Bu kırılan bir dalın türküsü.
Kimselerin hatırlamadığı , unutmak için bile hatırlamadığı bir türkü.
Acıdan beslenip büyüyen tohumların , doğaya bir nimetcesine varlığını sunduğu , dalları göğü delermişcesine heybetli hayatların, kulaklarınıza bir akşam yelinin bırakacağı ferahlıktaki fısıldanışların öyküsü.
Onlarca kadının bir araya gelip sancılar içinde kıvranan kadına el uzatmadan seyretmesi, doğum yapmasına vesile olan ebenin aklından geçen arsız düşüncelerini anımsıyorum.
Ve bebeği. Yeryüzünün tercih edemeyeceği kadar zorba ve ısrarlı olduğunu bilmeden , var olmasının tek nedeni annesinin yumurtalarına başarıyla ilk ulaşan spermin kendini döllemesi ve ardından ufacık rahme yerleşip zamanla büyümesiydi.
İleride tek suçu da bu olacaktı üstelik tıpkı sokaklardaki yüzlerce ‘ötekiler’ ve ‘bizler’ gibi.
Gamın yalnızca baykuşlara ait olduğu ve kuşlarında bir dala ihtiyaç duyduğu bir çağ bu.
Uçmak süreklilik değildir, ihtiras yenilgiye hep boyun eğmiştir.
Renkli fistanlar dikmenin,renkli boyalar sürünmenin kadınlık sayılmadığı zamanlarda kadınlar karanlık dünyaya renkli mumlar yakıyordu.
Ta ki dalları kopana ve her acı bir ağıt , her ağıt bir türkü yaratana dek.
İnsanların durmak bilmeyen sabırsızlığı bekleyişleri sürdürenlere küfür gibi geliyordu. Bencillik, kendi anlamını bilmiyorken bir çok kişi kurban etmişti. İnsanlar kavramsızlıktan buna aşk demişlerdi. Zıtlık yeni bir kutuplaşma doğurmuş kurbanlar aşk ve benciliyetin arasında sıkışıp kalmıştı. Kurtulanlar diyarları ve dağları aşıp bu zıtlıktan uzaklaştıklarını sanmışlardı. Oysa ki insan ne aşksız ne de adil kalabilecekti.
Bencillik , insanın ayak parmaklarından başlayıp saçının son teline kadar diyar diyar onu takip edecekti..