK,

YA O UZAYA GİDİLECEK. Değil mi Anka?

—Var mısın bir hafta sonra motosikletimle uzaya gitmeye ve senin hep hayalini kurduğun “Aşkın Yüzü Gezegenini” kurmaya, nefret bekçilerinin, hükümdar ataerkinin, korunan kutsalların, “aile kurumu” adı altındaki bir diğer otorite figürünün olmadığı, bedenlerimizin metalaştırılmadığı ve sömürülmediği, aşkların özgürce yaşandığı ve tamamen eşitliğin hâkim olduğu bir gezegen…

—Anka, sen çıldırdın mı? Bu resmen ölüm fermanımız olur. Hem bizler gibi, koca bir çaresizlik bulutunun içinde hisseden dostlarımıza, benim gibi kendi bedenlerine tutsak edilmiş ruhlara nasıl sırtımızı döneriz?

—Aksine Zümrüt, biz onların umudu olacağız, dayanışmayı büyütüp sevgiyi örgütleyeceğiz. Düşünsene, zorla evlendirilmeye çalışılan ve karadelik gibi insanı içine çeken yaşamsızlığa mahkûm edilen kadınların, nefreti yaymayı ve öldüren kutsalları korumayı reddettiği için bedel ödemek zorunda kalan erkeklerin, dilediği bedende yaşamak isteyen ama sürekli “hastalıklı" damgalamasına maruz kalan trans-veya kendini bir kalıbın içerisinde sıkışmış hisseden non-binary dostlarımızın boğazlarına dolanan düğümleri birer birer çözeceğiz. Kimse kutsallara itaat edip etmememe konumuna göre hükümdar tarafından melekleştirilmeyecek ya da şeytanlaştırılmayacak da herkes insan olarak görülecek. Varoluşunun reddedilmesine “ARTIK YETER!” diyecek ve bizimle gelmek isteyecek dostlarımızla, komün bir yaşam sürmek ve bu yaşamı sürdürmek sence de yaşamaya değer bir yaşam olmaz mı?

—“Aşkın Yüzü Gezegeninin Zümrüdüankaları” Gelecek zamanlarda çıkaracağım albümün adı olacak ve mücadelemizi anlatacak bu albümdeki bütün ezgiler. Küllerimizden yeniden doğacağız, yıllarca çeşitli damgalamalarla, nefret söylemleri ile ateşe atılan biz ötekileştirilenler, ezilenler, küllerinden yeniden doğacak ve yaşamaya değer bir yaşam bizlerin olacak.

—O halde elimizden geldiğince bu kurtuluş planımızı dostlarımızla paylaşalım fakat çok dikkatli olmamız lazım, nefret bekçileri ve hükümdar bu planı duymamalı. Hani bizlerin kendi arasında konuştuğu bir dil vardı Lubunca, hatırlıyor musun?

—Hatırlamam mı hiç Anka?

—İşte dostlarımıza bütün planımızı Lubunca olarak anlatacağız ki gizlilik ihlali yaşamayalım ve yeni yaşamlarımıza sorunsuz bir şekilde yelken açalım.

—O halde, bir hafta sonra, 17 Mayıs saat gece 3’te bu kiraz ağacının altında buluşuyoruz, 3.30 gibi de yola çıkıyoruz. Ama gidiş yolu konusunda benim bir fikrim yok.

—Hani Alkım ile birinci yıldönümümüz için ufak bir plan yapmıştım ya, hatta sana da “Bir kez olsun bütün gözler üzerimizde olacak endişesi taşımadan birbirimizin gözlerinin içine tutkuyla bakalım, korkularımızın ve öfkemizin gölgesinde değil de özgürlüğün çatısı altında şiirlerimizi, birbirimizin nefesinde buluşturalım diye sığınak buldum.” demiştim, işte o zaman biz Alkım ile beraber uzaya gitmiştik motosikletime atlayıp, yıldızları izlemesi çok güzel oluyor, yıldızların tanıklığında ağız dolusu kahkahalar atabilmek de…

—Anılara daldın gittin yine Anka. Senin gibi aşkın besleyiciliği ile karşılaşmayı çok isterdim. Belki bir gün ezgilerimin kollarına kendimi bırakmanın yanı sıra bir de aşkın kollarına bırakırım kendimi, ne dersin?

—Senin kararın tatlım, belki bir gün o sevgi tohumlarını yalnızca melodilerine değil de sana, tutkudan bütün kimyanın değiştiğini hissettiren bir insanın yaşamına da ekersin. Asıl konumuza dönecek olursak da uzaya gidiş biletimiz ise tam şu anda gölgesinde soluklandığımız, kapkara günlerimizin tek sığınağı olan bu ağaç…

Heyecanı ve sevinci tüm benliğini kaplamış olan Zümrüt, bakışları gülümsercesine, başını kiraz ağacının zarif dallarına bakmak için kaldırmış ve o esnada, ufak bir esinti ile beraber, dalından kusursuz bir ahenkle süzülen kiraz çiçekleri, Zümrüt’ün yüzünü okşadıktan sonra yepyeni yaşamlara gebe olan toprağa düşmüş, adeta “Hayallerinin ve varoluşunun peşinden koşmaya devam et, başta ruhundaki ve bedenindeki yaralar olmak üzere nefretin senin yaşamında koca oyuklar oluşturduğu bütün yaralar iyileşecek.” diye fısıldarcasına... Ardından Anka’ya dönerek,

—Bilmece gibi konuşmaya başladın yine arkadaşım, anlatır mısın acaba aklından ne geçtiğini?

—Ağacın köklerinden olan özgürlük kökü uzaya giden yola çıkıyor ve o yolu takip ettiğinde hiçbir etiketin ve kalıbın olmadığı sonsuzluğa ulaşıyorsun. Fakat şöyle bir şey var ki o kökün kendini göstermesi için bir ritüel var. Ağacın gövdesine ellerimizi yerleştirip gözlerimizi kapatarak “Toksik masküleniti yerinden oynar, kadınlar özgür olsa.” diye haykırıyoruz. Böylelikle özgürlüğün kökü parlamaya başlıyor ve bize bir kapı açıyor, biz de bu gezegeni yerinden oynatıp şeytanlaştırılmadan yaşayacağımız bir atmosfere doğru yolculuğumuza başlamış oluyoruz.

—Sen bütün bunları nasıl öğrendin Anka?

—Bir gün yine kiraz ağacının altında otururken Dünya gezegenindeki insanların adalet, eşitlik ve yaşam mücadelesine dair bir kitap okuyordum, kitapta toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve erkek egemen sistem sonucunda ortaya çıkan, tıpkı bizim yaşadığımız şiddet, zulüm ve cinayetler ile karşılaştım. Bunun için mücadele eden dünyalıların, meydanlarda haykırdığı “Dünya yerinden oynar, kadınlar özgür olsa.” Sloganı ile karşılaştım ve içimde öyle umuda gebe bir his oluştu ki bir anda benim dudaklarımdan da “Toksik masküleniti yerinden oynar, kadınlar özgür olsa.” Sözü döküldü, ardından özgürlük kökü ile yollarımız kesişmiş oldu, aslında bir başka gezegenden bulunduğumuz gezegene yine kadınlar kadınların yani bizlerin yuvası oldu.

“Senin sorgulama ve araştırma tutkunun bir gün mutlaka yaşamımızı onduracağını biliyordum.” demiş Zümrüt ve dudaklarından Dünyalı Şair Arkadaş Zekai Özger’in şu dizeleri dökülmüş;

“şuramızda bir şey var

 bizi onduran şey

 acıya saran

 umudu kuşatan”

Saat çok geç olmuş Zümrüt, nefret bekçileri şimdi “O saate orada ne işi varmış?” kutsalının genelgesini okumaya başlarlar. Beni elden çıkarılması gereken bir mal olarak gören sözde namus bekçim aslı ailemizin hegemonyası, saldırganlığına her türlü bahaneyi yapıştıran diktatör babamın şüphesini çekmeyeyim daha fazla, diyerek yerinden fırlayan ok misali korku dolu bakışlarla ayağa kalkmıştı Anka.

—Çok az kaldı Anka, endişeli bakışlarımızın yerini yakın zamanda, güçlü ve dirençli yüreklerimizin ışığını yansıtan bakışlarımız alacak. Unutma, 17 Mayıs saat 03.00…

Zümrüt ve Anka, daha önce hiç yaşamadıkları bir şekilde, içlerinde dolaşmaya başlayan ümit kurdunun başlattığı kıvılcım ile her zamanki vedalaşmalarından farklı olarak daha da sıkı sarılmışlar birbirilerine ve evlerine gitmek üzere yola çıkmışlar.

  

Tenleri okşayan bir bahar esintisinin hissedildiği o gece, dolunayın gülümseyen yüzü adeta kiraz ağacını aydınlatıyormuş. Hükümdar ataerkinin kuklaları tarafından nedensizce azarlanan ve cezalandırılan içindeki çocuklara “Artık korkma, elini hiç bırakmayacağım.” demek isteyen onlarca insan, kiraz ağacının altında buluşmuş, yüzlerindeki kocaman gülümseme ile birbirilerine güç oluyorlarmış ama Zümrüt, aydınlığın yansıttığı gölgesine dalıp gitmiş, içindeki umulmadık “Ya Anka gelemezse…” şüphesini iliklerine kadar hissederken…. Zümrüt’ün ümidi yavaş yavaş tükenip “Arkadaşlar yola çıkma vakti geldi fakat ben Anka’yı bekleyeceğim, lütfen, siz bizi düşünmeden kanatlarınızı Aşkın Yüzü Gezegenine doğru çırpın.” diyecekken tam o esnada omzuna dokunan bir el ile irkilmiş:

—Tatlım, yüzünden düşen bin parça, ne bu halin?

—Anka, neredesin sen ya? Çok endişelendim senin için, başına bir şey geldi sandım. Neden bu kadar geciktin?

Anka yüzünde beliren kurnaz bir gülümseme ile çantasından, bant ve üzerinde kırmızı boyalı harflerin olduğu uzun, ince, beyaz bir bez parçası çıkarmış:

—Hükümdara ve nefret bekçilerine ufacık bir hediye bırakarak ayrılmak istedim bu korkusuz korkakların gezegeninden. Hadi, benimle gel ve bana yardım et.

Hiçbir şey anlamayan Zümrüt, Anka ile birlikte kiraz ağacının en tepesindeki dala tırmanmaya başlamış. Zirvedeki ağaç dalına vardıklarında rüzgâr yüzünden savrulan bez parçasını dala sabitleyip ardından bantlamışlar. Aşağıda kendilerini şaşkınlıkla izleyen insanların yüzlerinde bir anda farklı farklı duygular belirmeye başlamış. Kimi o bez parçasına hüzünle bakıyormuş kimi öfkeyle, kimi de acı bir gülümsemeyle… Artık kiraz ağacının en tepesinde, Louis Aragon’un Meşhur Dünya şiirindeki dizelerinden biri olan “ADALETİN TERAZİSİ YANLIŞLARIN LANETLİ KİTABINDA.” Sözü dalgalanıyormuş.

—Artık gitmemiz gerek Anka, birazdan nefret bekçileri uyanacak.

—Haklısın, haydi aşağı inelim, dostlarımızı da daha fazla bekletmeyelim.

Anka, Zümrüt ile beraber tırmandığı dallardan yavaş yavaş inerken kalabalığın arasından tanıdık bir yüzün kendisine gurur dolu gözlerle baktığını görmüş ve yaşadığı korkuyla karışık şaşkınlık ile beraber adımları daha da hızlanmış. Yere ayak bastıklarında ise Anka, yüreği ağzında atarcasına o tanıdık yüze doğru koşmuş ve,

—ANNE! Ne işin var senin burada? Eğer beni geri döndürmek için çabalamaya geldiysen boşa dil dökmüş olursun çünkü ben, omzuma yüklenmesini istemediğim yüklerin karşılaştığım gölgesiyle, ensemde hissettiğim nefesiyle yaşamaktan çok yoruldum. Ben, benden beklenen o “her şey benim kaderimmiş.” nefessizliğini omuzlamaktan çok yoruldum...

—Benim bir tanem, güzel kızım... Lütfen sakin ol. Ben seni o pervasızca hapsedileceğin çıkmazlar girdabının içine çekmeye değil, aksine o girdaptan kendimi ve yıllardır bu atmosferde bile bir bakışımızla birbirimize liman olduğumuz Sümbül'ü de çıkarmaya geldim.

Anka’nın annesi Feza Hanım, kendinden birkaç adım geride olan komşusu Sümbül Hanım'ın yanına gidip ellerinden tutmuş ve yüzlerinde gün gibi beliren mahcup bir gülümsemeyle Anka’ya gülümsemişler.

—Sümbül teyze, Anne... İnanın bana çok mutluyum fakat yıllarca gizlenerek bu gerçeği saklamış olmanız kim bilir nasıl ağır gelmiştir size, içinizde kim bilir ne acılar çekmişsinizdir ama geçti, şimdi ne yapacağımızı size de hemen anlatacağım ve bu gezegenden kurtulacağız, artık sizleri birbirinizden koparmaya çalışarak sizi bambaşka hayatlara mahkûm edip bunları da birbirinize izletmeyecek hiç kimse.

Sümbül Hanım'dan “Ankacım derin bir nefes al ve artık bir an önce yolculuğa çıkalım.” sözlerini duyan Anka, bir kez daha şaşkınlık duygusunun kollarına bıraktı kendini:

—Sizin bunca şeyden nasıl haberiniz olabilir?

—Benim güzel kızım, ben sana küçüklüğünden beri niçin bu kiraz ağacına kurduğumuz salıncaklarda masallar anlatıyorum sanıyorsun? Veya lubuncaya sadece sizin kuşak mı hakim zannediyorsun acaba? Ah bu gençlik, bizi fazla hafife alıyorlar Sümbül, sevgilim.

—Bugün öğrenmiş oldular Fezacım Yaş almış LGBTIQ+'ların da var olduklarını ve olabileceklerini.

—Ahh anne! Kendimi kandırılmış gibi hissediyorum ama olan bitenlerin detayını daha sonra konuşalım olur m? Eğer biraz daha yola çıkmazsak nefret bekçileri uyanacak ve bizleri korkunç bir son bekleyecek yani eski yaşamlarımız...

Zümrüt, Anka, Feza Hanım, Sümbül Hanım ve onlar gibi yaşama gözlerini açtıkları andan itibaren var olmak ve görünmek için savaşmak zorunda kalan insanlar, hep beraber, ruhları gibi yara bere içinde kalan ellerini kiraz ağacının gövdesine bastırmışlar. Gözlerini kapattıklarında, organize nefretin ve cinsiyetçiliğin kendilerine her fırsatta dayattığı kutsallar, gözlerinin önüne gelmiş, ardından yeryüzünde ve gökyüzünde farklı seslerin aynı andaki haykırışı yankılanmış;

—TOKSİK MASKÜLENİTİ YERİNDEN OYNAR, KADINLAR ÖZGÜR OLSA!

Hükümdar tarafından ortaya çıkıp nefret bekçileri tarafından korunan kutsalların işlendiği tabelalar, bu haykırış ile sarsılıp ortadan ikiye ayrılmış ve hemen ardından kiraz çiçekleri dans edercesine kalabalığı çevrelemiş. Kiraz ağacının içerisinden bir ışık eşliğinde özgürlük kökü belirmiş ve ağacın gövdesinden kalabalığa doğru kocaman kapı açılmış. Eşitlenmeye açılan bu kapıyı gören sevgi tohumlarına hasret insanlar, koşarak uzayın kollarına bırakmışlar kendilerini.


Böylelikle herkesin eşitlendiği, tek kutsalı barış ve sevgi olan, her gün yepyeni bir ümidin yeşereceği sınıfsız etiketsiz, kalıpsız, cinsiyetsiz ve sömürüsüz Aşkın Yüzü Gezegeni kurulmuş…