Bir çığlık geliyordu ancak bu çığlığın nereden geldiğini anlamıyordum. Sanki bir annenin feryadı gibiydi, belki de bir kadının acısıydı. Anlamıyordum ve bunu anlamlandırmak için odaklanmaya çalışırken bir anda çığlıklar kesildi. Peki neden bir anda kesildi? Ne oldu ki? 

  

Fark etmemiştim, şimdiden akşam olmuştu bile. İşlerim yarıda kalmıştı, kağıtlarım o kadar dağınıktı ki masadan düşen yazılarımın farkında bile değildim. O çığlığa odaklanmıştım ve bu çığlık ister istemez yazılarıma da dokunmuştu. Fark etmedim ancak elim gitmişti ve o yazılarda, “Çığlık gibiydi hayatım ancak sadece bağırmak yerine tek bir sözcük çıkıyor idi ağzımdan, o ise sadece yalan idi.” diye yazmaya başladım. Artık yatmam gerekiyor, ne de olsa tek sessiz, tek huzurlu olduğum zaman dilimi sessizliğim idi. Aynı sokak lambaları gibiydi o cılız ışığı, akşam yamuk yumuk olan Arnavut kaldırımlarına yansıyordu. Ne beni etkiliyordu ne bu duruma düşürüyordu, neydi bu çığlık? 

  

Anlamlandıramadığım o çığlık benim zindanım olmuştu bile ve hastalık gibi yayılıyordu beynimin içinde. Kaçamıyordum ancak sadece yayılan çığlıklar mıydı bunun sebebi? Düşünmek istemiyorum artık, yetişmem lazım, yetişemiyorum, yetişemiyorum, yetiş... 

  

Şimdiden sabah oldu bile, farkında değildim hiçbir şeyin. O cılız ışığın sönmesi mi beni uyardı? O mu kurtardı beni bu düşüncelerden, yoksa o mu oldu düşüncelerim? Yetişmem gereken bir otobüs vardı. Koşmak istiyordum ancak koşmanın yorucu olduğunu duyuyordum. Uyumak istiyordum, uyku bir ölüm gibi geliyordu. Yoksa problemler ayna gibi miydi? Ne kadar söylersem söyleyeyim aynı ayna gibi yansıyordu kalbime. Kazanan ise yürümek oldu. Cebimden sigara paketimi yavaşça çıkardım ve son kalan dalı yaktım. O kadar tatlı geldi ki bana anlamlandıramıyordum. Yoksa açlıktan mıydı? Yoksa düşüncesizlikten miydi? Yoksa kurtuluşumun bundan olduğunu sanmak mıydı, anlamlandıramıyorum. 

  

Mevsimlerden kış idi, bilirsiniz ki İstanbul’un soğuğu o kadar kuvvetli değildir ama ben üşüyordum bile. Yüreğim üşüyordu. Neden bu kadar soğuktum, neden yüreğim donmuştu? Suçlusu İstanbul muydu? Yoksa düşüncesizliklerim miydi? Çok soru soruyorum ancak anlatmıyorum, kaçamıyorum, nedeni ise yine o lamba gibiydi. Sadece cılız bir ışık gibi parlamaya çalışıyordum. Ama değer miydi bu yamuk yumuk duran Arnavut kaldırımlarına, değer miydi değersiz görünenlere, değer miydi yalanlara?

  

Aah ah! Yetiştim sonunda okula, yine başlayacak dırdırına o yaşlı bunak. “Neredesin Emre? Neden geç kaldın?” Cevaplarıma zaten inanmıyordu bile, ben ise “Neden uğraşayım ki bu halimle sana?” diyemiyorum. Trajikomik ama ben de cevaplayamıyordum ya da cevaplandıracak kadar değerli göremiyordum onu. Yine karşındayım yaşlı bunak, söyle hadi, rahatla. Kus içindeki nefreti bana ama biliyor musun, sen çok şanslısın çünkü benim nefretimi dökeceğim yer yoktu. 

  

Yazılarım kaldıramıyordu bu nefreti. Ne de olsa tek amacımız, “anlaşılmayan insanı anlaşılan sözcüklerle anlatmaktı”. Nereden bilecekler bunu, nereden anlayacaklar o çığlığı? Siz bir hiçsiniz, ben ise hiçliğin kendisiyim. Yutarım ama sonsuzlukla sindiririm. Kimse bilmez benim sözcüklerimi, kimse anlamaz benim düşüncelerimi, kimse sormaz o cılız sokak lambasının geceyi nasıl geçirdiğini... 

  

Sonunda bitti! Sonunda bitti o yaşlı bunağın dersi. Kurtuldum diye düşünüyordum ama yine eve dönünce kalacaktım o zindanın içinde. Komik değil mi? Kendini kapatmış olan bendim, dokunulmazı oynayan da bendim ama değmiyor kimse buna. Kimse bilmiyordu oranın bana zindan olduğunu. 

  

Geldim yine evime, oh pardon! Zindanıma. Merak etmeyin, yok buralarda bir koğuş ağası, yok buralarda bize hayat dersini anlatacak dayılarımız. Alışırız buna da demekten başka hiçbir şey gelmiyor aklıma. Anca bana, “Sen yaş bir dalsın! Zamanla eğilirsin ama kırılmazsın ne de olsa gençsin, genceciksin.” diyorlardı. Ama bilmezlerdi o yamuk dalın yanlış meyveler verdiğini. Bilemezler! At gözlüğü takmış insanlar nasıl anlasın ki bizi?

  

Bu kez çığlıklar yoktu ama bu kez beynim sessizce çığlıklarla boğuşuyordu. Hastalanmıştım sonunda. Yoksa! YOKSA! Delirdim mi ben? Bu kez sigaram yoktu. Sadece izleyeceğim şey o sokak lambasındaki cılız ışık idi. 

  

Ben, Emre. Çok basit değil mi tanıtmak ama dediğim gibi: “Ben anlaşılamıyordum. Aynı yazarlar gibi, anlaşılmak istemiyordum, insanlar gibi değer istemiyordum, aynı değersizler gibi yalvarmıyordum.” Elime bir CD kalemi aldım ve o benim bembeyaz olan duvarıma kocaman “YALANSINIZ, HEPİNİZ YALANDAN İBARETSİNİZ.” diye yazmaya başladım. Değer miydi? Bilmiyorum. 

  

Bu gece o cılız ışığı yakan lamba kırıldı. Dayanamadı benim ruhuma, ne de olsa karanlık bir zindanda yaşayan bir mahkum olmuştum. Deliriyorum, deliriyorum, deli...